Şu dünyaya geleli ne çok vazifeler yüklendi omuzlarımıza. İlk önce akıllı, uslu birer çocuk olmamızı istedi büyükler. Birinci vazifemiz buydu. Ardından okul hayatımız başladı. Öğretmen ne derse “evet” diyecektik. “Sev” dediğini sevecek, “öv” dediğini övecektik. Öyle demişti büyüklerimiz. Biz de “Biz ne bilelim, büyükler bilir” deyip, zorunlu sevgiyle tanışmıştık daha beş-altı yaşımızda. On sekizimizi doldurmuştuk. Güya reşittik. Ama söz var, icraat yoktu. Duygularımız bile kontrol altındaydı. Ve zorunlu bir sevgiye mahkûm edilmek isteniyordu kalplerimiz. Bir garipliktir almış başını gidiyordu.
Profesörlerimiz, akademisyenlerimiz, rektörlerimiz ne derse “başım gözüm üstüne” deyip ram olacaktık. Öyle diyordu büyüklerimiz. Kıyafetlerimizi bile onlar tercih edecekti. Bize de giymek düşecekti. Başörtüsü yoktu tercihleri arasında. Öyle uygun görmüştü büyüklerimiz. Vazifemizdi, uyacaktık (!). Ya da uzaklaştırılacaktık.
Ama asıl vazife daha dünyaya gelmeden evvel verilmiş bir sözün gereğini yerine getirmekti. “Elestü birabbikum?” sualine “belâ” demiştik bezm-i elestte. Ve sözümüzü uhdemize alıp birer vazifedar olarak gelmiştik dünyaya. Vazife cümleden âlâydı. Hakkın hatırı âliydi ve hiçbir hatıra feda edilmiyordu. Makamlar, servetler de verseler nefsini unutmak gerekiyordu. Okuldan, işten, koltuktan da olsak candan gönülden nura sarılmak gerekiyordu. Çünkü nurun şefaati, nurun duâsı, nurun himmeti bizi kurtaracaktı.
Teveccüh-ü nasa teveccüh değil, rıza-yı İlâhiye ram olmak lâzımdı. “Bu zaman öyle fedailer istiyordu ki, değil dünyasını, ahiretini dahi feda etsin.”
İmtihan şeditti. Dün Saidler, Zübeyirler, Ceylanlar geçmişti bu çetin yoldan. Bugün de Ayşeler, Zehralar, Haticeler geçiyor aynı imtihandan. Üniversite koridorları varsın görmesin bizi. Derslikler varsın görmesin bizi. Dünya denen şu yüz kapılı sarayın kapıları varsın bir bir kapansın yüzümüze. Ağuşunu açmış bizi bekliyor Risâle-i Nur hizmetimiz. Bu hizmette öyle bir lezzet var ki, onun farkına vardınız mı cennetten de çağrılsanız gitmeyeceksiniz. Ford’un servetini verseler dönüp bakmayacaksınız.
Risâle-i Nur deryasında yol alıyor hizmet sefinemiz. Gemi sahil-i selâmete varacak mutlaka. Paspas da olsak yeter ki gemide olalım.
İşte bu lezzetin farkına varanlardan biri olmanın bahtiyarlığını yaşıyoruz. Biz de üniversite okuma sevdasıyla gecemizi gündüzümüze katmış, çalışmıştık. Allah nasip etti, üç yıl üniversite okuduk. Derken başörtüsü yasağıyla okulumuzdan atıldık. Ama mensup olduğumuz dâvânın şuuruna vardık, neye ve kime talebe olduğumuzu anladık. Hulusi Ağabey gibi “Ben artık birşey için yaşadığıma inanıyorum” dedik. Risâle-i Nur hizmetindeki lezzeti ne üniversite hayatımızdan, ne de çalışma hayatımızdan almıştık.
Ve şimdi Avustralya’da Nur Vakfı bünyesinde Risâle-i Nur’u talim ediyoruz yediden yetmişe Nur talebeleriyle.
Elhasıl-ı kelâm şu Türkiye’de kapılar kapansa da bir bir yüzümüze, hani başörtülüyüz ya, ağuşunu açmış bizi bekleyen bir hizmetimiz var. Unutmayın.
Hakikî lezzet ve elemsiz saadet orada... Ve asıl vazifemiz de iman hizmetini yapmak... Ve vazife cümleden âlâ…
23.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|