Dün gece küçük bir çocuk nazarıma ilişti. Gözünde damla damla yaşlar vardı. İç çekip duruyordu. Caminin en arka safında dedesiyle beraber yatsı namazını kılmış tesbih çekiyorlardı. Çocukcağızın hâline dayanamayıp ilgilendim. Duâya başladığımızda, dedesine el işaretiyle yavrucuğu oturduğu sandalyeden kucağına almasını söyledim. Öyle de yaptı. Sonra, manzara birden değişti. İkisinin de yüzü gülüyordu. İçimden bir “oh” çekip rahatladım. Çok geçmeden ben de ağlamaya başladım. Neden mi? Yıllar öncesine gitti aklım, babamla yaşadıklarımı hatırladım.
O günleri hiç unutmam. Hâlâ da hasretle anarım. Bu çocuk gibiydim, küçüktüm. Daha o zaman sevmiştim duâ etmeyi. Babamın dizlerine oturup, beraber “âmin” demeyi. İki yana açılmış avuçlarının içine, o küçük ellerimi usulca bırakırdım. Kaybolurdu ellerim, babamın o kocaman ellerinin içinde. Hayretle seyrederdim; “Benim bu küçücük ellerim de bir gün gelip büyüyecek miydi?” diye düşünürdüm herhalde.
Kulağıma, sevgiyle söylenen adım gibi, duâları ve ninnileri ruhu canımla sevdim. İçtendi, samimiydi. Bediüzzaman’ın; “İnsanın sesinden nefesi, nefesinden de nefsi anlaşılır” dediği türden bir hisle, ruhum söylenenleri anlamasa da hissediyordu.
Duâ ederken, yarım dönüp babamın yüzüne bakardım bazen. Gülümserdi hemen. Başımı okşar, öperdi. Nurânî simasını, ışıl ışıl parlar görürdüm. Dudakları kıpır kıpırdı. Dilinden bazılarını anladığım, bazılarını ise hiç anlamadığım acayip kelimeler duyardım. Hoşuma giderdi bu tılsımlı sözler. Sonra, epey sonra ellerini yavaşça yüzüne doğru götürüp sürerdi. Duânın bittiğini anlardım. Âdetiydi, bir tutamda avuçlarımdan bir şeyler alır gibi yapardı. Gıdıklanır gülerdim. Sarmaş dolaş kalkardık. Önemli bir görevi yaptığımıza inanırdım. Bu anların gelmesini, heyecanla ve iştiyakla beklerdim. Bunun öncüsü ve habercisi olduğu için, ezan seslerini hep sevmişimdir.
Hatırladıkça o günlerin en küçük bir anı, bir karesi bile ruhuma, şimdi bile huzur veriyor. Her şey ne kadar küçüktü. Sadece Allah vardı ve Allah ne kadar büyüktü. Kendisinden her şey, ama her şey istenecek kadar büyüktü. Bunu, duâ ederken daha iyi anlardım. Milyarlarca insanın hadsiz ihtiyacını gören, bilen ve veren sonsuz bir merhamet sahibiydi O. Yüce Yaratıcının varlığını kalbim hissederdi. Allah var, keder yoktu. Ne hastalık, ne zelzele ne ölüm, hiçbir şey Allah’tan büyük olamazdı. Korkutamazdı. Ruhum, bunu derinden duyardı. Rahatlardı. Bizi bir seven vardı.
Yüce Rabbimizin, biz kullarına olan şefkat ve merhametini yaz kış demez, gece gündüz hiç eksilmez bilirdik. Sonsuz rahmet sahibi bilirdik O’nu. O, Samed’di. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu ama biz O’na muhtaçtık. İşte bu gece, o günleri yeniden yaşadım. Bir baba ile çocuğun el ele, yanak yanağa duâlarını düşünürseniz siz de bana hak verirsiniz. Dünyada bundan daha güzel bir manzara olamaz herhalde. Bir hayal edin lütfen, hak vereceksiniz.
Bunun için mi acaba Fazıl Hüsnü Dağlarca; “Çocuk ve Allah” kitabındaki bir şiirinde;
“Çocuğum sana yalvarıyorum.
Ellerin çirkinleşmeden duâ et,” diyordu.
…
Dâvet mânâsına gelen duâ’nın ‘d,u,a’ harfleri bile şifreli ve güzel. Bu dünyada hepimizin duâyla ilk tanışması, sanırım kulağımıza ezan-ı Muhammedî (asm) okunup, ismimiz verilirken olmuştur. Rabbim, bu dünyadan ahirete giderken de dilimizi duâsız ve Kelime-i Şehadetsiz bırakmasın inşallah.
Yaradanıma şükürler olsun. Dünden bugüne, çevremizdeki insanlar hep duâlı insanlardı. Güzel şeyler öğrendik, çok dersler aldık onlardan. Duâ etmek, bu insanlar için nefes almak ve yaşamak gibi bir şeydi. Olmazsa olmazdı.
İyi ya da kötü günler fark etmezdi onlar için, her halûkârda duâlıydı dilleri. Hiçbirinin ellerinde, bildiğimiz türden bir duâ kitabı da görmedim. Ama hayatı bir duâ kıvamında, hâlisane yaşarlardı. Allah ile olmayı, duâ ile yaşamayı kolaylamışlardı. Onlar, herkesin aradığı huzurlu bir hayatı, çoktan bulmuşlardı. Bu mübarek insanların arasında büyüdük, saygıyı, sevgiyi onlardan gördük. Duâyı onlardan öğrendik. Kimi “Ya Ehad” derdi, kimi “Bismillah” kimi “Allah korusun” derdi. Selâmı, sabahı ve merhabayı hep onlardan öğrendik. Alçakgönüllü ve Allah dostuydu hepsi. Marangoz Ramiz Amca, Berber Hilmi Ağabey, Şekerci Emin Ağabey, Süleyman Amca, Hüsnü Dede, Hüseyin Dede, Hasan Amca, İmam Halit Hoca, Terzi Mustafa Ağabey, Bakkal Arif Amcaların ve daha nicelerinin ruhlarına fatihalar ve hayır duâlar olsun inşaallah.
…
Evet, Yaratanımıza karşı bir şükür, bir vefa borcumuzdur duâ. İstenilmeye lâyık olan sadece Allah olduğunu ilândır. Duâ bir ibadettir. Hz. Peygamber (asm), İbni Mes’ud’dan (r.a.) rivayetle: “Mallarınızı zekâtla emniyet altına alınız. Sadaka vermekle hastalarınızı tedavi ediniz. Belânın gelmemesi için duâ ediniz” buyuruyor.
Duâ, ne kadar temiz bir dil ve sâfi bir yürekle yapılırsa, o kadar huzur veriyor. İhtiyacını, derdini bilecek, karşılayacak bir Rabbin varlığına inanmak ve bunları sadece ondan beklemek, sevdiklerimiz için sıhhat, âfiyet ve esenlik dilemek, ruhumuzun vazgeçilmez bir gıdasıdır. Allah’a yaklaştığımız özel anlardır.
Sonsuz bir huzur duyarım duâlarda. Dünya dolusu insanı ve içindeki her şeyi Kadîr olan Allah’tan başka kime emanet edip de rahat olabilir ki insan. Ya dünya kadar derdin var, ya da her derdini bilen, gören ve karşılayan biri var. Başkası yok. Bu duygu en sahici yanıyla, her an karşımızda. Karar vermemizi bekliyor. Ya ‘adam sen de’ deyip, olanı biteni görmezden geleceğiz. Ya da inancımızın gereği olarak, bir kul gibi bize yakışanını yapacağız. Kalplerimiz ancak Allah’ı anmakla ve hatırlamakla tatmin oluyor, doyuyor, huzur buluyor.
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|