Yalan dünya birçok insanı girdabına aldığı gibi, inananları da maalesef bir çok noktada çekim sahasına dahil etti.
İnsanoğlu, şu yalan dünyada, ne onsuz olabiliyor, ne de onunla?
İşine karışsan bir türlü, karışmasan bir türlü!
Kimsenin aklı ermiyor, eremiyor bu yalancı diyarın gidişâtına, hallerine!
“Akıllı adam odur ki, bu dünyada ne kazandığına sevinsin, ne de kaybettiğine üzülsün!” hakikati tam bir tesellici bu durum için.
Bugünkü şartlarda kazanabilmenin tek şartı; hak namına, hakikat namına bakabilmek. Yoksa hep kayıptır.
Bununla beraber maalesef çoğumuz, kayıpta mı, kazançta mı olduğumuzun farkında bile değiliz.
İnançlı kesim olarak bizi ilgilendiren ve üzen nokta ise, “zındıka oyunları ve ecnebi parmaklarının” çoğu zaman dindar camiada meydana getirdiği değişim, yıkım, yozlaşma, vurdumduymazlık, sorumsuzluk, suskunluk, ürkeklik, korkaklık, malayani yorumlar ve aşırı kimlik bunalımı ile depresyon halleridir.
Asrın müdakkik sosyoloğu ve manevî tabibinin teşhislerinde en güzel şekilde yerini bulan; “zındıka komitesi, ecnebî parmakların”, akıl almaz plânlarla “toplum mühendisliği” projesinin devamı nitelediğindeki ince bir ayar ve plânla mânevî sahada meydana getirdiği sisli ve puslu havadır. Masum kitlenin çoğu, böylece girdaba yuvarlanmış durumda ama farkında bile değil.
Dünya malı hırsı ile yapışılan her meta, onu talep edene ağır mükellefiyet ve sorumluluk getiriyor. Bu öyle fasit bir denge ki, mânevî ağırlığa verilen önemin hafiflemesi, maalesef ki maddiyâta verilen değer ve önemi arttırıyor.
Bütün bunların teknolojik ve matematik hesaplarıyla yapılan değerlendirmeleri, bizlerin akıl ve muhakemesinde sabitlendiği ve net olarak bilindiği halde neden vazgeçemiyoruz?
İşte onun cevapları da Nurun satır aralarında gizli.
Bu gaddar, sefih, nizamı bozulmuş, keşmekeş asrın cazibesi, oyunu, tuzağı ve zındıka komitelerinin ifsâdâtlarına kayan kör hissiyat, âsab, nefs-i emmâre gibi duyguların baskı ve tesirleri, nice masumların bile bile kanına giriyor. Benliğinden ediyor.
Olay çok dehşetli, şartlar çok zor, kaçınmak birçok insan için hemen hemen imkânsız gibi duruyor. Ama işte tam bu noktada bir can simidi, kurtuluş ümidi beliriyor.
“İştirak-ı âmâl-i uhreviye” deryasına tâbî olmak.
“Şirket-i maneviye” havuzuna dalmak.
“Başka kardeşlerin gözüyle bakmak, kulaklarıyla da işitmek” gerçeğine uymak.
Mâneviyâta zarar veren icraatların kapılarımızdan, gönüllerimizden uzak olması duâsı ve temennisinden başka elimizde bir yaptırım gücümüz yok.
Dertlerin kol gezdiği dünyamızda, tıp noktasında her gün bütün imkânlarını kullanma yolunda hastane kapılarında zaman törpüleyen, ömür tüketen milyonlarca insan var!
Mânevî tabiplerin “şâhı ve padişahının” yazdığı Kur’ânî reçeteler bizi ve sizi bekliyor. Satır aralarında, dost meclislerinde, hanelerde, bağlarda, kırlarda. İşte can alıcı bir tespit ve tedavi metodu:
“Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risâle-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkâr, halis, sadık, fedakar şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlâs ve tam itimadla ona yapışmak lâzım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.” (Kastamonu Lâhikası, s. 47; Mektûbât, No: 64)
Cenâb-ı Hak, şahsımıza, aile efradımıza, dostlarımıza, camiâmıza ve bütün Müslümanlara “arzîlikten” uzak, “semavîlikle” örtüşen bir hayat yaşamayı nasip etsin inşaallah.
Bütün dünya Müslümanlarına akıl, iz’an, sabır, feraset, basiret ve ufuk versin. Yanlış ve günahlara düşürmesin. Şeytan, Deccal ve Süfyanın oyunlarına getirmesin. (Âmin)
21.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|