Said Doğubeyazıt’a geldiğinde 13, 14 yaşlarındaydı. Orada da diğer medreselerdeki eğitim tarzı tatbik ediliyor ve aynı dersler okutuluyordu. Talebelerin ekseriyeti yaşça ve sınıfça kendisinden büyük olduğundan benzer problemler yaşaması mümkündü.
Bunun üzerine arkadaşının sözünü ettiği farkın medreseden ziyade hocasında olacağını düşünerek Şeyh Mehmed Celâlî Efendi’nin huzuruna çıktı ve kendisinden ders almak istediğini söyledi.
Ona yetişmiş talebelerden biri gibi muâmele eden Celâlî Efendi, kendisinden ders alma talebini makul karşıladı ve medreselerde Süyutî, Abdurrahman Câmî, Şerif Cürcanî, İbnü’s-Sübki gibi âlimlerin Cemü’l-Cevâmi, Şerhü’l-Mevakıf, İbnü’l-Hacer gibi eserlerini okumasını söyledi.
Said onların da aralarında bulunduğu, zamanın doksan kadar muteber kitabını aldı ve bahisler üzerine yazılan şerhleri, izahları atlayarak kitapların asıl metinlerini okumaya başladı.
Çok itinalı ve hızlı bir şekilde okuduğu bahisleri mütalâa etmek için hocasının yanına gittiği zaman, onun kitapların bazı kısımlarını atlaması Mehmed Celâlî Efendi’nin dikkatini çekti.
“Neden öyle yapıyorsun?” diye sordu.
“Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Bu kitaplar birer hazinedir, anahtarları da sizdedir. Sizden bu hazinelerin içinde neler olduğunu göstermenizi istirham ediyorum. Şimdi bu kitapların nelerden bahsettiğini anlayayım da bilâhare tab’ıma muvaffak olmaya çalışırım” dedi o da.
Verdiği cevaptan, Said’in zekâ seviyesinin yüksekliğini ve hedeflerinin büyüklüğünü anlayan Celâlî Efendi; onunla yaptığı mütalâalarda kitapların muhtevası hakkında bilgi verince o da kitapları ezberlercesine tekrar okumaya başladı.
Gündüzleri kitapları okuyup mütalâa ederek onlardaki ilmî cevherleri zihnine nakşederken geceleri de büyük mutasavvıf şair Şeyh Ahmed-i Hânî Hazretlerinin Türbesine giderek onun ‘feyzine mazhar oldu’ ve mânevî murakabesinde kalbini tatmin, hislerini teskin etti.
Bu şekilde üç ay kadar süren hummalı bir çalışmadan aklı aydınlanmış, kalbi tatmin olmuş müsterih bir hâlet-i ruhiye içinde hocasının huzuruna çıktı ve icazet almak istediğini söyledi.
Medreseye geldiği günden itibaren hâllerini, hareketlerini, tavırlarını dikkatle takip ettiği için çalışma azmine şahit olan ve yaptıkları mütalâalar sırasında ender insanda rastlanan üstün bir zekâ seviyesine sahip olduğunu gören Celalî Efendi, henüz reşid denecek yaşta olmasına rağmen onun, icazet istemesine şaşırmadı.
“Hangi ilmi daha iyi biliyorsun?” dedi.
Ondan “Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum, ya hiçbirini bilmiyorum” cevabını alınca bütün derslerden ve kitaplardan imtihan etti. Zaten şahsiyet, tavır, hâl ve hareket itibariyle takdir ettiğinden, sorduğu bütün sorulara doğru cevaplar alınca icazet verdi.
Böylece molla sıfatını alan Said, istese diğer mollalar gibi medreselerde hocalık yapabilir, kendi adına medrese açıp eğitim verebilirdi. Herhangi bir tarikata intisap etmemesine rağmen zamanının muteber tarikatlarının âdâbına âşinâ olduğu ve evradlarını, ezkârlarını yaptığı için bir tekkeye girip zikir ve irşadla da meşgul olabilirdi.
Molla Said, kendini yenileyemeyen medreselerin zamana intibak edemediğini, tarikatların, tekkelerin içine kapanarak halkın mânevî ihtiyaçlarına cevap veremediğini bildiğinden onların hiçbirini yapmadı.
Fakat onlardan çok daha farklı olan ve kendisinden önce pek kimsenin teşebbüs etmediği bir şey yaptı ve hem gittiği yerlerde âlimlerle münâzaralar yaparak hızlı bir şekilde öğrendiği ilmi hazmetmek, hem memleketi gezip milletin içtimâî vaziyetini yerinde görmek, hem de Bağdat’a giderek mânevî himmetine mazhar olduğu Abdülkadir Geylânî’nin türbesini ziyaret etmek maksadıyla uzun bir seyahate çıktı.
Seyahat esnasında sıfatıyla, kıyafetiyle veya başka zahirî hâlleriyle insanların dikkatini çekmemek için medresede girdiği riyazetten çıkmadı. Her türlü tehlikeyi göze alarak geceleri ıssız dağ yollarında yolculuk yaptı, gündüzleri de köylerde, kasabalarda insanlarla hemhâl oldu.
Bitlis’e geldiği zaman Mehmed Emin Efendinin Medresesine gitti ve birkaç gün derslerine iştirak etti. Daha önce intibak edemeyerek medresesinden ayrılan Said’in, aradan geçen zaman içinde ilim cihetiyle çok geliştiğini görüp icazet aldığını anlayan Emin Efendi ona sarık, cübbe vererek âlim kıyafeti giymesini söyledi.
Molla Said, bir nev'î müderris üniforması sayılan ve ancak icazet alan yetişkin âlimlerin giyebildiği kıyafeti giyme salâhiyetinin olduğunu ama henüz yaşı bülûğa ermediği için sarık sarıp cübbe giymesinin o sıfata hürmetsizlik sayılabileceğini düşünerek hocasının teklifini kabul etmedi.
Oradan Şirvan’a geçen Said, medresede hocalık yapan ağabeyi Abdullah’ın yanına uğradı. Abdullah, kardeşini derviş kıyafeti içinde görünce kitaplardan söz ederek hâlini anlamaya çalıştı.
“Sizden sonra ben Şerh-i Şemsi’yi bitirdim. Siz ne okudunuz?”
“Bu zaman içinde ben seksen kitap okudum.”
Normal şartlarda bir talebenin o kadar kitap okuyamayacağını düşündüğünden bu cevaba şaşıran Molla Abdullah, ağabey olmanın da verdiği murakabe hissiyle onu imtihan etmek istedi.
Bu teklifi kabul eden Molla Said, ağabeyinin sorduğu her soruya doğru olarak cevap verdi. Kardeşinin katettiği ilmî merhale karşısında hayretler içinde kalan Abdullah’ın, kendisinden ders almak istemesi üzerine teberruken bir süre ders verdi.
Said’e talebe bile olamayacak insanların sarık sarıp cübbe giydikleri bir zamanda, onun derviş kıyafeti içinde dolaşmasına gönlü razı olmayan Molla Abdullah da kardeşine ulema kıyafeti giymesinin doğru olacağını söyledi ise de o mezkûr mülâhazayı nazara vererek kabul etmedi.
O zamana kadar mütevazi tavrının yanı sıra, nefsini terbiye etmek maksadıyla da derviş kıyafeti içinde dolaşmasına rağmen gittiği yerlerde ahâlinin ve ulemanın ilgisini çekti. Kendisinin öyle bir talebi de, temennisi de yoktu ama ahâli onu, aynı ismi ve sıfatı taşıyan başka insanlardan ayırt edilmek için ‘Meşhur Molla Said’ diye anmaya başladı.
1892 yılında Siirt’e giden Meşhur Molla Said, ilk olarak Molla Fethullah Efendinin Medresesine giderek hocasını ziyaret etti. Sohbet sırasında Fethullah Efendi ona zamanın muteber kitaplarından bazılarını hatırlatarak okuyup okumadığını öğrenmek istedi.
“Bitirdim” dedi o kitapların ismini söyledikçe.
Bu cevaplara çok şaşıran Fethullah Efendi, imtihan etmek maksadıyla ona kitaplardan bazı sorular sordu. Molla Said de bütün sorulara hiç tereddüt etmeden doğru cevaplar verdi.
“Zekâda hârikasınız. Bakalım hıfzınız nasıl?” diyerek Harirî’nin, Makamât-ı Harirîye eserini verdi ve birkaç satırını ilk okuyuşta ezberlemesini söyledi. Molla Said, rastgele açtığı sayfalardan birini bir sefer okuyup ezberden tekrarlayınca şaşırdı.
“Zekâ ile hıfzın bir kişide böylesine toplanması nâdirattandır” diyerek hayretini ifade etti.
Molla Said’in orada kaldığı zaman içinde Cemü’l-Cevami isimli fıkıh eserini günde bir iki saat çalışarak bir haftada ezberlediğini görünce hem ezberlediği kitabın üzerine bu hadiseyi not olarak yazdı, hem de Siirt âlimlerine ‘onun zekâsına ve ilmine hayran kaldığını’ da söyledi.
Hatta bununla da iktifa etmedi, ‘harika zekâveti ve kuvve-i hafızası’ itibariyle Molla Said’i, üçüncü asırda yaşayan Bediüzzaman-ı Hemedanî’ye benzettiği için ona ‘zamanının eşsizi, benzersizi, hârikası’ mânâsına gelen Bediüzzaman unvanını verdi.
Ona gösterilen itibar yüzünden haset damarı harekete geçen bazı hocalar ve mollalar, Said’in şehirden gitmesini sağlamak için ilmî münâzara yerine taciz etme cihetine gidip fırsat kollamaya başladılar.
Bir seferinde saldıranlar hayli kalabalık olduğu hâlde Said onlara tek başına cesaretle ve çevik hareketlerle mukabele edince aralarında kavga çıktı ise de halkın araya girmesi ile fazla büyümedi.
Hadiseye müdahale ederek diğer talebelerle birlikte kendisini de karakola götürmek isteyen Jandarmalara, “Biz talebeyiz. Birbirimizle dövüşür, barışırız. Hata bendedir” diyerek medreselerin anarşi yuvası gibi görünmesine fırsat vermedi.
Ardından, böyle hâllerde bölgede muteber olan teâmüllere uyarak mollaları münâzaraya davet etti. Kendisi onlara soru sormazken, onların sordukları bütün sorulara doğru cevaplar vererek hepsini ilzam etti.
Buna rağmen bazı mollaların tenha yerlerde kendisine saldırabileceklerini düşünerek belinde kama taşımaya başladı. Siirt’te daha fazla kalmasını icab ettirecek bir sebep olmadığı için de Bitlis’e geçti.
Orada ziyaretine gittiği hocası Şeyh Emin Efendinin, kendisine hâlâ çocuk nazarı ile bakması ve o şekilde muamele etmesi üzerine, artık büyüdüğünü, kabil-i hitap olduğunu söyleyerek rüştünü isbat etmesi için kendisini imtihana tâbi tutmasını istedi.
Emin Efendinin, en zor bahislerden hazırladığı ilmî sorulara hiç tereddüt etmeden cevap veren Molla Said, onun edebî bilmece ve zekâ oyunu mahiyetindeki sorularını da kısa zamanda çözerek rüştünü isbat etti.
Bu gerçeği hoca kadar, onun tesiri altında kalan mollaların, talebelerin ve ahâlinin de bilmesini arzu ettiği, bunun yolunun da Kureyş Camii’de vaaz vermekten geçtiğini bildiği için haftanın muayyen günlerinde gidip cemaate vaaz u nasihatte bulunmaya başladı.
Onun vaazlarına büyük ilgi duyan ahâlinin, her seferinde camiyi doldurması ve başka camilerde de vaaz vermesinin istenmesi, bazı medrese ve tekke ehlinin de bu ilgiye katılması üzerine ona karşı olanlar hadise çıkarmak için harekete geçtiler.
Takriben 1893 yılı hazanında yaşanan bu gelişmelerden rahatsız olan Bitlis Valisi, hadiselerin büyümesine meydan vermemek ve şehri terk etmesini sağlamak için Molla Said’i valilik konağına getirtti.
O bir odada istirahat ederken valinin huzurunda yapılan bir münâzarada, Bitlisli bazı âlimler, valinin misafiri olan Vahabîlerin sordukları sorulara Molla Said’in cevap vermesini istediler.
Bunun üzerine münâzaraya katılan Said bütün sorulara muknî cevaplar verdi, Vahabîliğin tarihî seyrini anlattı. O mezhebe mütemâyil olan valiyi ikaz edip o fikirlerin bölgede yayılmasına mani oldu ve Şeyh Emin Efendinin de aralarında bulunduğu Bitlis ulemasının çoğunun takdirini kazandı.
Kendisine gösterilen aşırı ilgiden de ölçüsüz tepkiden de rahatsız olan Molla Said, insanların arasında kaldıkça hep sathî meselelerle meşgul olduğunu ve tefekkür dünyasının sığlaştığını hissedince, bir süre inzivaya çekilip ruhunu dinlendirerek idrakinin ihata hududunu genişletmesinin faydalı olacağını düşündü.
Onun için Bitlis’ten Şirvan’a gidip bir süre kaldı ise de aradığı sükûnet şartlarını bulamayınca Tillo’ya geçti. Orada medreseleri ziyaret edip tekke ehli ile hemhâl oldu.
Daha sonra; Hâsiye adlı bir kadının, zikir ve ibadet ederken sesinin başkası tarafından duyulmaması için inziva menzili olarak yaptırdığı kubbenin boş olduğunu görünce orada inzivaya çekildi.
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|