Tarih boyunca toplumumuz hep siyasî eşikle balansa tabî tutulmuş. O yüzden de bizim zihinlerimiz bir türlü sivilleşemiyor. Baktığımız her yerde devletimizin âlî, yüce ve haşmetli çehresini görmek zorundayız. Her şeyimizi devletten bekleme geleneğimiz de buradan kaynaklanıyor zaten. Kendi dönüşümümüzü her zaman başkalarının değişim rüzgârlarının ellerine bırakalıberi de nerede olduğumuzu tayin etme yetkinliğimizi kaybetmiş durumdayız maalesef.
İşte bu yüzden de hak taleplerimizde iki taraflı güvensizlik zihinlerde rövanşını alıyor ve hemen karşılıklı ipler gerilmeye başlıyor. Küçük çocukları dahi güldürecek basitlikte kelimeler üzerinden öyle büyük yaygaralar kopartılıyor ki, tartışma âdâbını dahi yitiriveriyoruz. En kadim problemlerimizde bile çözüm odaklı konuşmalar ve tartışmalar yapmak yerine en mayınlı yerden söze başlayıp, sonra da işimize geldiği şekilde çarpıtmalar yaparak güya fikrî zeminimizi kuvvetlendirmeye çalışıyoruz. Bu basitlikle kim ne kazanacak merak ediyorum. Çocuklarımıza, gelecek nesillerimize nasıl bir gelecek bırakacağız? Herkes kendi arzuladığı Türkiye’yi oluşturmak için diğerine çamur atıyor. Halbuki bilmiyor ki, çamur atanı da, atılanı da kirletir ve sonunda ortalığı bataklığa çevirir.
Şu an geldiğimiz noktanın da bundan farklı olduğunu sanmıyorum doğrusu. Bu yüzden de oturup âcilen bu bataklığı karşılıklı nasıl temizleyeceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Yarın çok geç olabilir. Bütün siyasî çekişmelerin, korkuların, vehimlerin ve varsayımların üzerinden değil, toplu olarak bütün renklerin güzelliğini yaşamaya çalışarak.
Bütün değerleri milliyetçilik, muhafazakârlık, ulusalcılık gibi kavramlarla kısırlaştırmadan. Kimseyi birini seviyor ya da sevmiyor diye mahkûm etmeden. Suç sayılacak şeylerin korkularımızın bir uzantısı olmasına izin vermeden. Yeldeğirmenlerine saldırır gibi, milleti kurtarmak adına bütün renkleri öldürmeden.
Sonra hepimiz renksiz ve kişiliksiz bir coğrafyada çoraklaşmış varlığımızla başbaşa kalakalacağız. Bunun bedelini de çocuklarımız ödeyecek. Tıpkı bizden öncekilerin yapmadıkları ve mayınlar döşeyerek ellerimize teslim ettikleri bu meseleler yüzünden şu an bizim yaşadığımız acılar gibi.
Torunlarımız da, “Bize iki yüz yıldır karınca adımı kadar ilerlemeden aynı problemleri bırakan dedelerimiz ve ninelerimiz, şu an insanlık bilginin ışığında dünyayı avuçlarında kucaklarken siz bize ne bıraktığınıza mezarlarınızdan başınızı çıkarıp bir bakın?” diye soracaklar.
Neden bu ülkede de, düşünen, okuyan, sorgulayan, ahlâklı ve başkalarına da saygılı bir toplum inşâ etmek için hep birlikte yola çıkmıyoruz? Hepimiz korkularımızı, alışkanlıklarımızı, düşmanlıklarımızı bir kenara bırakıp, insan olmanın derin inceliklerini keşfederek birbirimizin inancına, ırkına, rengine, diline bakmadan yola koyulmuyoruz? Bir yüzyıl daha kaybetmeye kimin tahammülü var? Kim bu kadar zamanı daha kaybetmeyi göze alabilir, tâ ki, art niyetli olmasın…
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|