|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Özgürsünüz ama sorumlusunuz |
|
ÖZGÜRLÜK VE SORUMLULUK İÇ İÇE
Sorumluluğun olmadığı bir özgürlük düşüncesi olamaz. Her davranış belli bir özgürlük istediği gibi, istediği özgürlük oranında sorumluluk da ister.
Davranış sahibi, kendisine tanınan özgürlüğü veya kendisinin istediği daha çok özgürlüğü kullanırken, kendisinin daha çok sorumluluk içerisine girdiğini kabul etmek durumundadır. Bu sorumluluk hem Rabbine karşı, hem de özgürlük tasarrufu kullandığı insanlara karşıdır.
Fıtraten, özgürlük tanınan insanlara sorumluluk yüklenmesi, yani özgürlük yaşının sorumluluk yaşı ile birlikte değerlendirilmesi dikkat çekicidir. Onun için rüştüne eren bir birey, artık özgürdür, ama sorumludur da.
Hukukta da, bireyin sorumluluğu, yaşa göre dikkate alınmaktadır. Meşru daire içerisinde şahane hür olan insan, aynı zamanda bütün kullandığı haklardan ve sergilediği davranışlardan sorumludur. Yani şahane kullandığı özgürlüğünün sonucunda bir takım sorunlar ortaya çıkmışsa, bunun gereğini de yerine getirmek durumundadır.
Özgürlük artınca, sorumluluk artmaktadır. Her birey kullandığı özgürlük alanının sorumluluğunu taşıdığını bilmek durumundadır.
HAKKIN HATIRINI ÂLî TUTMALI Kİ, HAK GALİP GELSİN
Bilindiği üzere, her kural pek çok tecrübelerden doğup gelmektedir. Hayatı zorlaştıran davranışlar, kuralların gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Toplum hayatı ancak böylece disiplinize edilmiş olmaktadır. Ancak burada çok önemli bir unsur, kuralların herkes için geçerli olmasına özen göstermek gerekliliğidir. Bir kuralın uzun ömürlü olması, o kuralın kişilere göre değişkenlik arz etmemesidir. Bir hatır için bozulmuş olan kural, önemli bir yara almış demektir.
Bu gün birisi için feda edilen hak, hukuk, yarın bir başkası için de feda edilebilecektir. Hak için yaşayanların, önce onun hatırını âlî tutmak için çaba içerisinde olması gerekmektedir. Yoksa hak benim için feda edilsin de, başkası için feda edilmesin düşüncesi, o kişi için bir yanılgıdan başka bir şey değildir. Hakkın hatırını âlî tutmak ve başka hiçbir hatıra feda etmemek, çok önemli bir sosyal hayat kaidesidir.
KURALIN KRALLIĞI, KİŞİLERİN ONUN ÖNÜNDE EĞİLMESİDİR
Kuralın krallığı, kişilerin onun önünde eğilmesidir. Yoksa kuralın kişiler önünde eğilmesi değildir. Adamına göre değişkenlik arz eden kural, çiğnenmeyi hak etmiş demektir.
Kurallar insanlar için olduğundan, onu hakim kılacak yaklaşım da yine insandan gelecektir. Onun için hiç kimse kural ihlâlini içinde taşıyacak bir ayrıcalığa tabi tutulmamalıdır. Hakperest olan insanlar da böyle bir yaklaşımı kendi nefisleri için bile olsa kabul etmemelidirler. Hak ve hukukun hayat hakkı, kendisi için bir ayrıcalık istemeyen bireylerin varlığı ile mümkündür.
Bir kural, uygulandığı toplumda herkes için zorunludur. Yoksa hukuk kendisini hakka uymaya dâvet ettiğinde, hukuk dışına çıkma zamanı geldi yorumları, zorbalıktan başka bir şey değildir.
En güzeli de, vatandaşın kendisine kural ihlâlini içerecek bir adım atılmasını istememesidir. Böyle bir sistem adaleti, insanlar arası eşitliği, karşılıklı saygıyı beraberinde getirecektir.
Hakkını, hukukunu bilip arayan insanların oluşturduğu bir toplum, hür yaşamayı hak ediyor demektir. Yoksa o toplum, belki başka toplumların esaretinde olmayacaktır, ama kendi içindeki zorbaların esaretini yaşayacaktır.
Bu açıdan, özgürlük de bedelle kazanılan bir zaferdir.
KURALLAR, İNSANA SAYGI İÇİNDİR
Kuralsızlığın anarşizmi doğurduğu düşünüldüğünde, “Kurallar güzeldir ve insana saygı içindir, yoksa haklarını yasaklamak için değildir.” diyebiliriz. İnsanın kendisine ve çevresine zarar vermemesine dönük olan kurallar, zaten İslâmiyetin de kabulüdür. Ve medeni insan davranışlarının oluşması, ancak karşılıklı hak ve hukuku içine alan kurallarla mümkündür.
Bahsi geçen kurallar, hayatı zorlaştıran, yaşanmaz kılan, kişi hak ve özgürlüklerine müdahale eden, ‘yasaklar’ olarak zaten anlaşılmayacaktır.
İnsan onurunu gözeten, insana maddî ve manevî saygı içeren kurallar, insanları daha da özgür, ama sorumluluklarını unutmadan yaşatmaya dönüktür. Yoksa hayat alanını daraltan değildir.
KURAL, KİŞİNİN KENDİSİNE OLAN SAYGI İLE BAŞLAR
İnsanın başkasına zarar vermemesi, ama onun dışında istediği gibi yaşaması tanımlaması doğru değildir. Başka inanç ve düşüncelerden farklı olarak İslâm dini, kişinin kendisine de zarar vermesini engellemektedir. Çünkü kişinin bedeni, ruhu kendisine emanet olarak verilmiştir. Yani insan kendi bedenine ihanetten de men edilmiştir.
İslâm, insanı önce kul olarak kabul eder ve bunun gereği olarak da Allah’a karşı sorumluluğunu hatırlatır. Yani özgürlük ve sorumluluk, kişinin kendisinden başlayıp, dışa doğru dalga dalga yayılan bir alanı kapsamaktadır.
Hatta bütün insanların hayat alanı olan yeryüzü için de, ortak hukukları içine alan ortak sorumluluklar vardır. Artık insanlık ailesi olarak belli kurallar etrafında birleşmek, bir zorunluluk haline gelmiş bulunmaktadır. Yoksa insanlık kendi sonunu kendi eliyle hazırlamaktadır. Yani yoldan çıkan, kuraldan sıyrılan insanlık, erken bir kıyameti başına koparacaktır. Küresel bozulma sinyalleri, kişisel bozulmalarla başlamaktadır.
Bu durum birey için de geçerlidir.
Netice itibariyle, insan sosyal bir varlık olduğu için, kuralsız yaşaması düşünülemez. Aksi halde, küresel tehditler dünya hanemizin kapısını acı acı çalmaktadır. Artık bir insanın çevreye verdiği bir zarar, sadece o insanı ilgilendiren bir zarar değildir. O zaman herkes, attığı adımdan, kullandığı özgürlük tasarrufundan sorumludur.
Evet, kurallar, insana saygı içindir.
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Güzel (i) görmek elimizde |
|
Devrinin sivri dilli şâiri olan Nef’i’nin, “Esti nesim-i nevbahar, açıldı güller subh-dem/Açsın bizim de gönlümüz, sâki meded, sun câm-ı cem” beytini her mırıldanışımda, içimde kâinatın güzelliklerine doğru kanatlanmaya hazırlanmış bir ruh hâli depreşiyor sanki. Öyle ki, ruh sultanı ayaklanmış ve gönül tahtının üstünde, Bediüzzaman’ın, “Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır” sözünün idraki içinde, “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” hitabına mazhar oluşunun ulvî lezzetini iliklerine kadar yaşama arzusu beni farklı hülyalara daldırıyor.
Bence ruhumuzu sıkan ve bizi hayattan bezdiren nice tablolarla karşılaşırken, hayatın özünde meydana gelen güzel şeylerin farkında olmak, daha bir önem arz ediyor. Özellikle idrakin kapıcısı durumunda olan aklın, günlük olaylar içinde boğulmasını istemiyorsak, kâinatın bin bir köşesine dağılmış bulunan güzellik tablolarına nazarı çevirmemiz gerekir. Yani bütün iş, beynimize parça parça görünen güzelliği birleştirebilmekte ve bunu şuur seviyesinde hissedebilmekte… Zira tabiatın ve dahi yaratılmışların sadece toz ve çamurdan ibaret olmadığını, onların manevî boyutta ezelî ve ebedî bir güzelliğin yansımaları olduğunu düşünebilen akıl, ancak mutlak mânâda güzelliğe çevirebilir gözlerini.
Kastî olarak kâinata ve kâinatın içinde bulunan hemen her şeye çevrilen gözler, şüphesiz insana çok şey kazandırır. En önemlisi, hayatın şevk içinde yaşanabilirliğini keşfeder ki, bu da farkındalık denen var olma duygusunu pekiştirir. Dolayısıyla, insan etrafındaki güzellikleri keşfederken, bir de iç dünyasıyla nispet kurarak keşfetmiş olduğu güzellikleri içselleştirmiş olur. Meselâ meltem rüzgârının her esişi ve sabahın şafağında güllerin açılmasıyla Nef’inin gönlü nasıl açılabiliyor ve bu güzellikle mest olabiliyorsa, pekâlâ bu güzelim yaz mevsiminde, şafakta karşıladığımız güneşi, sabahın hayatı munisleştiren diri havası içinde Rahmanî bir şerbet tadında şöyle mütalâa edebiliriz: Bir anne çocuğunu şefkatle nasıl emziriyorsa ve bu, Allah’ın rahmetinin bir aksiyse, canlıların hayat kaynağı olan güneşi de âdeta yeryüzünün bin bir çiçeğini ışığıyla emziren bir anne hüviyetinde düşünebiliriz. Bu da bizi, güneşin Allah’ın bize rahmet hediyesi olduğu düşüncesine götürebilmeli.
Çevremde gördüğüm insanların hayata âdeta bezgin bir şekilde başlayışlarını ve her yeni günün aslında yeniden güzelliklerle kucaklaşma fırsatı olduğunu düşünmeden, hayata karamsar gözlüklerle bakışlarını gördükçe, ruhun akıl ve kalp kanatlarıyla güzellik burçlarında gezinecek bir şevkle dolması gerektiği düşüncesi daha da perçinleşiyor bende. Bu da gösteriyor ki, günlerimizi sevgiyle geçirmekten ziyade hayata ve dahi her şeye karşı sıkıntı ve nefret ağlarını örmekle geçiriyoruz. Oysa bilmeliyiz ki, bu tarz bakış açısıyla yaşadığımız her gün, takvimden kopardığımız yaprak kadar cansız, ruhsuz ve bir o kadar anlamsızlıktan başka bir şey katmayacak geride bırakacağımız anı defterine.
Evet eskiler güzel söylemiş: “Ömür defterinin dağınık yapraklarını hiç sorma. O defterdeki yazı yanlış, mânâ yanlış, imlâ ve ifade de yanlış…” Böyle bir trajedi içinde hayata gözlerimizi yummamak elimizde. Ve, “Evet, evet, evet… Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsika-i İlâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder (Bediüzzaman)” tadında yaşamak da sadece güzeli ve güzelliği keşfetmekle ilgili bakış açımızı değiştirmekle mümkündür. Tavsiye edilir…
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Var Allahım var, duâlarda bir sır var… |
|
Dün gece küçük bir çocuk nazarıma ilişti. Gözünde damla damla yaşlar vardı. İç çekip duruyordu. Caminin en arka safında dedesiyle beraber yatsı namazını kılmış tesbih çekiyorlardı. Çocukcağızın hâline dayanamayıp ilgilendim. Duâya başladığımızda, dedesine el işaretiyle yavrucuğu oturduğu sandalyeden kucağına almasını söyledim. Öyle de yaptı. Sonra, manzara birden değişti. İkisinin de yüzü gülüyordu. İçimden bir “oh” çekip rahatladım. Çok geçmeden ben de ağlamaya başladım. Neden mi? Yıllar öncesine gitti aklım, babamla yaşadıklarımı hatırladım.
O günleri hiç unutmam. Hâlâ da hasretle anarım. Bu çocuk gibiydim, küçüktüm. Daha o zaman sevmiştim duâ etmeyi. Babamın dizlerine oturup, beraber “âmin” demeyi. İki yana açılmış avuçlarının içine, o küçük ellerimi usulca bırakırdım. Kaybolurdu ellerim, babamın o kocaman ellerinin içinde. Hayretle seyrederdim; “Benim bu küçücük ellerim de bir gün gelip büyüyecek miydi?” diye düşünürdüm herhalde.
Kulağıma, sevgiyle söylenen adım gibi, duâları ve ninnileri ruhu canımla sevdim. İçtendi, samimiydi. Bediüzzaman’ın; “İnsanın sesinden nefesi, nefesinden de nefsi anlaşılır” dediği türden bir hisle, ruhum söylenenleri anlamasa da hissediyordu.
Duâ ederken, yarım dönüp babamın yüzüne bakardım bazen. Gülümserdi hemen. Başımı okşar, öperdi. Nurânî simasını, ışıl ışıl parlar görürdüm. Dudakları kıpır kıpırdı. Dilinden bazılarını anladığım, bazılarını ise hiç anlamadığım acayip kelimeler duyardım. Hoşuma giderdi bu tılsımlı sözler. Sonra, epey sonra ellerini yavaşça yüzüne doğru götürüp sürerdi. Duânın bittiğini anlardım. Âdetiydi, bir tutamda avuçlarımdan bir şeyler alır gibi yapardı. Gıdıklanır gülerdim. Sarmaş dolaş kalkardık. Önemli bir görevi yaptığımıza inanırdım. Bu anların gelmesini, heyecanla ve iştiyakla beklerdim. Bunun öncüsü ve habercisi olduğu için, ezan seslerini hep sevmişimdir.
Hatırladıkça o günlerin en küçük bir anı, bir karesi bile ruhuma, şimdi bile huzur veriyor. Her şey ne kadar küçüktü. Sadece Allah vardı ve Allah ne kadar büyüktü. Kendisinden her şey, ama her şey istenecek kadar büyüktü. Bunu, duâ ederken daha iyi anlardım. Milyarlarca insanın hadsiz ihtiyacını gören, bilen ve veren sonsuz bir merhamet sahibiydi O. Yüce Yaratıcının varlığını kalbim hissederdi. Allah var, keder yoktu. Ne hastalık, ne zelzele ne ölüm, hiçbir şey Allah’tan büyük olamazdı. Korkutamazdı. Ruhum, bunu derinden duyardı. Rahatlardı. Bizi bir seven vardı.
Yüce Rabbimizin, biz kullarına olan şefkat ve merhametini yaz kış demez, gece gündüz hiç eksilmez bilirdik. Sonsuz rahmet sahibi bilirdik O’nu. O, Samed’di. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu ama biz O’na muhtaçtık. İşte bu gece, o günleri yeniden yaşadım. Bir baba ile çocuğun el ele, yanak yanağa duâlarını düşünürseniz siz de bana hak verirsiniz. Dünyada bundan daha güzel bir manzara olamaz herhalde. Bir hayal edin lütfen, hak vereceksiniz.
Bunun için mi acaba Fazıl Hüsnü Dağlarca; “Çocuk ve Allah” kitabındaki bir şiirinde;
“Çocuğum sana yalvarıyorum.
Ellerin çirkinleşmeden duâ et,” diyordu.
…
Dâvet mânâsına gelen duâ’nın ‘d,u,a’ harfleri bile şifreli ve güzel. Bu dünyada hepimizin duâyla ilk tanışması, sanırım kulağımıza ezan-ı Muhammedî (asm) okunup, ismimiz verilirken olmuştur. Rabbim, bu dünyadan ahirete giderken de dilimizi duâsız ve Kelime-i Şehadetsiz bırakmasın inşallah.
Yaradanıma şükürler olsun. Dünden bugüne, çevremizdeki insanlar hep duâlı insanlardı. Güzel şeyler öğrendik, çok dersler aldık onlardan. Duâ etmek, bu insanlar için nefes almak ve yaşamak gibi bir şeydi. Olmazsa olmazdı.
İyi ya da kötü günler fark etmezdi onlar için, her halûkârda duâlıydı dilleri. Hiçbirinin ellerinde, bildiğimiz türden bir duâ kitabı da görmedim. Ama hayatı bir duâ kıvamında, hâlisane yaşarlardı. Allah ile olmayı, duâ ile yaşamayı kolaylamışlardı. Onlar, herkesin aradığı huzurlu bir hayatı, çoktan bulmuşlardı. Bu mübarek insanların arasında büyüdük, saygıyı, sevgiyi onlardan gördük. Duâyı onlardan öğrendik. Kimi “Ya Ehad” derdi, kimi “Bismillah” kimi “Allah korusun” derdi. Selâmı, sabahı ve merhabayı hep onlardan öğrendik. Alçakgönüllü ve Allah dostuydu hepsi. Marangoz Ramiz Amca, Berber Hilmi Ağabey, Şekerci Emin Ağabey, Süleyman Amca, Hüsnü Dede, Hüseyin Dede, Hasan Amca, İmam Halit Hoca, Terzi Mustafa Ağabey, Bakkal Arif Amcaların ve daha nicelerinin ruhlarına fatihalar ve hayır duâlar olsun inşaallah.
…
Evet, Yaratanımıza karşı bir şükür, bir vefa borcumuzdur duâ. İstenilmeye lâyık olan sadece Allah olduğunu ilândır. Duâ bir ibadettir. Hz. Peygamber (asm), İbni Mes’ud’dan (r.a.) rivayetle: “Mallarınızı zekâtla emniyet altına alınız. Sadaka vermekle hastalarınızı tedavi ediniz. Belânın gelmemesi için duâ ediniz” buyuruyor.
Duâ, ne kadar temiz bir dil ve sâfi bir yürekle yapılırsa, o kadar huzur veriyor. İhtiyacını, derdini bilecek, karşılayacak bir Rabbin varlığına inanmak ve bunları sadece ondan beklemek, sevdiklerimiz için sıhhat, âfiyet ve esenlik dilemek, ruhumuzun vazgeçilmez bir gıdasıdır. Allah’a yaklaştığımız özel anlardır.
Sonsuz bir huzur duyarım duâlarda. Dünya dolusu insanı ve içindeki her şeyi Kadîr olan Allah’tan başka kime emanet edip de rahat olabilir ki insan. Ya dünya kadar derdin var, ya da her derdini bilen, gören ve karşılayan biri var. Başkası yok. Bu duygu en sahici yanıyla, her an karşımızda. Karar vermemizi bekliyor. Ya ‘adam sen de’ deyip, olanı biteni görmezden geleceğiz. Ya da inancımızın gereği olarak, bir kul gibi bize yakışanını yapacağız. Kalplerimiz ancak Allah’ı anmakla ve hatırlamakla tatmin oluyor, doyuyor, huzur buluyor.
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Kazanmak mı, kaybetmek mi? |
|
Yalan dünya birçok insanı girdabına aldığı gibi, inananları da maalesef bir çok noktada çekim sahasına dahil etti.
İnsanoğlu, şu yalan dünyada, ne onsuz olabiliyor, ne de onunla?
İşine karışsan bir türlü, karışmasan bir türlü!
Kimsenin aklı ermiyor, eremiyor bu yalancı diyarın gidişâtına, hallerine!
“Akıllı adam odur ki, bu dünyada ne kazandığına sevinsin, ne de kaybettiğine üzülsün!” hakikati tam bir tesellici bu durum için.
Bugünkü şartlarda kazanabilmenin tek şartı; hak namına, hakikat namına bakabilmek. Yoksa hep kayıptır.
Bununla beraber maalesef çoğumuz, kayıpta mı, kazançta mı olduğumuzun farkında bile değiliz.
İnançlı kesim olarak bizi ilgilendiren ve üzen nokta ise, “zındıka oyunları ve ecnebi parmaklarının” çoğu zaman dindar camiada meydana getirdiği değişim, yıkım, yozlaşma, vurdumduymazlık, sorumsuzluk, suskunluk, ürkeklik, korkaklık, malayani yorumlar ve aşırı kimlik bunalımı ile depresyon halleridir.
Asrın müdakkik sosyoloğu ve manevî tabibinin teşhislerinde en güzel şekilde yerini bulan; “zındıka komitesi, ecnebî parmakların”, akıl almaz plânlarla “toplum mühendisliği” projesinin devamı nitelediğindeki ince bir ayar ve plânla mânevî sahada meydana getirdiği sisli ve puslu havadır. Masum kitlenin çoğu, böylece girdaba yuvarlanmış durumda ama farkında bile değil.
Dünya malı hırsı ile yapışılan her meta, onu talep edene ağır mükellefiyet ve sorumluluk getiriyor. Bu öyle fasit bir denge ki, mânevî ağırlığa verilen önemin hafiflemesi, maalesef ki maddiyâta verilen değer ve önemi arttırıyor.
Bütün bunların teknolojik ve matematik hesaplarıyla yapılan değerlendirmeleri, bizlerin akıl ve muhakemesinde sabitlendiği ve net olarak bilindiği halde neden vazgeçemiyoruz?
İşte onun cevapları da Nurun satır aralarında gizli.
Bu gaddar, sefih, nizamı bozulmuş, keşmekeş asrın cazibesi, oyunu, tuzağı ve zındıka komitelerinin ifsâdâtlarına kayan kör hissiyat, âsab, nefs-i emmâre gibi duyguların baskı ve tesirleri, nice masumların bile bile kanına giriyor. Benliğinden ediyor.
Olay çok dehşetli, şartlar çok zor, kaçınmak birçok insan için hemen hemen imkânsız gibi duruyor. Ama işte tam bu noktada bir can simidi, kurtuluş ümidi beliriyor.
“İştirak-ı âmâl-i uhreviye” deryasına tâbî olmak.
“Şirket-i maneviye” havuzuna dalmak.
“Başka kardeşlerin gözüyle bakmak, kulaklarıyla da işitmek” gerçeğine uymak.
Mâneviyâta zarar veren icraatların kapılarımızdan, gönüllerimizden uzak olması duâsı ve temennisinden başka elimizde bir yaptırım gücümüz yok.
Dertlerin kol gezdiği dünyamızda, tıp noktasında her gün bütün imkânlarını kullanma yolunda hastane kapılarında zaman törpüleyen, ömür tüketen milyonlarca insan var!
Mânevî tabiplerin “şâhı ve padişahının” yazdığı Kur’ânî reçeteler bizi ve sizi bekliyor. Satır aralarında, dost meclislerinde, hanelerde, bağlarda, kırlarda. İşte can alıcı bir tespit ve tedavi metodu:
“Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risâle-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, halis, sadık, fedakar şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.” (Kastamonu Lâhikası, s. 47; Mektûbât, No: 64)
Cenâb-ı Hak, şahsımıza, aile efradımıza, dostlarımıza, camiâmıza ve bütün Müslümanlara “arzîlikten” uzak, “semavîlikle” örtüşen bir hayat yaşamayı nasip etsin inşaallah.
Bütün dünya Müslümanlarına akıl, iz’an, sabır, feraset, basiret ve ufuk versin. Yanlış ve günahlara düşürmesin. Şeytan, Deccal ve Süfyanın oyunlarına getirmesin. (Âmin)
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İşe nefisten başlamak |
|
“MÜTEKELLİM âciz kalbimdir. Muhatap âsî nefsimdir.”1
“Yazdığım hakâik-ı îmaniyeyi [iman hakikatlerini] doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi dâvet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’âniyeyi [Kur’ân ilâçlarını] arayıp buluyorlar.”2
“Kendi nefsime kazandığım hakàik-i îmaniyeyi [îman hakikatlerini] ve nefsimde tecrübe ettiğim mânevî ilâçları, sâir insanların eline geçmek için o kapıyı açık bırakıyorum.”3
Nefse hitap; nefsi yola, hak ve hakikatleri kabul ve uygulamada şevk ve gayrete getirme o kadar önemli ki, yukardaki satırlarda görüldüğü gibi, Risâle-i Nur Külliyatının muhterem müellifi Bediüzzaman Hazretleri, altı bin sayfayı bulan eserlerinde, ilk mütekellim ve muhatabının kim olduğunu bu ve buna benzer cümlelerle açıkça anlatıyor.
Bediüzzaman Hazretlerinin Birinci Söz’e başlarken de şu ifadeleri kullandığını görüyoruz: “Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum.”4
Bediüzzaman Hazretlerinin milyonlarca insanda etkili olması, gönüllerinde taht kurmasının temelinde işte bu hakikat vardır.
Bediüzzaman, sünûhat, tulûat ve ilhâmât şeklinde kalbine gelen hakikatleri, nefsine hitâben söylüyor. Nefs-i mutmainne makamına erdiği, onca büyük makamda bulunmasına rağmen kendi en küçük kusurlarını dahi büyük ve kendini nasihata muhtaç görüp öyle söylüyor. Nefs-i emmârenin gerçek mahiyetini göz önüne alıp öyle söylüyor.
Bu hakikatler gösteriyor ki önce işe nefisten başlamak gerekiyor.
Çünkü “Nefsini ıslâh etmeyen, başkasını ıslâh edemez.”5 Hem ondan daha büyük bir düşman da yok. Her an bizimle beraber olduğu için dış düşmanın dahi yapamayacağı hileleri yapabilmekte, “öz yurdunda parya” misâli insanı esareti altına alabilmekte, olur olmaz şeyleri yaptırabilmektedir.
Öyleyse insanın ilk işi nefsi yola getirmek, eğitmek olmalıdır.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nûriye, s. 230.
2- Mektûbat, s. 73; Şuâlar, s. 397, 427; Tarihçe-i Hayat, s. 262.
3- Şuâlar, s. 390.
4- Sözler, s. 12.
5- A.g.e., s. 279.
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Namazda sütre |
|
Yaşar Hanım: “Namazda önüne sütre koymanın hükmü nedir? Küçük mescitlerde namaz kılanın önünden geçilir mi?”
Namaz kılan kimsenin, ister küçük mescitlerde, ister büyük câmilerde, ister evinde, ister boş arazide; nerede olursa olsun, önünden geçilme ihtimali olan her yerde kendisine sütre edinmesi sünnettir. Sütre, namaz kılan kişinin, önünden başkasının geçmesine mâni olacak şekilde, secde mahallinin önünde veya yakınında, kıbleye karşı bulundurduğu duvar, direk, değnek, kürsü, sandalye gibi maddelerden ibarettir.
Musa bin Talha (ra) anlatmıştır: Biz namaz kılarken hayvanlar önümüzden geçiyorlardı. Bunu Resûlullah’a (asm) zikrettik. Resûlullah Efendimiz (asm): “Önünüzde semerin arka kaşı gibi bir şey olursa, onun önünden geçenler zarar vermez” buyurdu.1
Abdullah bin Ömer (ra) anlatır: Resûlullah Efendimiz (asm) bayram günü namaza çıktığı zaman bir harbe taşınmasını emrederdi. Harbe namazda karşısına dikilir, kendisi ona doğru namaz kılar, halk da onun arkasından namaza dururdu. Bunu seferde de yapardı.”2
Abdullah bin Ömer’in (ra) başka bir rivayeti de şöyledir: Resûlullah (asm) binek devesini kendisiyle kıble arasına alır ve ona doğru namaz kılardı.3
Ebu Cüheym el-Ensârî (ra) dedi ki: Allah Resulü (asm) şöyle buyurdu: “Namaz kılanın önünden geçen kimse ne kadar günah işlediğini bir bilse, namaz kılanın önünden geçmektense, kırk gün yerinde durmayı daha hayırlı bulurdu.”4
Özürsüz olarak; başkalarının gelip geçeceği yeri veya yolu önüne alıp, sütresiz bir şekilde namaz kılan kişi günahkâr olur. Özürsüz olarak, namaz kılan birisinin sütresi ile kendisi arasından geçmek de haramdır.
Önü açık yerlerde namaz kılan, önünden birilerinin geçebileceğini tahmin ediyorsa, alnının hizasına, secde yaptığı yerin hemen önüne sandalye hacminde bir şey koyar. Eğer bir şey koymak mümkün olmuyorsa, secde yaptığı yerin önüne uzunluğuna veya yarım daire şeklinde bir çizgi çizerse, bu da sütre vazifesini yapar.
Cemaatle kılınan namazlarda, yalnız imamın secde mahallinin önünde sütre bulunması, cemaat için de yeterlidir. Cemaatin ayrıca sütre edinmesine gerek yoktur.
Camilerde veya mescitlerde öndeki safta bulunan boşluğu doldurmak için, başka yer yoksa namaz kılanın önünden geçmek caizdir. Kâbeyi tavaf eden kişinin de, tavaf esnasında, sütre edinmeksizin namaz kılan kimsenin önünden geçmesi caizdir.
Büyük camilerde veya açık arazilerde namaz kılanlar kendilerine sütre edinmişlerse, kendileri ile sütreleri arasından geçilmemelidir. Eğer sütre edinmemişlerse, kendilerinin takriben üç metreye kadar önlerinden geçilmemeli, daha gerisinden geçilmelidir. Küçük mescitlerde veya oda içlerinde namaz kılanların ise, kendileri ile kıble duvarı arasından geçilmemelidir.
Sehl ibni Sa’d es-Saidî (ra) şöyle demiştir: Resulullah’ın (asm) namaz kıldığı yer ile kıble cihetindeki duvar arasında ancak bir davar geçebilecek kadar bir yer vardı.5
DUÂ
Allah'ım!
Bize makbul saydığın duânın, ibâdetin ve amelin yollarını ve hallerini göster! İbâdetlerimizi kabul buyur! Bizi katında rükû ve secde edenlerden yaz! Namazın kadr ü kıymetini anlamayı ve amel etmeyi bize ve çocuklarımıza müyesser kıl! Namazı dînimizin direği kılmayı nasip kıl!
Yaptığımız hayırlı ve salih amellerimizi kabul buyur! Günahlarımızı bağışla! Muhakkak Sen işiten ve görensin! Gönlümüze ferahlık ver! Kalbimizi günah kirlerinden arındır! Amellerimizi rızâna ulaşmamız için vesîle kıl! Duâsı ve ibâdeti makbul kulların arasına bizi de ilhak buyur!
Âmîn...
Dipnotlar:
1- Müslim, Salât, 242; Tirmizî, Salât, 248
2- Müslim, Salât, 245
3- a.g.e., 247
4- Müslim, Salât, 261; Tirmizî, Salât, 249
5- Müslim, Salât, 262
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Yeni bir toplum inşâsı için |
|
Tarih boyunca toplumumuz hep siyasî eşikle balansa tabî tutulmuş. O yüzden de bizim zihinlerimiz bir türlü sivilleşemiyor. Baktığımız her yerde devletimizin âlî, yüce ve haşmetli çehresini görmek zorundayız. Her şeyimizi devletten bekleme geleneğimiz de buradan kaynaklanıyor zaten. Kendi dönüşümümüzü her zaman başkalarının değişim rüzgârlarının ellerine bırakalıberi de nerede olduğumuzu tayin etme yetkinliğimizi kaybetmiş durumdayız maalesef.
İşte bu yüzden de hak taleplerimizde iki taraflı güvensizlik zihinlerde rövanşını alıyor ve hemen karşılıklı ipler gerilmeye başlıyor. Küçük çocukları dahi güldürecek basitlikte kelimeler üzerinden öyle büyük yaygaralar kopartılıyor ki, tartışma âdâbını dahi yitiriveriyoruz. En kadim problemlerimizde bile çözüm odaklı konuşmalar ve tartışmalar yapmak yerine en mayınlı yerden söze başlayıp, sonra da işimize geldiği şekilde çarpıtmalar yaparak güya fikrî zeminimizi kuvvetlendirmeye çalışıyoruz. Bu basitlikle kim ne kazanacak merak ediyorum. Çocuklarımıza, gelecek nesillerimize nasıl bir gelecek bırakacağız? Herkes kendi arzuladığı Türkiye’yi oluşturmak için diğerine çamur atıyor. Halbuki bilmiyor ki, çamur atanı da, atılanı da kirletir ve sonunda ortalığı bataklığa çevirir.
Şu an geldiğimiz noktanın da bundan farklı olduğunu sanmıyorum doğrusu. Bu yüzden de oturup âcilen bu bataklığı karşılıklı nasıl temizleyeceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Yarın çok geç olabilir. Bütün siyasî çekişmelerin, korkuların, vehimlerin ve varsayımların üzerinden değil, toplu olarak bütün renklerin güzelliğini yaşamaya çalışarak.
Bütün değerleri milliyetçilik, muhafazakârlık, ulusalcılık gibi kavramlarla kısırlaştırmadan. Kimseyi birini seviyor ya da sevmiyor diye mahkûm etmeden. Suç sayılacak şeylerin korkularımızın bir uzantısı olmasına izin vermeden. Yeldeğirmenlerine saldırır gibi, milleti kurtarmak adına bütün renkleri öldürmeden.
Sonra hepimiz renksiz ve kişiliksiz bir coğrafyada çoraklaşmış varlığımızla başbaşa kalakalacağız. Bunun bedelini de çocuklarımız ödeyecek. Tıpkı bizden öncekilerin yapmadıkları ve mayınlar döşeyerek ellerimize teslim ettikleri bu meseleler yüzünden şu an bizim yaşadığımız acılar gibi.
Torunlarımız da, “Bize iki yüz yıldır karınca adımı kadar ilerlemeden aynı problemleri bırakan dedelerimiz ve ninelerimiz, şu an insanlık bilginin ışığında dünyayı avuçlarında kucaklarken siz bize ne bıraktığınıza mezarlarınızdan başınızı çıkarıp bir bakın?” diye soracaklar.
Neden bu ülkede de, düşünen, okuyan, sorgulayan, ahlâklı ve başkalarına da saygılı bir toplum inşâ etmek için hep birlikte yola çıkmıyoruz? Hepimiz korkularımızı, alışkanlıklarımızı, düşmanlıklarımızı bir kenara bırakıp, insan olmanın derin inceliklerini keşfederek birbirimizin inancına, ırkına, rengine, diline bakmadan yola koyulmuyoruz? Bir yüzyıl daha kaybetmeye kimin tahammülü var? Kim bu kadar zamanı daha kaybetmeyi göze alabilir, tâ ki, art niyetli olmasın…
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Kuşlar ve böcekler |
|
Makul ve mantıklı olduğu kadar, gayet de meşhûr olmuş bir sözdür: "Koyun yavrusuna süt, kuş yavrusuna kay verir."
Kay, burada böcek ve haşere anlamında kullanılıyor.
Kuş, kanatlı olsun olmasın, yakaladığı haşereyi gagasıyla etkisiz hale getirip yavrusuna öyle yediriyor.
Yine de, bazı böcek türleri dikenli, yahut zehirli olduğundan, bunları yiyen kuş yavruları bazan ölebiliyor. Her ne ise...
Burada önemli olan husus, binlerce kuş türü başta olmak üzere, tavuk, sülün, keklik gibi bütün kanatlı havyanların temel gıda ve besin kaynağının böcek ve haşere taifesi olduğunun bilinmesi ve anlaşılmasıdır.
Kanatlı hayvanlar, uçsun uçmasın bütün böcek çeşitlerini yerler.
Kuşlar, üremeleri çok hızlı olan böceklerin bir kısmını havada yakaladıkları gibi, bir diğer kısmını da toprağı eşelemek suretiyle bulup yerler.
Kuşlar öldüğünde ise, bu kez onlar böceklere yem olurlar.
Bu iki tür ve iki taife, ekolojik nizam içinde harikulâde bir dengeyi sağlıyor.
Kuşlar, bir şekilde vurulduğunda, ya da telef edildiğinde, çekirge âfatı, böcek belâsı, yahut kene istilâsı meydan alır.
Tersine, çeşitli ilâçlama yöntemleriyle böcekler öldürülüp telef edildiğinde ise, bu kez bundan hem kuşlar, hem de insanlar büyük zarar görüyor.
Zira, böceği öldürecek kadar etkili olan bir ilâç, mutlaka insan ve sair canlıların da hücrelerine, dokularına zarar veriyor. Bundan da, ortaya çeşit çeşit hastalıklar çıkıyor.
* * *
Geçtiğimiz yıllarda, özellikle köy tavukları ve köyde yetiştirilen diğer kanatlı hayvanlara yönelik olarak ürpertici bir telefât hadisesi yaşandı.
Bundan maksat, tehlike arz eden kuş gribini önlemekti. Oysa, bu işin altında başka işler, başka maksatlar vardı.
Köy tavukçuluğunu bitirmek, köy yumurtasını piyasadan silmek isteyen bazı doymak bilmez vicdansızlar, bu tavuk itlâfını alabildiğine körüklemeye çalıştılar.
Peki, sonra ne oldu?
Olanı biteni, işte hep birlikte görüyor ve yaşıyoruz. Tavuk ve sair kanatlı hayvanların itlâf edildiği aynı alanları şimdi öldürücü kene türleri istilâ etti.
Zira, köy tavukları sabahtan akşama kadar etrafı dolaşarak ve toprağı eşeleyerek bulduğu kene türü böcekleri temizliyorlar. Bununla hem kendileri besleniyorlar, hem de insanlara mânidar bir hizmet sunuyorlar.
Ama, gelin görün ki, hikmet dolu bu fıtrî hizmetin farkında olmayan bazı gafil insanlar, öyle bir yanlışın içine düşüyorlar ki, hayatı kendilerine adeta zindan ediyorlar.
Son olarak, sitemkâr bir suâlimizi de hükümete ve resmî makamlara tevcih ediyoruz: Büyük masraflarla giriştiğiniz tavuk itlâfı gibi, böcek ilâçlamanın da artık hiçbir fayda vermediğini, aksine her yönüyle zarar verdiğini acaba ne zaman idrak edeceksiniz?
Tarihin yorumu = 21/22 Haziran
1940/41
Hitler, çok büyük oynadı
Beş–altı sene devam eden (1939–1945) II. Dünya Savaşının çok önemli ve bir o kadar da kritik geçen günleri, dönemleri var.
Meselâ, 1940 ve 1941 senelerinin 21 ve 22 Haziran günleri gibi... Şimdi, bu kritik zaman kesitlerine kısaca değinelim.
Hitler, Alman birliklerini 1940 senesinin Haziran ayı ortalarında Paris'e soktu. Peşpeşe indirdiği darbelerle Fransız kuvvetlerini çökertti. 21/22 Haziran günlerinde, Fransız hükümetini antlaşmaya zorladı. Aksi halde ülkenin tamamını işgale girişeceğini söyledi.
Fransa, Hitler'in teklifini kabul etti ve iki ülke arasında antlaşma sağlandı. Buna göre, Almanya Fransa'nın kuzey kısmı ile Atlas Okyanusu sâhillerini işgali altında, ülkenin üçte ikilik kısmını ise kontrolü altında tutacak.
Hitler, bu geçici Paris Zaferinin hemen ardından İngiltere'yi hedef aldı. İki ülke arasında şiddetli hava bombardımanı yaşandı. Ancak, karşılıklı büyük kayıplara rağmen, biri diğerine üstünlük sağlayamadı.
* * *
Bir sonraki sene, yani 1941 yılı 21/22 Haziran'ında ise, Adolf Hitler bu defa Sovyet Sosyalist Rusya'ya karşı çok şiddetli bir saldırı harekâtına girişti.
Maksadı, Rusya'yı tümüyle işgal etmek ve bu büyük ülkeyi Almanya'nın boyunduruğu altına almaktı. Alman panzer birlikleri, 22 Haziran günü adına "Barbarossa Harekâtı" denilen bir saldırı harekâtına başladı.
Kızıl Ordu, bütün gücüyle bu saldırıyı geri püskürtmeye çalıştıysa da, ciddî kayıplar vermekten kurtulamadı.
Rusya'ya yönelik Alman taarruzu, kış şartlarının iyiden iyiye ağırlaştığı Aralık ayına kadar devam etti. 5 Aralık 1941'de ise, hız keserek durma noktasına geldi.
Hitler, bu savaşta çok büyük oynadı. Ancak, sonunda mücadeleyi kaybetti ve bunalıma girerek hayatına son verdi.
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Din, devlet, siyaset |
|
Her ne kadar tartışmaya açık ve aksini söylemeye müsait yönleri olsa da, “Artık kendi kulvarında siyasetten bağımsız bir yapıya oturduğu için, ekonomi siyasî dalgalanmalardan fazla etkilenmiyor” görüşünün kısmen de olsa gerçeği yansıtan bir tarafı olabilir.
Fert ve toplum hayatının önemli boyutlarından biri olan ekonomi, günü birlik ve gelip geçici siyaset rüzgârlarından ne kadar az etkilenirse, insanlar o derece rahat ve güvenli olurlar.
Aynı şey hayatın diğer alanları için de geçerli.
Ve bunların başında dinî hayat geliyor.
Dikkatle bakılır ve iyi değerlendirilirse, bu alanda yaşanan sıkıntıların temelinde, devlet ve —sahip çıkıp savunma amaçlı da olsa—siyaset kaynaklı müdahalelerin yattığı açıkça görülür.
Yaşadığımız tecrübeler de gösteriyor ki, devlet ve siyaset dinden elini çekmediği ve dinî hayatı ikisinden de bağımsız bir konuma yerleştiremediğimiz müddetçe sıkıntılar bitmeyecek.
Peki, bunlar kendiliğinden ellerini çeker mi?
Devletin de, siyasetin de tabiatının buna müsait olmadığı açık. Hele bizdeki uygulamada, dini tamamen vicdanlara hapsederek hayattan silme hedefiyle yola çıkmış bir ideolojinin güdümündeki devletten bunu beklemek çok abes.
Böyle bir devlet yapılanmasından kaynaklanan dayatmalara karşı çıkıp dinî talepleri gündeme getirme yolu olarak siyasetin doğru bir yöntem ve tercih olmadığı da anlaşılmış olmalı.
Dinin, sivil, özgür, bağımsız ve gayri siyasî bir zeminde yaşanması ve savunulması gerekiyor.
Çünkü din, esas itibarıyla ölümden sonrasındaki ebedî hayata yönelik, uhrevî amaçlı, ama bunu yaparken dünyayı ihmal etmeyen, ancak dünyevî hayata ilişkin düzenlemelerini de ahiret perspektifine yerleştiren bir inanç sistemi.
Devlet ve siyaset ve ortak paydalarını oluşturan “iktidar” olgusu ise dünyevîliği önceliyor.
Dünyevî iktidar, “uhrevî amaçlar”la yola çıktıklarını söyleyenleri dahi kısa sürede yolundan saptırabilecek tuzaklarla dolu bir alan. Gerek o iktidarı elde etmek, gerekse elde tutmak için verilecek mücadelenin karakteri bunu getiriyor.
Hilâfetin Âl-i Beyt’te devamına kaderin fetva vermeyişinin hikmetlerinden birini “Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur idiler” (Mektubat, s. 100) diyerek açıklayan Bediüzzaman, “Güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i salihînden başka, siyasetçi tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar ve müttakî olanlar siyasetçi olmazlar” (Emirdağ, s. 53) tesbiti ile bu gerçeğe dikkatimizi çekiyor.
Bu itibarla, imanî ve İslâmî hakikatleri, Kur’ân hükümlerini muhafazayı amaçlayan İslâm hizmeti öyle bir vazife ki, talibinin başka bir yükü daha omuzlamasına imkân ve fırsat vermiyor.
Sadece Allah rızasına ve ahirete endeksli bu vazifenin üzerine dünyevî gölgeler düşmemeli.
Dinî ve manevî hayatın gelişmesi, dinî hizmetlerin bu temel üzerinde, tamamen bu ölçüler çerçevesinde, bu anlayışla yapılmasına bağlı.
Eğer bu temel sağlam inşa edilirse, hariçten gelebilecek hiçbir müdahale, baskı ve dayatma dinî hayata kalıcı bir zarar veremez. Onun için Bediüzzaman, Osmanlının son dönemindeki siyasî çalkantılardan İslâmın olumsuz etkilenebileceği kaygısının yersizliğini şöyle vurgulamıştı:
“İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. (...)
“İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden (dinin elden gideceğinden korkan) adamın dinde hissesi, beytül-ankebut (örümcek ağı) gibi zayıf düşmüş. Cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür.” (Münâzarat, s. 28 ve 30)
Aynı bahiste, İslâmın kâinata kök salan hakikatlerine sahip çıkma görevinin devletten önce topluma ve her bir ferde terettüp ettiği dersi de var ve bu, en çok ihtiyacımız olan derslerden biri.
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Her ‘adım’ın değeri var |
|
Yaklaşık on gün önce, pek çok kişi gibi bizim e-postamıza da bir mesaj düştü. “Darbeye Karşı Ses Çıkar” başlıklı mesajda, “21 Haziran 2008 Cumartesi günü, yılın en uzun, en aydınlık en beyaz günü. İşte o gün 50 yıldır cesaret edemediğimiz, hep geç kaldığımız bir şeyi yapmak için toplanacağız” deniyor ve herkes ‘darbeye karşı ses çıkar’maya dâvet ediliyordu.
Mesajın devamında da şöyle denilmişti: “Demokrasiden, adaletten, özgürlükten yana ve darbeye karşı bir ses çıkartmak için. O sesi 27 Mayıs 1960’da çıkaramadık. Bir başbakan gözlerimizin önünde asıldı. 27 Mayıs’a sessiz kalışımızın bedelini 12 Mart 1971’de hayatlarının en güzel çağındaki gençler ödedi. Yine sessizliğe gömüldük. Ve o sessizliğin de bir bedeli vardı. 12 Eylül 1980’de yüz binlerce genç o bedeli ödedi, biz yine sessizce izlerken. Tarih tekerrür etti. 12 Eylül 1980’nin sessizliğine doğan kızlar 28 Şubat 1997’de üniversite kapılarından başörtüleri yüzünden geri çevrildi, kaçınılmaz bedeli bu kez onlar ödedi. Sessizdik. Sessizliğimiz cesaret verdi. 27 Nisan gecesinin sessizliğini bir e-muhtıra bozdu. Karanlıklar içinde sessizce Susurluklar, Şemdinliler oldu, Ergenekonlar kuruldu, Savcılar linç edildi. Sessizliğimizden cesaret alanlar hukukun arkasına saklanıp siyaseti tehdit ettiler. Şimdi yılın en uzun ve en güzel günü şehrin orta yerinde sessizlik yeminlerimizi demokrasiden, vicdandan, adaletten yana derinlerden gelen bir uğultu sesiyle bozuyoruz. Kepenkleri indiriyoruz, televizyonu kapatıyoruz, yemeğin altını söndürüyoruz, işimizden izin alıyoruz birlikte (İstanbul) İstiklal Caddesi boyunca bir akşamüstü yürüyüşüne çıkıyoruz. Tek renk, tek slogan, tek pankartla. Beyazlar içinde. Bir daha karanlıklar üzerimize çökmesin diye, Kırıp dökmeden, kimseyi üzmeden olan bitenden rahatsız olduğumuz bilinsin diye. Yıllardır süren sessizliğimizin bedelini bir daha çocuklarımız ödemesin diye. Biliyoruz çok geç kaldık ama daha da geç kalmayalım diye. Bu kez iş işten geçmesin, ağır çekim darbe amacına ulaşmasın diye. Demokrasiden, siyasetten, özgürlükten, yeni bir sivil anayasadan yana; yargı darbesine, darbe tehditlerine karşı vakur bir ses çıkarmak için, ilk sivil bir uyarıyı vermek için, Yargı darbesiyle işlevsizleştirilen Meclise dokunmayın demek için, 21 Haziran 2008 günü, yılın en uzun, an aydınlık, en güzel, en berrak günü bir akşamüstü şehrin orta yerinden, Tünel’den Taksim’e doğru sessizlikten bir ses olup yürüyoruz.”
İlgili mesaj, “Gelir misin?” diye noktalanıyordu. Mesajı ilk okuduğumda “Niçin gelmeyeyim ki, inşallah gelirim!” dedim. Mevlâm bir zeval vermezse, bugün akşam üstü (17.00’de) “Benim de bir ‘karşı adım’ım olsun” diyerek “70 milyonla” beraber, gelemeyenlerin de duâsının desteğiyle demokratik tepkimizi ortaya koyacağız.
Şunu biliyoruz ki, “Bir millet, cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti de müstebit yapar.” Dolayısı ile, hepimiz; hakkımızı, hukukumuzu bilmek ve bunları elimizden almak isteyenlere ‘dur’ demek zorundayız. “Neme lâzım, bir ‘karşı adım’ atmakla ne değişir, kim bizi/sizi/onları dinler?” demekle bir yere varamayız. Aksine, biz bir ‘karşı adım’ atarsak, meydana gelen ‘titreşim’, ihtilâlcilik oynayan ‘sağır sultanlar’ın duymasına ve görmesine sebep olabilir.
Unutmayalım, her adım, yerinde ağırdır...
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Yeni sınav sistemi… |
|
Bugün ilköğretimin son üç sınıfı için de “seviye belirleme sınavı” (SBS) var. İki milyona yakın öğrencinin gireceği sınav, güya öğrencilerin sınav stresini azaltmak ve özel dershanelere bağımlı olmaktan kurtarıp okula bağlamak için “ortaöğretim kurumlar sınavı”(OKS) yerine ikame edildi. Ne var ki uygulama tam tersi garip bir tablo ortaya çıkardı.
Aslında durumun böyle olacağı baştan belliydi. OKS’de yalnız son sınıfın bitiminde sınavlara girilirken, yeni sistemle her üç sınıfın sonunda sınavlar yapılmakta. Böylece dershanelere devam eden öğrenci sayısı katlanmakta…
Önceleri 8. sınıfta sınav kaygısına giren milyonlarca öğrenci, “ilkokul”un ardından “ortaokul”a adım atar atmaz bir yarış atı gibi sınav tedirginliğine girmekte. Öğrenciler okulda başarılı olma telaşıyla yılsonu SBS arasında âdeta paralanmakta…
Böylece üniversiteye giriş bir yana, lise öğretimine giriş dahi sınavla olan çarpık bir “sınav sistemi” ortaya çıkmakta. Bu durum, özel dershanelere mecbur etmekle. İnsan haklarının en başında gelen ve Anayasada teminat altına alınan “eğitim hakkı”nı ve bu hakkı elde etmedeki eşitliği hiçe sayıp Türkiye’de orta öğretimi dahi dolaylı yoldan “paralı” hale getirmekte…
“SINAV”, BAŞARISIZLIĞA SEBEP…
Eğitimcilerin tespitiyle, puan değerlendirmedeki haksızlıklar ve müfredat ile soru-cevap dengesindeki yanlışlıklar bir yana, sistemin okul dışında özel dershanelere devamı, lise öncesinde sınavı bir sınıftan üç sınıfa yayması, haksız rekabetle eğitimde genel bir başarısızlığa sebebiyet vermekte.
Şu işe bakın; Türkiye’de lise sayısı 3700 civarında. Lâkin dört bin dershane bulunuyor. “Dershanecilik sektörü”, “eğitim kurumları”nın yerini almış, okulların yerine geçmiş. Öğrenciler okulda değil, âdeta dershanelerde eğitim görüyor!
Millî Eğitim Bakanı Çelik, “Ortaöğretimde geçiş modeli”yle OKS’nin yerine getirilen SBS ile eğitim kalitesinin artacağını ve öğrencilere bir yerine üç şans verildiğini belirtmişti. Ardından da ortaöğretimde sınavların üç yıla yayılmasından şikâyet etmiş; bu “model”le bunu öngörmediklerini dile getirmişti.
Bakan şimdi, “Okullarımız yok mu; yavrularımız okuldan mezun olduğu zaman, niçin üniversiteye rahatça giremesin?” diye öğrencilerin okullardan edindikleri bilgiden yeterince faydalanamadıklarından yakınan Başbakan’ın ortaya attığı “özel dershaneleri ortadan kaldırma plânı” üzerinde çalıştıklarını açıklıyor.
Peşinden, dershanelerin ortadan kaldırılabilmesi için önce onları var eden sebeplerin ortadan kaldırılması gerektiğini, aksi halde dershanelerin var olmaya devam edeceğini” ifâde ederek, dershanelerin devam edeceğini bir nevi itiraf ediyor.
Doğrusu, Millî Eğitim Bakanı’nın da dediği gibi “dershaneler sebep değil sonuç”; lâkin önemli olan bu “sebepler”in kaldırılması ki, yeni “ortaöğretim modeli” tam tersini getiriyor. “Sebepleri ortadan kaldırmıyor” daha da çoğaltıyor. OKS’nin yerine SBS ile atılan “ilk adım”, “alışkanlıklar”ı değiştirmek bir tarafa, dershanelere devamı “alışkanlığın” ötesinde bir nevi “zorunlu” hale getiriyor.
Zira bu “sistem” sürdüğü sürece, velilere “çocuklarınızı dershanelere göndermeyin!” demek, bile bile “sınavlarda başarısız olsunlar” anlamına geliyor ki zaten Bakan da, Başbakan da bunu söylemiyor, söyleyemiyor.
Ve bu gidişle temelden yanlış “sistem”in “dershanelere gerek bıraktırmaması” yakın ve hatta uzak gelecekte bir hayal gibi görünüyor…
“SÜREKLİ SINAV SİSTEMİ”NDEKİ RANT
HESABI…
Bu bakımdan iktidarının altıncı yılında Başbakan’ın iktidarın eseri “sistem”le bir heyûlaya dönüşen “sektör”den şikâyeti enteresan. Erdoğan’ın, “Çok açık söylüyorum, niçin acaba öğrenciler üniversite hazırlık kurslarına giderler? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Anlıyorum da, bu sistem nasıl oluşturulmuş?” sorusunun cevabı, bizzat sözkonusu “ikrar”da….
Lâkin Erdoğan’ın, “Bunu kaldırmaya kalktığınız zaman acaba hangi bariyerlerle karşı karşıya kalacaksınız?” cümlesi, ister istemez, ortaöğretim 6. sınıftan lise son sınıfına uzanan “sürekli sınav sistemi”nin arkasındaki “rant bariyeri”ni gündeme getiriyor. Bundandır ki Başbakan’ın, “bunlar az paralar değil, çok ciddi paralar buralara harcanıyor” diye şikâyet ettiği, “birilerinin çıkarına, menfaatine ters düşen” sistemin “milletimin menfaatine uygun” hale getirilmesi, sürekli erteleniyor…
Başbakan, “milletçe kurtulmamız lazım” diye konuşuyor; lâkin bu bir “temenni”den ibâret kalıyor. Çünkü bu “sistem”, dershaneleri kaldırmak bir yana daha da arttırıyor. Bakan Çelik’in, ortaöğrenimdeki bu “sistemin oturması”nı bekleyip, üniversitelere giriş sistemine ilişkin değişikliğin de OKS üzerinden geliştirilecek yeni bir sistemle gerçekleştirilebileceği açıklaması, bunu gösteriyor.
Oysa daha baştan “yanlış” olduğu belirlenen “hatalı sistem”den “netice” alınamayacağı ortada. Zarardan ne kadar erken dönülse kârdır…
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Ne olacak bu memleketin hali? |
|
Türkiye gündemi saat başı değişir hale geldi. Gizli yemekler, gizli toplantılar, gizli gündemler… Seneler önce çekilmiş fotoğraflar, görüşmeler birilerine servis yapılıyor. İç hesaplaşma uğruna Türkiye’nin gündemi değiştirilmeye çalışılıyor.
10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, ASAM Başkanı Washington eski Büyükelçisi Faruk Loğoğlu, Yargıtay eski Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, CHP’li Hikmet Çetin, İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker, Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nusret Aras ve Hacettepe Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Tuncalp Özgen akşam yemeğinde bir araya gelip “futbol” konuşuyorlar.
Başka bir zaman Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Salim Dervişoğlu, Orhan Gencebay, Bülent Tanla, Mithat Yümlü, Safder Gaydalı, İ.Ü. Rektörü Mesut Parlak, Süheyl Batum, Salih Kılıç, Tufan Türenç eski milletvekili İsmail Amasyalı’nın organizatörlüğünde yemekte buluşup “ülkenin içinde bulunduğu durum ve çözüm önerileri”ni konuşuyorlar.
Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ ile (önce yalanlanan, sonra 3-4 defa görüştüğü açıklanan) “memleket meselelerini” konuşuyorlar.
Toplantılarda konuşulanların pek çoğu kamuoyuna açıklanmadı, açıklanmaz da. Ancak Kanadoğlu’nun şu sözü ibretlik doğrusu. “Toplantı abartıldı” diyor. “Yeni bir parti kurma toplantısı mı?” sorusuna ise, “Anayasa Mahkemesi’nin kararını kutlama yemeği değildi. Dost yemeğinden ayrı bir anlam vermek çirkindir” (!) cevabını veriyor. “Tavla oynadınız mı?” sorusuna ise, tavla oynayacak kadar samimiyet yoktu” karşılığını veriyor. Samimiyet yokmuş ama futbol konuşulmuş!
Bunlar henüz gazetelere yansıyan özel görüşmeler. Muhtemelen de önümüzdeki günlerde böyle “gizli” toplantılar, yemekler, buluşmalar servise sokulacaktır. Herkes kendince memleketi ya da memleketi birilerinden kurtarmaya çalışıyor!
* * *
Bütün bunlar arasında gölgelenen başka bir konuya daha temas etmek istiyorum. Üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırma iddiası ile TBMM’de 411 milletvekilinin kabul oyuyla değiştirilen Anayasanın 10 ve 42. maddesinin Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmesiyle ilgili tartışmalar AKP’nin kapatma dâvâsına kaymış durumda.
Kapatma dâvâsı ile ilgili olarak AKP’nin esas hakkındaki savunmasını vermesinin ardından AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, “Türban savunması bizim söylemimiz değil. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın söylemleri arasında yer alan bir şeydir. Anayasa’nın 10 ve 42. maddesi açık. Orada türbanla ilgili bir şey yok. 10. madde eşitlik, 42. madde yüksek öğretim hakkıyla ilgili düzenlemelerdir ama bunu Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı türban düzenlemesi olarak algılıyor” demesine bir anlam veremedik doğrusu.
Hem değişiklik görüşülürken hem de sonrasında “üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırdık” denilmesiyle bu söz örtüşmüyor. Hani değişiklik üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırıyordu? Hangi söze inanalım?
* * *
Bunları görünce geçtiğimiz günlerde Kanada Başbakanı’nın bir “özrünü” hatırladım. Kanada Başbakanı Stephen Harper, Meclis’te düzenlenen törenle “asimilasyon amacıyla devlet okullarına zorla gönderilen yerli Kanadalılar”dan resmen özür dilemiş. Kanada’da 19. yüzyıldan 1970’lere kadar 150 binden fazla yerli çocuğu, Kanada toplumuna asimile edilmeleri amacıyla uygulanan bir program çerçevesinde devlet tarafından kurulan Hıristiyan okullarına “zorla” gönderiyormuş. Karardan memnun olan yerliler, kendilerinden resmen özür dilenmesinin, yerlilerle Kanada’nın geri kalanı arasında yeni bir ilişkinin başlangıcı olduğunu ve bu tarihî özrü somut tedbirlerin izlemesini umduklarını kaydetmişler.
Türkiye’de de yıllardır mağdur olan başörtülülerden hem yasakçıların hem de “meselenizi çözdük” deyip de çözmeyenlerin özür dilemesi gerekmez mi? Orada zorla okula alınmış, Türkiye’de de yıllardır başörtülüler okullara alınmıyor. Yerli lideri Phil Fontaine’nin söylediği gibi özür dilense insanlar arasında kaynaşmanın başlangıcı olmaz mı?
Sahi ne olacak bu memleketin hali?
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hasan YÜKSELTEN |
Bizi lükse alıştırmayın |
|
Allah’a yemin olsun, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Ben size dünyanın genişlemesinden korkuyorum. Sizden öncekilere dünya genişlemişti de hemen dünya için birbirleriyle boğuşmaya başladılar ve helâk oldular. Genişleyen dünyanın onlar gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (Hadis-i Şerif)
Belki okumuş veya duymuşsunuzdur. İngilizler, Hindistan’ı işgal ettiklerinde Hintli öğrencilere yıllarca logaritma cetvelini ezberletmişler. Matematikle ilgilenenler bilirler. Logaritma cetveli; belli bir mantıkla sıralanmış bir sayı cetveli değildir. Gerektiği zaman açıp kullanabilirsiniz. Zaten ezberlenmesi de pek mümkün değildir. O halde Hintli çocukların beyinlerini bu gereksiz bilgiyle neden dolduruyorlardı dersiniz? Herhalde o beyinlerin başka şeyle meşgul olmasını, işgal altındayız gibi zararlı (!) şeyleri düşünmesini engellemek için olsa gerek.
Özellikle nefsin üç ayları gibi kutlanan ve kutsanan yaz mevsimini yaşamaya başladığımız şu günlerde, tatil endeksli lüks hayatlar da günümüzün logaritma cetveli görevini mi üstleniyor acaba? Yakın bir zamana kadar tatil, özellikle de deniz tatili kavramı, genellikle karşılığını ehl-i dünya tarzı hayatlarda bulan bir kavramdı. Ancak son zamanlarda dindar kesimin de bir şekilde içinde yer aldığı bir hayat tarzı haline geldi. Burjuva tarzı yaşantı şekli dindar kesimde de yavaş yavaş yaygınlaşmakta maalesef. Nitekim, yakın zamana kadar sayısı 5 olan ‘tesettür otelleri’ne son 6 yılda 22 otelin daha ilâve edilmesi ve 10 tanesinin daha sırada bekliyor olması bu görüşü teyid ediyor sanırım.
Bilmem farkında mısınız? Ruhumuzu kapitalizme rehin verdiğimizden beri, paranın satın alamayacağı şeyler yavaş yavaş hayatımızdan atılıyor. Parayla herşeyin yapılacağı zannediliyor. Bilgi çağı, duyguları köreltiyor. Dindar kesimin hayatını da artık çoğunlukla ekonomi öncelikli düşünceler yönlendiriyor. Sade hayatlar yerine lüks hayatlar yaşanmaya çalışılıyor. Oysa lüks bağımlılık yapar. Lütfen bizi lükse alıştırmayın. 5 yıldızlı otellerde tatil yapmak, kamyon gibi jiplerde su gibi benzin harcayıp gününü gün etmek, marka kıyafetlere ortalama bir ailenin belki bir aylık gelirini vermek, hiç gereği olmadığı halde iki üç ayda bir cep telefonlarını yenilemek, vs gibi davranışlar nefsin hoşuna gidebilir ama lütfen yapmayın. İmkânınız olsa da yapmayın. Bizi lükse alıştırmayın. Bizler ehl-i dünyayı taklit ederek, onlara alternatif olmaktan çok onların kötü bir taklidi ve kopyası olan hayatlar yaşamak zorunda değiliz. Gelir düzeyimizin artması, hayat tarzımızı değiştirmemizi gerektirmez. Üstelik hergün yüzlerce yeni tüketim malının irademizi tehdit edercesine üzerimize yürüdüğü bir ortamda, gelir düzeyimiz ne kadar yüksek olursa olsun ihtiyaçlarımızı karşılamaya yetmez. Rahat yaşamak isteyen insan, azla yetinmesini öğrenmeli. Hem lüks merkezli bir hayat insanın duygularını, takvasını ve ideâllerini çok kolay tahrip eder. Oysa özellikle günümüz dindar kesiminin hayatının lükse değil kanaat, iktisat ve tevekküle dayalı olması gerekir. Günümüz insanı için, Bediüzzaman bu konuda örnek alınabilecek en önemli şahsiyetlerdendir.
Meselâ siz hiç açık büfe restoranlarda israf ederek gününü gün eden, yaz mevsimlerinde ‘denizsiz tatil olmaz’ diyen ve soluğu 5 yıldızlı otellerde alan bir Bediüzzaman hayal edebiliyor musunuz? Lükse alışmış bir Bediüzzaman, gerçekten Bediüzzaman olabilir miydi sizce? Bir Hafız Ali’yi, bir Zübeyir Gündüzalp’i lüks yaşamların ortasında düşünebilir misiniz? İslâmiyet aleyhine yapılan icraatların birçoğunun altında neden lükse alıştırılmış hocaların fetvası vardır acaba? Bugün dindar kesimin önemli bir kısmının ekonomik menfaatlerini kaybetmeme uğruna, seküler sistemle uzlaşmaya çalışmasının, hatta ahlâkî değerlerinden taviz vermesinin; dinî özgürlükleri elde etmenin önündeki en büyük engel olduğu gerçeği asla unutulmamalıdır.
Bu yazı fakirliği övmek için yazılmadı kesinlikle. Ancak lüks hayatların alabildiğine teşvik edildiği ve insanların aklını uyuşturmada logaritma cetveli gibi kullanıldığı, en büyük tehlikenin bu cihetten geldiği günümüz dünyasında, tehlikenin farkına varmalı ve bu anlayışa karşı tedbir almalıyız kanaatindeyim. Bizim beynimizi logaritma cetveliyle doldurmaya hiç ihtiyacımız yok. Lüks hayat kandırmacasına, sade hayat anlayışıyla karşılık vermeye ne dersiniz?
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Gezi Eki Pdf
|
|
|
|
|
|