Hiss-i havf...
“Fıtrî meyelân mukâvemetsûzdur…”
Bediüzzaman
“CESARET” duygusu, insanın fıtratına Cenâb-ı Hakk tarafından, belki de bir çeşit “rahmet” eseri olarak tevdi’, hem de bahş olunmuş, aynı zamanda pek çok hikmetleri de muhtevî bulunan en “esaslı” ve de en “asîl” duygulardan birisidir herhalde… Fakat her duyguda olduğu gibi, bunun da sû-i istimal edilip sû-i istihdam edilmesi mümkündü ki, en düşük ve de en “bayağı” derecesi olan “cebânetten” en nihaî ifrât derecesi olan “tehevvüre” varacak kadar gâyet geniş bir dairesi, bir hudûdu, ucu bucağı olmayan bir suûdu, hem de sukûdu, hem de yüzlerce, belki de binlerce örneği vardı yaşanmış, yaşanan şu “insanlık” denen bu “acîp” âlemde...
İnsan, normalde, fıtraten, her korktuğu şeyden kaçarmış, fakat ne gariptir ki, hayvânât âleminde bu korku hissi bu son raddeye geldiğinde, durum bunun tam da tersiymiş; korkusuna tam da “müsavî”, hem de eşit “karşı” bir cesarete inkılâp edermiş.. Keçinin kurttan olan havfı ve de aczi, iztırar, yani “çâresizlik” vaktine geldiğinde cesârete inkılâp edermiş, “boynuzuyla” kurdun karnını deldiği de “çoklukla” vâkî imiş…
Bu satırları bana yazdıran neydi; elbette merak etmişsinizdir, belki de bir kısmınız tahmin bile etmişsinizdir..
İnsan, pek çok başka imtihanlar gibi, gerek şahsî hayatında, gerekse sosyal hâdiselerde, hatta siyasî hayatında çeşit çeşit bu “korku birde şu acziyet” imtihanlarına muhatap kılınırdı zaman zaman..
Ki, kaçınılmazdı o, çünkü bir yazgıydı bu, insanın boynunda; ta ezelden asılmış.. ebede namzed.. Ne yapsa ne etse kaçamazdı bir türlü, her ne kadar olsa da çok, korksa da.. Ebedî kuşatılmıştı o, O Şems-i Ezel, hem de Sermed’den..
“Muhakkak ve de muhakkak, başka çıkar yolu yok; sizi bir şekilde imtihan edeceğiz; korkuyla, açlıkla.. ilâ âhir” buyuruyordu O Cemîl-i Zülcelâl, O, bize karşı çok şefkatli, Rahmânu’r-Rahîm, hem de “el-Emîn” olan O çok Yüce Rabbimiz..
Bir hissin veya bir âzânın en büyük azabı, onun kullanılmaması, yani istidadının bilkuvve halinde kalıp inkişaf etmemesi, neşv ü nemâsız kalması imiş.. Göz, kulak, burun, akıl, hele de ağız; ya dil!..
Artık, anlaşılıyordur sanırım, işte tam da şu “korku” denen o “çok çetin”, hem de bir o kadar “zorlu” imtihanın o çok açık gerekçesi..
İnsan, bütün lezâizi zevk edebilir, hem de, bütün âlâmı hissedebilir en hârika bir makine olarak yaratılmıştı; her şeye karşı -gerek şuûrî, gerekse gayr-i şuûrî olsun- hissettiği alâkaları, irtibat rabıtaları, hem lezzet, bir de elemleri varmıştı.. “İnsan” olması yeterliymişti bunun için, sadece.. başka bir şeye ihtiyacı öyle pek de yokmuştu aslında..
İşte böyle bir insan ne yapacaktı, onu, “zahiren” tehdid eden bu kadar mahûf, hem de korkulu mevki karşısında?.. Nerden kuvvet alabilecekti, kime sığınacak, bir de kimden imdat isteyip istimdad edebilecekti?..
Yoksa, Bediüzzaman’ın da dediği gibi, her hakikî hasenât gibi, cesâretin dahi menbâı ‘îman’ mıydı, ‘ubûdiyet’ miydi; her seyyiât gibi, cebânetin, yani korkaklığın dahi menbâı ‘dalâlet’ olduğu gibi?!..
|
ORHAN ALİ YILMAZ
23.06.2008
|