Her ne kadar tartışmaya açık ve aksini söylemeye müsait yönleri olsa da, “Artık kendi kulvarında siyasetten bağımsız bir yapıya oturduğu için, ekonomi siyasî dalgalanmalardan fazla etkilenmiyor” görüşünün kısmen de olsa gerçeği yansıtan bir tarafı olabilir.
Fert ve toplum hayatının önemli boyutlarından biri olan ekonomi, günü birlik ve gelip geçici siyaset rüzgârlarından ne kadar az etkilenirse, insanlar o derece rahat ve güvenli olurlar.
Aynı şey hayatın diğer alanları için de geçerli.
Ve bunların başında dinî hayat geliyor.
Dikkatle bakılır ve iyi değerlendirilirse, bu alanda yaşanan sıkıntıların temelinde, devlet ve —sahip çıkıp savunma amaçlı da olsa—siyaset kaynaklı müdahalelerin yattığı açıkça görülür.
Yaşadığımız tecrübeler de gösteriyor ki, devlet ve siyaset dinden elini çekmediği ve dinî hayatı ikisinden de bağımsız bir konuma yerleştiremediğimiz müddetçe sıkıntılar bitmeyecek.
Peki, bunlar kendiliğinden ellerini çeker mi?
Devletin de, siyasetin de tabiatının buna müsait olmadığı açık. Hele bizdeki uygulamada, dini tamamen vicdanlara hapsederek hayattan silme hedefiyle yola çıkmış bir ideolojinin güdümündeki devletten bunu beklemek çok abes.
Böyle bir devlet yapılanmasından kaynaklanan dayatmalara karşı çıkıp dinî talepleri gündeme getirme yolu olarak siyasetin doğru bir yöntem ve tercih olmadığı da anlaşılmış olmalı.
Dinin, sivil, özgür, bağımsız ve gayri siyasî bir zeminde yaşanması ve savunulması gerekiyor.
Çünkü din, esas itibarıyla ölümden sonrasındaki ebedî hayata yönelik, uhrevî amaçlı, ama bunu yaparken dünyayı ihmal etmeyen, ancak dünyevî hayata ilişkin düzenlemelerini de ahiret perspektifine yerleştiren bir inanç sistemi.
Devlet ve siyaset ve ortak paydalarını oluşturan “iktidar” olgusu ise dünyevîliği önceliyor.
Dünyevî iktidar, “uhrevî amaçlar”la yola çıktıklarını söyleyenleri dahi kısa sürede yolundan saptırabilecek tuzaklarla dolu bir alan. Gerek o iktidarı elde etmek, gerekse elde tutmak için verilecek mücadelenin karakteri bunu getiriyor.
Hilâfetin Âl-i Beyt’te devamına kaderin fetva vermeyişinin hikmetlerinden birini “Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler” (Mektubat, s. 100) diyerek açıklayan Bediüzzaman, “Güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i salihînden başka, siyasetçi tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar ve müttakî olanlar siyasetçi olmazlar” (Emirdağ, s. 53) tesbiti ile bu gerçeğe dikkatimizi çekiyor.
Bu itibarla, imanî ve İslâmî hakikatleri, Kur’ân hükümlerini muhafazayı amaçlayan İslâm hizmeti öyle bir vazife ki, talibinin başka bir yükü daha omuzlamasına imkân ve fırsat vermiyor.
Sadece Allah rızasına ve ahirete endeksli bu vazifenin üzerine dünyevî gölgeler düşmemeli.
Dinî ve manevî hayatın gelişmesi, dinî hizmetlerin bu temel üzerinde, tamamen bu ölçüler çerçevesinde, bu anlayışla yapılmasına bağlı.
Eğer bu temel sağlam inşa edilirse, hariçten gelebilecek hiçbir müdahale, baskı ve dayatma dinî hayata kalıcı bir zarar veremez. Onun için Bediüzzaman, Osmanlının son dönemindeki siyasî çalkantılardan İslâmın olumsuz etkilenebileceği kaygısının yersizliğini şöyle vurgulamıştı:
“İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. (...)
“İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden (dinin elden gideceğinden korkan) adamın dinde hissesi, beytül-ankebut (örümcek ağı) gibi zayıf düşmüş. Cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür.” (Münâzarat, s. 28 ve 30)
Aynı bahiste, İslâmın kâinata kök salan hakikatlerine sahip çıkma görevinin devletten önce topluma ve her bir ferde terettüp ettiği dersi de var ve bu, en çok ihtiyacımız olan derslerden biri.
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|