|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Tesettür Risâlesi keşfedilirken (10) |
|
Tesettür Risâlesinden evlilikte “gerek ve yeter”şartlar
Geçen haftaki yazımızda Tesettür Risâlesinin Üçüncü Hikmet’inin açılımını yapmıştık.
Bu bahiste, mahremler içinde tesettür ölçülerine riâyet edilmemesinin yol açabileceği problemleri anlatır Bediüzzaman Hazretleri. Aile içi cinsel taciz bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de kanayan yaralardan bir tanesidir. Kadın aile araştırmalarının sıkça yapılıp sonuçlarının açıklandığı günümüzde namus-töre cinayetlerinin, büyük ölçüde aile içi cinsel tacizden kaynaklandığı belirtilmektedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin “Tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir” dediği bu hastalıklı tablonun değişmesinin tek çaresi, mahremler arasında da tesettür ölçülerine riayet edilmesidir.
Bu çalışmamızda da Tesettür Risâlesinin Dördüncü ve son hikmetini açmaya çalışalım…
***
Tesettür Risâlesinin Dördüncü Hikmeti, tesettürsüzlüğün nüfus artışını etkilediği, evliliği azalttığı, gayr-i meşrû ilişkileri arttırdığı tesbitleri üzerine yapılanmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri, kadın ve erkeğin yaratılıştan gelen farklı özelliklerini belirterek, bu özellikler çerçevesinde aile kurumunda yapılması gereken vazife taksimini anlatır. Erkek fıtratının çok evliliğe yatkın olduğunu izah eder.
Asya, yani İslâm âleminin Avrupa ile kıyas edilmemesi gerektiğini, iklimin insan ahlâkı üzerinde etkisi olduğunu söyler.
Asya, Avrupa ile nasıl kıyas edilmemeliyse, aynı şekilde şehirliler de köylülerle mukayese edilmemelidir der. Şehirlilere kıyasla bir derece kaba ve daha az dikkat çeken kadınların kısmen açık olmalarının nefsânî hislere sebep olamayacağını, zaten şehirlerdeki gibi serseri işsiz adamların köylerde az bulunduğunu ifade eder.
DÖRDÜNCÜ HİKMET (1)
“Malûmdur ki, kesret-i nesil, herkesçe matluptur. Hiçbir millet ve hükümet yoktur ki, kesret-i tenasüle taraftar olmasın. Hatta Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm ferman etmiş: ‘İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim.’”
Yaşlı nüfusun hızla arttığı gelişmiş Batı ülkelerinde nüfus artışını sağlamak için hükümetlerin vatandaşlarına yaptıkları özendirici teşvikleri medyadan takip etmekte ya da oralarda yaşayan arkadaşlarımızdan hayretle ve ibretle dinlemekteyiz. Çalışan annelere, babalara maaşlı bebek doğum izinleri, özel bebek yardımlarını devlet bizzat takip etmekte. Maksatları sağlıklı bir aile ortamında yeni nesillere yer açmak.
Diğer bir örneğimiz ise Uzak Doğu’dan…
Dünyanın en kalabalık ülkelerinden bir tanesi olan Çin’in, beğenin beğenmeyin, üretimde geldiği nokta bütün dünya ekonomi piyasalarını korkutmakta. Çin, “Nüfus artışı – düzenli eğitim – bol üretim - güçlü devlet” örneğinin en parlaklarından bir tanesi.
Basından takip etmişsinizdir, son yıllarda “her aileye tek çocuk” sınırlandırmasıyla nüfus planlamasına kalkışan Çin Hükümeti, geçirdiği büyük deprem neticesinde nüfusunun büyük bölümünü yitirince, bu yasağı kaldırdı.
Bizim ülkemizdeyse aile konusunda şimdiye kadar yapılan en düzenli çalışmanın ne yazık ki, nüfus planlaması konusunda olduğu hepimizin malûmu. Ülkemizdeki “Aile Planlama” çalışmalarının Batı ülkeleri tarafından desteklenip, titizlikle takip edildiğini biliyorsunuzdur. Avrupa kendi nüfusunu arttırmaya, başka ülkelerinse nüfusunu planlamaya pek hevesli (!)
Tabi dünyaya getirdiğimiz çocuklarımızı hadiste ifade edildiği gibi Peygamberimizin (asm) “kıyamette övüneceği” şekilde yetiştirmemiz gerekiyor. Sokağa salıvermek çözüm değil.
DÖRDÜNCÜ HİKMET (2)
“Halbuki tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip çok azaltıyor. Çünkü en serseri ve asrî bir genç dahi refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yani açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk eder.”
TESETTÜRSÜZLÜK EVLİLİĞİ AZALTIYOR
Kur’ân’ın şefkatli ve merhametli tesettür emrine riâyet etmek bir kadının kendine yapabileceği en büyük iyiliklerden. Aksi takdirde erkeğin nazarında “değersiz bir meta” olarak görülmesi işten bile değil.
Bunun en bariz delillerini magazin dünyasında görmek mümkün. Kadınları “evlenilecek kadın - gezilecek kadın” diye ayırımlara tâbî tutup, “Kendi camiamdan biriyle asla evlenmem!” diyen delikanlıların sayısı hiç de az değil!
Tabiî Bediüzzaman Hazretlerinin “serseri ve asri” olarak tanımladığı erkeklerin bu bakış açısında, Kur’ân’ın haram-helâl sınırları dikkate alınmadığından nikâh yolu zorlaşırken fuhuş kolaylaşmakta. Toplum hayatı alt üst olmakta.
DÖRDÜNCÜ HİKMET (3)
“Kadın öyle değil; o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünkü kadının aile hayatında müdür-i dahilî olmak haysiyetiyle, kocasının bütün malına, evlâdına ve her şeyine muhafaza memuru olduğundan en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir. Açık saçıklık ise bu sadakati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehavet, kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himayet ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz, başka kadınları da nikâh edebilir.”
EŞLER ARASI İŞ BÖLÜMÜ
Erkeğin vazifesi: Himaye-merhamet-hürmet
Kadının vazifesi: Hazinedarlık-sadakat
Bediüzzaman Hazretleri, ailede eşler arası vazife taksiminin ruhunu en güzel şekilde bu formülle ifade eder.
Bu vazife taksimi, kadın ve erkeğin yaratılış özelliklerine uygundur. Güçlü yapısıyla erkek, eşini her türlü tehlikeden korumalı, merhamet ve saygı duymalıdır. Bir kadının eşinden alabileceği paha biçilmez en değerli armağanlardır bunlar. Yıllar geçse de değerinden hiçbir şey kaybetmez, üstelik daha da kıymetlenir.
Bediüzzaman Hazretlerine göre, erkeğin himaye, merhamet, hürmet duygularına ilâveten cesur ve eli açık, cömert olması onun iyi hasletlerindendir.
Aynı özellikler kadında kötü hasletlerden sayılmaktadır. Zira kadın erkeğin malına, evlâdına, her şeyine muhafaza memuru olduğundan cesaretli ve eli açık kadınlar, ailede hazinedarlık vazifesini aksatıp, güven kırıcı hallere sebebiyet verebilirler.
(Modernizmin kadına tuzaklarından biri olan tüketim ekonomisinin reklâmlar ve moda vesilesiyle kadını hep cesur olup riskleri göze almaya ve elindekini avucundakini harcamaya yönlendirmesi ibretlidir. “İktisat eden aile belâsı çekmez!” hadisini bir kez daha doğrularcasına kredi kartlarının ne tür aile facialarına yol açtığı ortadadır.)
Netice itibarıyla kadın da, erkek de, ailede dengeli, sağlıklı bir ortamın oluşmasında karşılıklı olarak ellerinden gelen çabayı sarf etmeli, “Ben” yerine “Biz” bilincini oluşturmalıdırlar.
Bediüzzaman Hazretleri şüphesiz bu ölçüleri Kur’ân eczahanesinde sünnet ışığında hazırlayıp Hanımlar Rehberine yerleştirmiştir.
Zaten Peygamber Efendimizin (asm) aile yaşantısına ait hadisleri de Dördüncü Hikmet’teki bu ölçüleri doğrulamaktadır.
Kızı Hz. Fatma’yı evlendirirken ona verdiği şu öğüt, aslında evlilik yaşantısında eşler arası iletişimle ilgili bütün dertlere de derman niteliğindedir:
“Kızım, sen Ali’ye cariye ol ki, o da sana köle olsun!”
Cariye de, köle de statü itibarıyla aynı değil midir?
Sefih medeniyetin etkisiyle “Ailede reis neden erkek oluyormuş?” diyenlerin kulakları çınlasın!
İFFET, SADAKAT, EMNİYET
Cinsellikte sınır tanımamak tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de sefih medeniyetin semâvî dinlere karşı açtığı bir saldırı. Bu taarruzda insanın yaratılışına yerleştirilmiş ve sınır konulmamış olan “kuvve”ler kullanılmakta. Bunlardan bir tanesi de kuvve-i şeheviye.
Türlü cazibedar donanımıyla (sineması, müziği, resmi, heykeli, klibi, tiyatrosu, gazete ve dergileriyle…) insanı hayvânî ve nefsî duygularının esiri haline getiren sefih medeniyet “cinsel özgürlük!” sloganlarıyla, şehveti adeta putlaştırmakta, iffet ve sadakati parça parça etmekte.
Bugün Batı ülkelerinde evlilikte sadakati, tek eşliliği “hastalıklı bir hâl” olarak tanımlayan Darwinist, Freudyen bilim adamları, zaman zaman sadakatsizlik yapmanın evlilik hayatını canlandıracağını söyleyip, zinanın hukukî olarak suç olmaktan çıkarılmasına çalışmaktalar. Zaten çoğu Batı ülkesinde eşcinsel evlilikler yasallaşmış ya da kim kimin annesi, büyükannesi, babası, dedesi belli olmayacak şekilde, nesiller karışmış durumdadır. Cinsel anarşinin kol gezdiği bu diyarlarda fuhuşhaneler “olmazsa olmaz” mekânlardır.
İşte “İnsaniyet-i kübra” olan İslâm dininde Kur’ân ve sünnet bu sınırsız şehevî duyguyu iffet ile sınırlandırmış, kadın olsun erkek olsun inananlara iffeti tavsiye etmiştir. Yaratılışı itibarıyla poligam bir yapıda olan erkeğin bu fıtrî meylini de iffet sınırında tutmak için birden fazla kadınla dörde kadar evlenme iznini vermiş, bununla birlikte farz kılmamıştır. Dört kadınla evliliğin kadının hukukuna riâyet edilmesi noktasında ağır şartları vardır.
Kur’ân, sefih medeniyetin hayvânî duygularının etkisiyle özgürlük maskesi altında sınırlandırmadığı eş sayısını, dört ile sınırlandırmıştır.
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Evlilikte kriterlerimiz ne olmalı? |
|
Evlilik hayatı hemen her insan için bir dönüm noktası, bir kırılma noktası... Doğru ve yerinde kararlarla isabetli bir evlilik yapan eşler için nasıl ki yuvaları adeta cennetin bir menzili oluyorsa; yanlış ve mantıkî olmayan kararlarla yapılan isabetsiz evlilikler de eşler için bu dünyadaki haneleri, tâbir yerinde ise, bir çilehaneye, bir zindana döndürüyor.
Hatta bu durum eşler için sırf bu dünya hayatıyla sınırlı kalmayıp, ahiret hayatının geleceğini menfî veya müsbet şekilde etkileyecek bir hâle dönüşebiliyor ki evlilikte dikkate alınması gerekli husus da budur.
İsabetli ve yerinde kararlarla yapılan evliliklerde eşler bu dünya hayatını huzurlu ve mutlu geçirdikleri gibi; ahiret hayatlarında da huzur ve sürura mazhar oluyorlar inşallah. Yanlış evlilikler, çekişmeleri, geçimsizlikleri; bu gibi durumlar da mutsuzlukları ve huzursuzlukları getirdiğinden; böyle ortamdaki eşler de çoğu zaman ahirete yönelik dinî bir yaşantıdan uzak kalıyorlar. Dolayısıyla böylesi eşlerin dünyaları ağladığı gibi, uhrevî hayatları da büyük ölçüde tehlikelere girmiş oluyor.
İki dünyamızın geleceğini belirlemede önemli bir yeri olduğu için, evliliği bir dönüm noktası, bir kırılma noktası olarak tavsif ediyoruz. Ama günümüzde yaşanan bir gerçektir ki, evlenmiş veya evlenmenin arefesinde olan gençlerimizin çoğu, evlilik hayatındaki bu tehlikeleri göremiyor ve göremedikleri için gerekli dikkat ve titizliği de gösteremiyorlar. Bunun tabiî bir sonucu olarak, çoğunlukla yanlış ve isabetsiz kararlarla evlilikler yapılıyor. Sonrasında ailevî anlaşmazlıklar, kavgalar, gürültüler ve maalesef ayrılmalar, boşanmalar...
Efendimiz (asm); “Şu dört şey için kadın nikâh edilir: Malı için, güzelliği için, soyu için, dindarlığı için. Siz dindar olanı tercih ediniz” buyuruyor.
Efendimizin (asm) tesbit ve tavsiyeleri böyle... Bu şaşmaz ve isabetli tavsiyelere kulak verilse ve evlilikler bu yönde yapılsa, yaşanmakta olan ailevî huzursuzluklar hiç olur mu?
Peygamberimizin (asm) nazarlara sunduğu o dört özellik de, evlilikte nazara alınması gerekli olan hususlardır. Velâkin, “Siz dindar olanı tercih ediniz” tavsiyesi, diğer üç özelliğin de önemli olmakla birlikte “dindarlık” kadar önemli olmadığını gösteriyor. O özelliklere baktığımızda evlilikte malın, servetin, paranın bir yere kadar önemli olduğunu; fakat gerçek ve kalıcı mutluluğu getirmediğini gösteriyor. Yine ecdat ve soyun da önemli bir rolü ve önemi olmakla beraber, mutlak bir huzuru sağlamadığını önümüze koyuyor. Bazen çok namlı, soylu ailelerin kızlarının hiç de öyle olmadıkları gibi; bazen de adı, nâmı pek bilinmeyen ailelerin kızlarının anlı-şanlı olmaları söylediklerimizi teyid ediyor. Bu meyanda dış görünüm dediğimiz fizikî güzelliğin de bir yere kadar geçerli olduğunu; yaşın ilerlemesiyle, bir çok genci cezbedici güzelliğin kaybolmasıyla bu özelliğin de huzurlu bir evlilik için yeterli bir özellik olmadığı görülüyor.
Ama görünen o ki “dindarlık” vasfı, diğer o üç özellikten ayrı bir önem taşıyor. İçinde Kur’ân’ın tarif ettiği, Efendimizin (asm) tavsiye ettiği güzel ahlâkı da barındıran dindarlık vasfı, mutlu ve huzurlu bir aile ortamının oluşmasında önemli bir rol oynuyor. Dinin tarif ettiği bir terbiyeyi, bir eğitimi içine sindirmiş eşler, birbirlerine karşı daha hoşgörülü, daha insaflı, daha saygılı, daha sabırlı oluyor. İşte dindar, ahlâklı olmanın bir gereği olan bu gibi güzel huyların, hâl ve davranışların hüküm sürdüğü bir ailede geçimsizlik, kavga, gürültü ve boşanma gibi aileyi tahrip eden hadiseler olur mu?
Günümüzde çoklukla yaşanmakta olan ailevî geçimsizlikler ve boşanmalar gösteriyor ki, evlilikte Peygamberî tavsiyeler çoğu zaman kulak ardı ediliyor. Günübirlik his ve heveslerin tatmini üzerine evlilikler yapılıyor. Dindarlık ve ahlâkî değerlerden önce zahirî güzellikler, maaş, para-pul gibi değerler veya şecereler / soylar ön plana çıkarılıyor. Hâl böyle olunca, dünya ve ahiretteki akibet de ona göre şekilleniyor.
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
ÂLİM AHVÂLLİ SABÎ |
|
Said Doğubeyazıt’a geldiğinde 13, 14 yaşlarındaydı. Orada da diğer medreselerdeki eğitim tarzı tatbik ediliyor ve aynı dersler okutuluyordu. Talebelerin ekseriyeti yaşça ve sınıfça kendisinden büyük olduğundan benzer problemler yaşaması mümkündü.
Bunun üzerine arkadaşının sözünü ettiği farkın medreseden ziyade hocasında olacağını düşünerek Şeyh Mehmed Celâlî Efendi’nin huzuruna çıktı ve kendisinden ders almak istediğini söyledi.
Ona yetişmiş talebelerden biri gibi muâmele eden Celâlî Efendi, kendisinden ders alma talebini makul karşıladı ve medreselerde Süyutî, Abdurrahman Câmî, Şerif Cürcanî, İbnü’s-Sübki gibi âlimlerin Cemü’l-Cevâmi, Şerhü’l-Mevakıf, İbnü’l-Hacer gibi eserlerini okumasını söyledi.
Said onların da aralarında bulunduğu, zamanın doksan kadar muteber kitabını aldı ve bahisler üzerine yazılan şerhleri, izahları atlayarak kitapların asıl metinlerini okumaya başladı.
Çok itinalı ve hızlı bir şekilde okuduğu bahisleri mütalâa etmek için hocasının yanına gittiği zaman, onun kitapların bazı kısımlarını atlaması Mehmed Celâlî Efendi’nin dikkatini çekti.
“Neden öyle yapıyorsun?” diye sordu.
“Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Bu kitaplar birer hazinedir, anahtarları da sizdedir. Sizden bu hazinelerin içinde neler olduğunu göstermenizi istirham ediyorum. Şimdi bu kitapların nelerden bahsettiğini anlayayım da bilâhare tab’ıma muvaffak olmaya çalışırım” dedi o da.
Verdiği cevaptan, Said’in zekâ seviyesinin yüksekliğini ve hedeflerinin büyüklüğünü anlayan Celâlî Efendi; onunla yaptığı mütalâalarda kitapların muhtevası hakkında bilgi verince o da kitapları ezberlercesine tekrar okumaya başladı.
Gündüzleri kitapları okuyup mütalâa ederek onlardaki ilmî cevherleri zihnine nakşederken geceleri de büyük mutasavvıf şair Şeyh Ahmed-i Hânî Hazretlerinin Türbesine giderek onun ‘feyzine mazhar oldu’ ve mânevî murakabesinde kalbini tatmin, hislerini teskin etti.
Bu şekilde üç ay kadar süren hummalı bir çalışmadan aklı aydınlanmış, kalbi tatmin olmuş müsterih bir hâlet-i ruhiye içinde hocasının huzuruna çıktı ve icazet almak istediğini söyledi.
Medreseye geldiği günden itibaren hâllerini, hareketlerini, tavırlarını dikkatle takip ettiği için çalışma azmine şahit olan ve yaptıkları mütalâalar sırasında ender insanda rastlanan üstün bir zekâ seviyesine sahip olduğunu gören Celalî Efendi, henüz reşid denecek yaşta olmasına rağmen onun, icazet istemesine şaşırmadı.
“Hangi ilmi daha iyi biliyorsun?” dedi.
Ondan “Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum, ya hiçbirini bilmiyorum” cevabını alınca bütün derslerden ve kitaplardan imtihan etti. Zaten şahsiyet, tavır, hâl ve hareket itibariyle takdir ettiğinden, sorduğu bütün sorulara doğru cevaplar alınca icazet verdi.
Böylece molla sıfatını alan Said, istese diğer mollalar gibi medreselerde hocalık yapabilir, kendi adına medrese açıp eğitim verebilirdi. Herhangi bir tarikata intisap etmemesine rağmen zamanının muteber tarikatlarının âdâbına âşinâ olduğu ve evradlarını, ezkârlarını yaptığı için bir tekkeye girip zikir ve irşadla da meşgul olabilirdi.
Molla Said, kendini yenileyemeyen medreselerin zamana intibak edemediğini, tarikatların, tekkelerin içine kapanarak halkın mânevî ihtiyaçlarına cevap veremediğini bildiğinden onların hiçbirini yapmadı.
Fakat onlardan çok daha farklı olan ve kendisinden önce pek kimsenin teşebbüs etmediği bir şey yaptı ve hem gittiği yerlerde âlimlerle münâzaralar yaparak hızlı bir şekilde öğrendiği ilmi hazmetmek, hem memleketi gezip milletin içtimâî vaziyetini yerinde görmek, hem de Bağdat’a giderek mânevî himmetine mazhar olduğu Abdülkadir Geylânî’nin türbesini ziyaret etmek maksadıyla uzun bir seyahate çıktı.
Seyahat esnasında sıfatıyla, kıyafetiyle veya başka zahirî hâlleriyle insanların dikkatini çekmemek için medresede girdiği riyazetten çıkmadı. Her türlü tehlikeyi göze alarak geceleri ıssız dağ yollarında yolculuk yaptı, gündüzleri de köylerde, kasabalarda insanlarla hemhâl oldu.
Bitlis’e geldiği zaman Mehmed Emin Efendinin Medresesine gitti ve birkaç gün derslerine iştirak etti. Daha önce intibak edemeyerek medresesinden ayrılan Said’in, aradan geçen zaman içinde ilim cihetiyle çok geliştiğini görüp icazet aldığını anlayan Emin Efendi ona sarık, cübbe vererek âlim kıyafeti giymesini söyledi.
Molla Said, bir nev'î müderris üniforması sayılan ve ancak icazet alan yetişkin âlimlerin giyebildiği kıyafeti giyme salâhiyetinin olduğunu ama henüz yaşı bülûğa ermediği için sarık sarıp cübbe giymesinin o sıfata hürmetsizlik sayılabileceğini düşünerek hocasının teklifini kabul etmedi.
Oradan Şirvan’a geçen Said, medresede hocalık yapan ağabeyi Abdullah’ın yanına uğradı. Abdullah, kardeşini derviş kıyafeti içinde görünce kitaplardan söz ederek hâlini anlamaya çalıştı.
“Sizden sonra ben Şerh-i Şemsi’yi bitirdim. Siz ne okudunuz?”
“Bu zaman içinde ben seksen kitap okudum.”
Normal şartlarda bir talebenin o kadar kitap okuyamayacağını düşündüğünden bu cevaba şaşıran Molla Abdullah, ağabey olmanın da verdiği murakabe hissiyle onu imtihan etmek istedi.
Bu teklifi kabul eden Molla Said, ağabeyinin sorduğu her soruya doğru olarak cevap verdi. Kardeşinin katettiği ilmî merhale karşısında hayretler içinde kalan Abdullah’ın, kendisinden ders almak istemesi üzerine teberruken bir süre ders verdi.
Said’e talebe bile olamayacak insanların sarık sarıp cübbe giydikleri bir zamanda, onun derviş kıyafeti içinde dolaşmasına gönlü razı olmayan Molla Abdullah da kardeşine ulema kıyafeti giymesinin doğru olacağını söyledi ise de o mezkûr mülâhazayı nazara vererek kabul etmedi.
O zamana kadar mütevazi tavrının yanı sıra, nefsini terbiye etmek maksadıyla da derviş kıyafeti içinde dolaşmasına rağmen gittiği yerlerde ahâlinin ve ulemanın ilgisini çekti. Kendisinin öyle bir talebi de, temennisi de yoktu ama ahâli onu, aynı ismi ve sıfatı taşıyan başka insanlardan ayırt edilmek için ‘Meşhur Molla Said’ diye anmaya başladı.
1892 yılında Siirt’e giden Meşhur Molla Said, ilk olarak Molla Fethullah Efendinin Medresesine giderek hocasını ziyaret etti. Sohbet sırasında Fethullah Efendi ona zamanın muteber kitaplarından bazılarını hatırlatarak okuyup okumadığını öğrenmek istedi.
“Bitirdim” dedi o kitapların ismini söyledikçe.
Bu cevaplara çok şaşıran Fethullah Efendi, imtihan etmek maksadıyla ona kitaplardan bazı sorular sordu. Molla Said de bütün sorulara hiç tereddüt etmeden doğru cevaplar verdi.
“Zekâda hârikasınız. Bakalım hıfzınız nasıl?” diyerek Harirî’nin, Makamât-ı Harirîye eserini verdi ve birkaç satırını ilk okuyuşta ezberlemesini söyledi. Molla Said, rastgele açtığı sayfalardan birini bir sefer okuyup ezberden tekrarlayınca şaşırdı.
“Zekâ ile hıfzın bir kişide böylesine toplanması nâdirattandır” diyerek hayretini ifade etti.
Molla Said’in orada kaldığı zaman içinde Cemü’l-Cevami isimli fıkıh eserini günde bir iki saat çalışarak bir haftada ezberlediğini görünce hem ezberlediği kitabın üzerine bu hadiseyi not olarak yazdı, hem de Siirt âlimlerine ‘onun zekâsına ve ilmine hayran kaldığını’ da söyledi.
Hatta bununla da iktifa etmedi, ‘harika zekâveti ve kuvve-i hafızası’ itibariyle Molla Said’i, üçüncü asırda yaşayan Bediüzzaman-ı Hemedanî’ye benzettiği için ona ‘zamanının eşsizi, benzersizi, hârikası’ mânâsına gelen Bediüzzaman unvanını verdi.
Ona gösterilen itibar yüzünden haset damarı harekete geçen bazı hocalar ve mollalar, Said’in şehirden gitmesini sağlamak için ilmî münâzara yerine taciz etme cihetine gidip fırsat kollamaya başladılar.
Bir seferinde saldıranlar hayli kalabalık olduğu hâlde Said onlara tek başına cesaretle ve çevik hareketlerle mukabele edince aralarında kavga çıktı ise de halkın araya girmesi ile fazla büyümedi.
Hadiseye müdahale ederek diğer talebelerle birlikte kendisini de karakola götürmek isteyen Jandarmalara, “Biz talebeyiz. Birbirimizle dövüşür, barışırız. Hata bendedir” diyerek medreselerin anarşi yuvası gibi görünmesine fırsat vermedi.
Ardından, böyle hâllerde bölgede muteber olan teâmüllere uyarak mollaları münâzaraya davet etti. Kendisi onlara soru sormazken, onların sordukları bütün sorulara doğru cevaplar vererek hepsini ilzam etti.
Buna rağmen bazı mollaların tenha yerlerde kendisine saldırabileceklerini düşünerek belinde kama taşımaya başladı. Siirt’te daha fazla kalmasını icab ettirecek bir sebep olmadığı için de Bitlis’e geçti.
Orada ziyaretine gittiği hocası Şeyh Emin Efendinin, kendisine hâlâ çocuk nazarı ile bakması ve o şekilde muamele etmesi üzerine, artık büyüdüğünü, kabil-i hitap olduğunu söyleyerek rüştünü isbat etmesi için kendisini imtihana tâbi tutmasını istedi.
Emin Efendinin, en zor bahislerden hazırladığı ilmî sorulara hiç tereddüt etmeden cevap veren Molla Said, onun edebî bilmece ve zekâ oyunu mahiyetindeki sorularını da kısa zamanda çözerek rüştünü isbat etti.
Bu gerçeği hoca kadar, onun tesiri altında kalan mollaların, talebelerin ve ahâlinin de bilmesini arzu ettiği, bunun yolunun da Kureyş Camii’de vaaz vermekten geçtiğini bildiği için haftanın muayyen günlerinde gidip cemaate vaaz u nasihatte bulunmaya başladı.
Onun vaazlarına büyük ilgi duyan ahâlinin, her seferinde camiyi doldurması ve başka camilerde de vaaz vermesinin istenmesi, bazı medrese ve tekke ehlinin de bu ilgiye katılması üzerine ona karşı olanlar hadise çıkarmak için harekete geçtiler.
Takriben 1893 yılı hazanında yaşanan bu gelişmelerden rahatsız olan Bitlis Valisi, hadiselerin büyümesine meydan vermemek ve şehri terk etmesini sağlamak için Molla Said’i valilik konağına getirtti.
O bir odada istirahat ederken valinin huzurunda yapılan bir münâzarada, Bitlisli bazı âlimler, valinin misafiri olan Vahabîlerin sordukları sorulara Molla Said’in cevap vermesini istediler.
Bunun üzerine münâzaraya katılan Said bütün sorulara muknî cevaplar verdi, Vahabîliğin tarihî seyrini anlattı. O mezhebe mütemâyil olan valiyi ikaz edip o fikirlerin bölgede yayılmasına mani oldu ve Şeyh Emin Efendinin de aralarında bulunduğu Bitlis ulemasının çoğunun takdirini kazandı.
Kendisine gösterilen aşırı ilgiden de ölçüsüz tepkiden de rahatsız olan Molla Said, insanların arasında kaldıkça hep sathî meselelerle meşgul olduğunu ve tefekkür dünyasının sığlaştığını hissedince, bir süre inzivaya çekilip ruhunu dinlendirerek idrakinin ihata hududunu genişletmesinin faydalı olacağını düşündü.
Onun için Bitlis’ten Şirvan’a gidip bir süre kaldı ise de aradığı sükûnet şartlarını bulamayınca Tillo’ya geçti. Orada medreseleri ziyaret edip tekke ehli ile hemhâl oldu.
Daha sonra; Hâsiye adlı bir kadının, zikir ve ibadet ederken sesinin başkası tarafından duyulmaması için inziva menzili olarak yaptırdığı kubbenin boş olduğunu görünce orada inzivaya çekildi.
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Ölüme mazhar olanlar ve hüsn-ü zan |
|
Bir yakınımın vefatı münasebetiyle aldığım bir taziye mesajı, çoktandır uygulamaya aldığım bir husustaki “perhiz”imi bozdu ve “günahsız ağızla duâ etmenin” ne mânâya geldiğini daha da netleştirdi.
Evet, Van’da vefat eden o zat, aynı zamanda eniştem olmakla beraber bir hizmet mahallinin de “Yusuf Abi”siydi. Hizmet erlerinin mesken tuttuğu, omuz omuza verdikleri, evlerini bile yan yana, arka arkaya sıraladıkları ve hane-i saadetlerinde ilk defa “Babalar ve oğullar” ders ve sohbetlerini başlattıkları, o mütevazi semtte, Refik-i Âla Hazretleri, onu da o hizmet erlerine refik ve komşu etmişti.
İnanın ki, onun ardından yazmayı hiç düşünmemiştim. Hatta düşünmüşsem bile, yazmamayı düşünmüşümdür. Zira ölenlerimizin ardından yazma geleneği, yıllar oldu ki, bu naçiz kalemde inkitaa uğradı. Bunun sebepleri arasında; hastalıkların ve ölümlerin hız kazanmış olması da bir sebep olarak sayılabilir. Artık hangi birisinin ardından ne yazsındı bu “mütereddit” kalem?
Üstelik bu meyandaki değişimi gazetemiz sayfalarında bile görüyor ve hissediyorum. Yani bu babdaki yazı ve ilânlarda azalma olduğuna kaniim. Ölümler ve hastalıklarda o kadar artış oldu ki, camiamızdan ve her birimizin kendi yakınlarından her yatağa ve toprağa düşenin hakkında yazılar ve taziyeler döşemeye kalkarsak, artık gazete sayfalarımızda başka yazılara yer kalmayacak (!)
Her neyse. Lâtifeyle karışık bu son ifadelerimde eğer hakikat payı yoksa, o zaman ölümlerimizin ve hastalıklarımızın çoğalmasına rağmen, onlar hakkında yazma ve taziyede bulunmada “azalma”nın başka şeylerimizin azaldığına delâleti gibi bir yoruma girilir ki, onu ifade etmeyi bile istemem.. Ölenlerimizin ardından yazmanın bu naçiz kalemde inkıtaa uğramasının bir sebebi de; “lezzetleri tahrip edip acılaştıranı (ölümü) çok zikrediniz” meâlindeki hadis-i şerifin mânâ olarak nefsim üzerinde tam tahakkuk etmesine olan itimadsızlığımdır. Yani nefsime itimad etmediğim gibi, bu mânânın nefsim üzerinde tahakkuk ettiğine de inanamıyorum. Yani ya o lezzetleri acılaştıran ölümü zikir ve “tahattur”da bir azalma, bir sathileşme, bir sözde kalma var, ya da lezzetlerin baskısında o kadar renklenme ve çoğalma var ki, artık ölümü tahattur ve peşpeşe ölenleri görme bile, lezzetlerin o baskısını “tahrip” edemiyor.. Buna mazhar olmak için bizzat yatağa düşmek veya ölmek iktiza ediyor. Öyleyse ölüm üzerine ve ölenlerin ardından yazmak; nefsime “lezzetleri acılaştırma” noktasında yardımcı olmuyorsa, sadece kalemin marifetini izhar etmeye vesile ve bahane oluyorsa, hatta yatağa veya toprağa düşenin haline baka baka, onun hakkında yazarken bile—maazallah—göste-rişe yelteniyorsa, o zaman “hiç yazmamak” belki daha evla olmalıydı. Ve daha izharına hâcet olmayan nice kronik duyguların etkisinde kalarak yazmamayı tasarlarken, bu arada gurbetten sılaya taziyeler ve mevtanın ruhuna Fatihalar ve Yâsinler göndermekle meşgulken, şöyle bir mesaj aldım Fatma Nur kardeşimden:
“Allah size ve ailenize sabr-ı cemil versin; merhuma da Hafız Ali Abi ve emsâli gibi şehid makamı versin.” Bu duâya yürekten “âmin” mukabelesi daha sonra şöyle tasavvura dönüştü:
Âlemlerin Rabbine, O’nun Kelâm-ı Kadîmine ve O’nun Resûlüne dayanarak tek başına yola çıkan kahraman ve mücahid ve müceddit bir Üstad’ın etrafında ve izn-i İlâhî ile açılan Kur’ân’ın büyük caddesinde “sahabevârî” bir teslimiyet ve ciddiyetle hizmete ram olan ve nihayet şeha-detle bu fani dünyaya veda eden Hafız Ali (ra) ve emsâli kahramanlarımız aramızda yâd edilirken, “biz nere, onlar nere” ilâvesini yapanlarımız çok olurdu. Şimdi bir hizmet semtinin merhum Yusuf Abi’si hakkında tamamen “günahsız” olan bir kardeşimiz, onu bu hizmet kervanında ve şirket-i manevîde dahil görmesi hasebiyle, Cenâb-ı Mevlâ’mızdan ona “Hafız Ali abi ve emsâli gibi manevî şehid makamı” niyaz ediyordu. Ve bana da sadece “âmin” demek düşüyordu. Çünkü bunu niyaz eden, hiç tanımadığı o merhum hakkında günahsız bir ağızdı. Ve o merhuma dilerse o makamı verecek olan da Cenâb-ı Kadir-i Zülcelal Hazretleriydi.
Hem değil mi ki, onun hanesinin etrafını fedakâr hizmet erleri kuşatmışlar. Hele onlardan bir kahraman ki, mütevazi hane-i saadetinin sırtını, onun evinin sırtına dayamış.. Ve bir şahitlik de benden. Uzun zamandır giriftar olduğu hastalıkla, onun nefes alması ve vermesi “azap” haline gelmişti. Her nefes alışta hop oturup hop kalkıyordu. Bazen vücudu mosmor kesiliyor, çıkan nefesin tekrar geri gelmesi için koca oksijen tüpünü ona ancak yetiştiri-yorlardı. Yani nefeslerimizin sayılı olduğunu onda görmek daha kolay olmuştu. Kolaylıkla sayılabiliyordu. O halinde hep şükrediyordu. Her gün evine iki adet Yeni Asya giriyordu, emekli maaşıyla.. Geçen sene 22 Temmuz’da oradaydım. “Yeni Asya, Bediüzzaman’a göre bir yol gösteriyor. Ben ona bakar kararımı veririm, aklımı karıştırmam” demişti. Keşke yakın mesafede, omuz omuza hizmet verenlerimiz de; karşılaşılan zorlukların ve hissiyâtın etkisinde kalarak ve ülfetin de perdelemesiyle, “hüsn-ü zan”, “hüsn-ü niyet”, “hüsn-ü muâmele” ve bilumum hüsünlerimizin gölgede kalmasına, ya da arka plana atılmasına müsaade etmeseler. Keşke yakın markajda hizmete beraber koşanlarımız da, birbirine, hep uzaktan bakanların hüsn-ü zannıyla bakabilse.. Merhum Bekir Berk’in bir duâsı vardı: “Ya Rab! Bana hüsn-ü zan eden kardeşlerimin hüsn-ü zannına beni lâyık eyle.” Hele hele ölümü tadarak bu fani dünyadan veda edenlerimiz, öyle hüsn-ü zanlara daha çok liyakat kesb ediyorlar. Zira onlar, İhlâs Risâlesinde geçen, “günah cihetinde ölmek, sevab cihetinde yaşamaya devam etmek” sırrına mazhar oluyorlar.
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Nurlu notlar |
|
Babasının, daha çocuk yaşta iken Nur hizmetine vakfettiği ve Üstadın “Dünyaya vermeyeceğim” dediği hizmet kahramanlarından Ceylan Çalışkan, Cennet yaşı olan 33 yaşında iken bir trafik kazasıyla şehid-i manevî olarak doğrudan Cennete uçmuştu.
Risale-i Nur hizmetinin öncü ve kurmay kadrolarından olan Çalışkan’ın, “Nur derslerinden tesbit edilen notları”nda şöyle bir bölüm var:
“Her Nur talebesine manevî müzaheret vardır. İlk intikal devresinde manen hep müzaheret (Allah’ın manevî yardımı) var. Tutuşma devresinden sonra şevk devresine giriyor. 30 yaşına doğru o müzaheret kesiliyor. Artık kendi cehd ve gayretiyle ilerliyor. Müzaheret devam ederken kendimizi iyi yetiştirmemiz elzemdir.”
Üstadın hayat seyrinde de bir cihetiyle aynı hali müşahede ediyoruz. 15-16 yaşlarına kadarki tahsil hayatında edindiği bilgiler “sünûhat” kabilinden iken, sonrasında sünûhatın yerini ciddî emek, gayret ve tetkikatın aldığına dair Tarihçe-i Hayat’taki kayıt bunun örneği (s. 40).
Buradan çıkaracağımız en önemli derslerden biri, müzaheret mânâsının hükmettiği gençlik yıllarını boşa geçirmemek. Bilhassa 30 yaşına kadarki dönemi, risaleleri okuma, hazmetme, adeta “dem ve damarlara karışacak” derecede özümseme noktasında çok iyi değerlendirmek.
Çünkü daha sonraki yıllarda, o dönemdeki fırsat ve zamanları bulmak hayli zorlaşabiliyor.
Gerçi okumanın yaşı yok. Üstad gibi bizim de son nefesimize kadar okumayı hayatımızın ayrılmaz ve vazgeçilmez bir faaliyeti kılmamız gerekiyor. Ama gençlik döneminin yeri başka.
Notlarının devamında Çalışkan, Nur talebelerinin hayatındaki merhaleleri şöyle sıralıyor:
“1. Şevk devresi: Ruhun hakikatleri kavrama ve kapsamasıyla olur.
“2. Muhabbet devresi: Risale-i Nur kalbde mekân tutar. Bu devrede tehlike yoktur. Evinde tavuk pişer, fakat o medresede çorbaya koşar. Evinde kuştüyü yatak vardır, o dershanenin kırpıntı yatağına gider.
“3. Sebat devresi: Tehlikeli olan devredir. Ülfet ile sebatın kırıldığı görülür. Enaniyet ve süflî arzular çok olur. Bu devre sebatı güçlendirmek gerekir. Gaye en az zayiatla bu dönemi atlatmaktır. İrtibat azalır, içtimaî meseleler aklını kurcalar. Sebat, günahlardan çekinmek ve Risale-i Nur’un kudsiyetine inançla, Nurlarla meşguliyetle, derslere devamla olur.
“4. Sadakat devresi: En son merhaledir. Arabistan’dan Kutb-u Âzam da davet etse, hürmet eder, fakat Risale-i Nur’a koşar.”
Çalışkan, en son merhale olan bu sadakat devrinin münteha ve zirve noktasını “sıddıkiyet makamı” olarak isimlendiriyor ve bu makama “niyet ve nazar ile” ulaşılabileceğini belirtiyor.
Niyet ve nazarın izahını ise Mesnevî-i Nuriye’de, Katre’nin Mukaddeme’sinde buluyoruz:
“Nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder (değiştirir); günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder (çevirir). Niyet, âdi bir hareketi ibadete çevirir ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalbeder. Maddiyata esbab (sebepler) hesabıyla bakılırsa cehalettir, Allah hesabıyla olursa marifet-i İlâhiyedir (Allah’ı tanıma ilmidir).” (s. 45)
Risale-i Nur baştan sona, niyet ve nazarı bu ölçülere göre terbiye etmenin dersini veriyor.
Üstadın lâhika mektuplarında talebelerine hitap ederken en çok kullandığı sıfatlardan birinin “sıddık” olması da bu dersi her vesileyle hatırlatarak bu mânâları zihinlerde ve gönüllerde pekiştirip tahkim ve takviye etmeyi amaçlıyor.
Sıddık sıfatının aynı zamanda Hz. Peygamberin (a.s.m.) en yakın Sahabesi, hicret yolculuğundaki mağara arkadaşı ve dört halifenin birincisi Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) en fazla öne çıkan vasfı olmasında da, Nur hizmetini Asr-ı Saadetle bağlayan çok derin mânâlardan biri saklı.
Hz. Hasan’ın (r.a.) yarım kalan hilâfetinin Risale-i Nur misyonuyla devam ettiği gerçeği gibi.
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Adım adım sivil anayasa |
|
Çok önemli maniler çıkmazsa, yürürlükteki ‘ihtilâl anayasası’nın suyu ısınıyor gibi. İçinden çıkılmaz hale gelen tartışmalar, iyi bir noktaya gitmek üzere. Tabiî son dakika müdahaleleri olmazsa...
Türkiye; kendisine yakışır, ‘insan’ı ve ‘haklı’yı önde tutan sivil bir anayasayı çoktan yapmış olması gerekiyordu. Ne var ki bu imkân siyasetçilere tanınmadı. Sanki anayasa yapmak ihtilâlcilerin ‘doğuştan hakkı’ gibi her ihtilâl sonrası bir anayasa yapıldı ve ‘zorla’ millete dikte edildi.
Başlangıçta bazı safdillerin de savunduğu ‘ihtilâl anayasaları’nın, Türkiye’nin ihtiyacına cevap veremediği anlaşıldı. TÜSİAD bile mevcut anayasa ile yol almanın mümkün olmadığını gördü ve yeni bir anayasa hazırlanmasını istedi.
Yeni, sivil bir anayasa hazırlanması talebi sadece TÜSİAD’ın gündeminde değil. Neredeyse 1982 Anayasasını hazırlayan ihtilâlciler bile, mevcut ‘ihtilâl anayasası’ndan umudu kesmiş görünüyorlar. Yeni bir anayasa hazırlanması bir şekilde gündeme gelecek. Asıl zorluk da bu noktada. Acaba bu anayasaya kim, hangi anlayış renk verecek? Gizlense de asıl kavga bu noktada yürütülüyor.
TÜSİAD’ın yeni bir anayasa hazırlanması için teklif ettiği “Anayasa Konvansiyonu” kendince bir çözüm sunuyor. Özetle, çeşitli sivil toplum kuruluşu ve siyasî partilerden 50 kişinin bir araya gelmesi ve yaklaşık 2 yıl çalışması teklif ediliyor. Bu anlamda başka sivil toplum kuruluşlarının da teklifleri sözkonusu. Bütün bu tekliflerin bir araya getirilmesi ve yeni, ismen değil cismen sivil bir anayasaya kavuşmak Türkiye’nin hakkı.
19 Haziran Perşembe günkü TÜSİAD YİK toplantısında dağıtılan “Anayasa Konvansiyonu nedir, neden gereklidir?” başlıklı metinde, Türkiye’de bugüne kadarki anayasaların olağanüstü dönemlerin ürünü olduğu, 1982 Anayasasının çağdaş demokratik anlayışı yansıtan bir metin olmadığı, yeni bir anayasanın zorunlu hale geldiği hatırlatılmış.
Aynı metinde, yürürlükte çeyrek asrı tamamlamış 1982 Anayasasının defalarca değişikliğe uğramış olmasına rağmen hâlâ problemlerle dolu olduğu belirtilmiş. Açıklamada, “Daha özgürlükçü doğrultuda yapılan değişiklikler ile aynı kalmış otoriter maddeler uyumsuzdur. Metnin ruhundaki otoriter karakter, yapılan tüm değişikliklere rağmen ortadan kaldırılamamıştır. Ayrıca, Anayasa uygulandıkça, kendi iç tutarsızlık veya muğlaklıkları da ortaya çıkmakta ve sert siyasî tartışmalara yol açabilmektedir” denilmiş.
TÜSİAD ya da benzeri sivil toplum kuruluşları, aradan çeyrek asır geçtikten sonra ihtilâl anayasasına itiraz ediyorlar. Bir yönüyle geç kalmış itiraz, öbür yönüyle desteklenmesi gereken bir itiraz. Unutmamak gerekir ki, mevcut ihtilâl anayasasına ‘ilk gün’den itiraz edenler haklı çıktı. 1982 Anayasasının hatası, hazırlayanların milletten ve değerlerinden habersiz ve uzak olmasıydı. Aynı hata, hazırlanması gündeme gelen ‘yeni sivil bir anayasa’ için yapılmasın... Milletin taleplerine uygun, ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir anayasa bir an önce hazırlansın... Türkiye’nin bu konuda da gecikmeye tahammülü kalmadı.
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Gözden kaçanlar |
|
TRAFİKTE DİKKAT…
CUMHURBAŞKANLIĞI Genel Sekreteri Mustafa İsen’den bir mektup aldım.
İlk ve orta öğretim okulları ve üniversitelerin tatile girmesi ile birlikte karayollarında yoğunluk yaşanıyor. Bu da trafik kazalarının artmasına sebep oluyor. Yüzlerce insan her yıl trafik kazalarında ölüyor ya da yaralanıyor. Son 27 yılda 149 bin kişinin trafik kazalarında öldüğü açıklanmıştı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün himayesinde oluşturulan “Trafikte Hayat Kurtarma Platformu” kazaların en aza indirilmesi için çalışmalar yapıyor. 4 Mayıs 2008 tarihinde yazdığımız yazıda “Trafikte dikkat, 10 bin hayat” projesi ile bilgi vermiştik. Çankaya Köşk’ünde yapılan toplantıda, trafik kazalarının önüne geçilmesi için yapılacak çalışmalar anlatılmıştı. İsen mektubunda, bu çalışmalara bir kez daha dikkat çekerken, yapılan çalışmalar hakkında bilgi vermiş. www.trafiktedikkat10binhayat.com internet sitesinde halkın tekliflerini göndermesi isteniyor. Bu teklifler daha sonra ilgili kurumlara gönderilecek. İsen mektubunda emniyet kemeri kullanımına tekrar dikkat çekmiş. Sadece emniyet kemeri kullanılması ile ölüm oranlarının yarıya indiğine dikkat çekmiş.
Trafik kazaları Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisi olmaya devam ediyor. İnsan ölümleri ve yaralanmaları azaltmak için herkes elinden geleni yapması gerektiğini tekrar vurgularken, biz de buradan yazımızla kampanyaya bir kez daha destek verdiğimizi belirtiyoruz. Aman dikkat!
ERGNKN-08
Ergenekon soruşturması devam ediyor. İddianame hazırlık aşamasında.
Bir kesim operasyonun ismine takmış durumda. Bunlardan birisi de MHP Ankara Milletvekili Tuğrul Türkeş. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a polis operasyonlarına verilen “Ergenekon” gibi isimlerin, alaycı ve küçük düşürücü tarzda kullanıldığı ve bu isimlerin hangi birim tarafından, ne gerekçeyle verildiğine ilişkin bir soru önergesi vermişti. Atalay, soru önergesine verdiği cevapta bu soruşturmaya bir isim verilmediğini belirtirken, güvenlik güçlerinin, örgütlü suçlara yönelik gerçekleştirdiği operasyonlarda karışıklığı önlemek ve gizliliğin sağlanması için bundan önce operasyonlara isim verdiğini, ancak yeni düzenlemeyle operasyonlara isim verme yerine kodlama sistemine geçildiğini açıkladı.
Bakan operasyonun ismini de yeni kodunu da açıklamadı. Gizlilikten mi açıklamadı bilmiyoruz ama biz bir kod verdik. Bundan sonra da bu konuda notlar olursa bu kodla yazacağız. İşte bizim kodumuz: Ergnkn-08…
BİZ DE “GİZLİ” OLMAYAN YEMEK YEDİK
Dünkü yazımızda, gizli gündemlerle toplanan yemeklerden, toplantılardan bahsetmiştik. Gizli olmasına rağmen bir şekilde ortaya çıkan ve kamuoyuna yansıyan bu toplantıların Türkiye’nin gündemini değiştirmek ve memleketi birilerinden (!) kurtarmak adına düzenlendiğini söylemiştik.
Biz de Ankara Bürosu olarak geçtiğimiz gün, “bilinen bir yerde” Şaban Y. Kemal B. Tuncay B. Cemil Y. ve bazı arkadaşlarla yemek yedik. Soyadlarını gizemli olsun diye yazmadım. Bilenler biliyor, bilmeyenler de araştırsın. Perde arkasında neler vardı, yemekte ne konuşuldu, futbol kritiği yapıldı mı? Ülkeyi bu kritik dönemden çıkaracak plânlar yapıldı mı? Fotoğraf da çektik. Belki onu da ele geçirirsiniz. Hadi araştırın bakalım.
NOT ETTİK…
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın son günlerdeki sözleri hayli ilgi çekici. Tehditten, akıl hocalığına kadar birçok konu da akılları karıştıran işler yapıyor. Akla ziyan yorumlarda bulunuyor. Hafta içinde bir gazeteye şunu söylemiş: “Şimdi ‘Sen çekil kardeşim yapacak olanlar gelsin’ diyeceğiz. Bunlar gidince birilerini getireceğiz…” (Akşam, 16.06.2008)
Cümlenin içinden çıkabilirsen çık. Siz halkın tamamını mı temsil ediyorsunuz ki, “bunlar gidince birilerini getireceğiz” diyorsunuz! İktidara gelecekleri siz mi belirliyorsunuz? Madem bu kadar gücünüz var, niye hiç iktidara kendinizi getiremiyorsunuz?
Bakalım bu cümlenin altından ne çıkacak?
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İnsanlara karşı etkili olmanın ilk şartı |
|
Sigara ağzında ve içmeyi alışkanlık edinmiş bir kimsenin sigaranın zararlarından bahsetmesi, insanları iknaya çalışması ne kadar doğru? Hem böyle bir insan bunda ne kadar başarılı olabilir?
Nefsine söz dinletemeyen, yola getiremeyen insanın başkalarını ikna etmesi mümkün değildir. Onun için insanlar üzerinde etkili olmuş büyükler hep işe nefislerinden başlamış, önce kendi nefislerini ikna etmiş, bahsettikleri hakikatleri önce kendi nefislerine kabul ettirmiş, uygulamış, sonra da diğer insanlara anlatmışlardır.
İşte asrımızın kuvvetli ve tesirli bir Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur’un dayanaklarından biri buydu. “Risâle-i Nur, en evvel tercümanının nefsini iknaa çalışır. Elbette nefs-i emmâresini tam ikna eden ve vesvesesini tamamen izâle eden bir ders, gâyet kuvvetli ve hâlistir ki, bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-yi dalâlet karşısında tek başıyla gâlibâne mukabele eder.”1
En isyankâr, en söz anlamayan birisi varsa, o da nefistir. Nefsi iyi tanımadıktan sonra onunla mücadele etme imkânı da kalmaz. Kişi o zaman nefsinin zebûnu olur. O nefse değil, nefsi ona biner.
Evet, her şeyden önce nefsin mahiyeti iyi tanınmalıdır. Tanınmalıdır ki mücadelede başarıya ulaşılabilsin. Nefisle ilgili şu tahlil ne kadar anlamlı değil mi? “İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzât yalnız nefsini sever, başka her şeyi nefsine fedâ eder. Mâbûda lâyık bir tarzda nefsini medheder."2
O halde yapılacak iş, önce nefsi değil, Allah’ı, sonra da Onun adına diğer yaratıkları sevmektir. Çünkü Mâbûda yöneltilmesi gereken sonsuz sevgiye lâyık değildir nefis.
“İnsan kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur.”3
Allah’tan başka hiçbir şey, kul ve köle olmaya lâyık kıymette değildir. Allah yerine mahlûkàta kul ve köle olanlar, “Nefisperest, tabiatperest gâyet ahmak, gâyet zâlimdir”4 hakikatine de mâsadak olmuş olurlar.
Demek nefsî eğitimde ilk basamak, insanın içindeki sonsuz sevgiyi nefse değil, Allah’a yöneltmesidir. Aksi halde insan, nefsini putlaştırmış olur.
Önce Allah sevilecek, sonra da O'nun adına yarattıkları.
Dipnotları:
1- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 152.
2- Sözler, s. 503; Mektûbât, s. 506; Mesnevî-i Nûriye, s. 195.
3- A.g.e., s. 179.
4- Sözler, s. 239.
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bir kişi deyip geçmemeli |
|
Hüseyin Bey: “Hadislerde, bir kişinin imanının seninle kurtulmasının, sahralar dolusu kırmızı koyundan daha hayırlı olduğu bildirilir. Bu hadis nerede söylenmiştir? Bu hadiste geçen kırmızı koyun neye işarettir?”
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bu sözünü Hayber Komutanı Hazret-i Ali’ye (ra) Hayber savaşı esnasında söylemiştir.
Medine’nin yaklaşık 170 kilometre kuzeybatısında bulunan ve yedi sağlam kaleyle korunan Hayber, Yahudilerin fitne merkezi halindeydi. Hayber Yahudileri burada müşriklerle birlikte hareket ediyorlar, Müslümanlar aleyhine müşrikleri ve sair Arap kabilelerini tahrik ediyorlardı.
Yirmi gün süren muhasarada Hayber’in kaleleri bir bir düştü. Yalnız bunların en sağlamı ve en müstahkemi olan Kamos Kalesi düşürülemedi. Bu kaleyi Yahudilerin en savaşçı komutanı Merhab savunuyordu.
Bir gün Peygamber Efendimiz (asm): “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Hayber’in fethi onun iki elinde gerçekleşecektir. Allah ve Resûlü (asm) onu sever, o da Allah ve Resulünü (asm) sever” buyurdu.
O gece her bir mücâhid, her bir sahabe bu yüce görevin kendisine verilmesini bekledi ve umdu. Sabah olunca merak ve bekleyişleri arttı. Hazret-i Ömer (ra) daha sonra: “Kumandanlığı o günkü kadar istediğim bir gün olmamıştır” diyerek o günün heyecanını dile getirmiştir.
Mücahitlerin bekleyişleri sürerken Peygamber Efendimiz (asm):
“Ali İbn-i Ebî Talib nerededir?” buyurdu.
Ashab-ı Kiram (ra):
“Ya Resûlallah! Onun iki gözü ağrıyor!” dediler. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm):
“Onu bana gönderiniz” buyurdu.
Bunun üzerine Hazret-i Ali (ra), Seleme’nin (ra) yardımıyla Peygamber Efendimiz’in (asm) huzuruna getirildi. Resûlullah Efendimiz (asm) Hazret-i Ali’nin (ra) gözlerine mübarek tükürüğünü koydu ve duâ buyurdu. Hazret-i Ali’nin (ra) gözleri o dakikada iyi oldu, şifa buldu.
Hazret-i Ali (ra) demiştir ki: “O günden sonra ne sıcaktan, ne soğuktan asla rahatsız olmadım!”
Peygamber Efendimiz (asm) sancağ-ı şerifi Hazret-i Ali’ye teslim etti. Ona zırhlı bir gömlek giydirdi. Zülfikâr’ı da beline kendi mübarek eliyle bağladı ve şöyle ferman buyurdu:
“Allah sana fetih nasip edinceye kadar çarpış! Sakın arkana dönme!”
Hazret-i Ali (ra):
“Yâ Resûlallah! Onlar Müslüman oluncaya kadar kendileriyle savaşacağım!” dedi.
Bunun üzerine Allah Resûlü (asm):
“Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vakur bir şekilde ilerle. Sakin ol, ağır ol! Onları İslâm’a dâvet et. Müslüman oldukları takdirde İslâm’ın emirlerini bildir. Ya Ali! Allah’a yemin ederim ki: Senin irşadınla tek bir kişiye Allah’ın hidayet vermesi, sana birçok kırmızı develer verilmesinden daha hayırlıdır” buyurdu.1
Bazı rivayetlerde kırmızı koyun, bazı rivayetlerde kırmızı deve olarak geçen bu dünya malının, sadaka sevabı olarak, bir tek kişinin hidayetine vesile olan, onu hakka dâvet eden, ona yol gösteren, onun elinden tutan ve onu irşad eden kişiye verileceği bildirilmiştir.
Demek, bir kişinin de olsun kurtulmasına vesile olmak, bir kişiye olsun yol göstermek küçümsenmemeli, iman hizmetine bütün imkânlarımızı seferber etmeye devam etmeliyiz.
DUÂ
Ey peygamber ve kitap göndererek kullarına hidâyet veren ve kullarını hayra ve hakka yönlendiren Allah'ım! Ey hidâyet verdiği ve hayra yönlendirdiği kullarını bağışlayan ve Cennetine alan Allah'ım! Ey gücü ve kudreti sonsuz Allah'ım! Ey kullarının hepsinin her isteğini tek bir "Ol!" emriyle yerine getiren Allah'ım!
Bize dünyada ve âhirette hayır ve hasenât yağdır! Bize dünyada ve âhirette iyilikler ver! Bize dünyada ve âhirette hayır kapıları aç! Rızkımıza bolluk ve bereket ihsan eyle! Dilimize zikir ve şükür ikram eyle! Kalbimize îmân ve fikir lütfeyle!
Âmîn... Âmîn... Âmîn...
Dipnotlar
1- Müslim, Fadâil’is-Sahabe, 34;Tecrit Terc. 10/280
22.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ne ayıp, ne ayıııp! |
|
“DUYDUN MU kız, hediye olarak kitap getirmiş!”
“Ne, ne, çocuk doğumu için kitap mı getirmiş; okula mı gidecekmiş bebek!”
“Öyle maalesef!..”
“Ne ayıp, ne ayıp, hiç ziyarete kitap götürtülür mü?”
***
Hediye olarak kitap götürdüğünüzde sizi hiç böylesine ayıplayan oldu mu?
Horlayan oldu mu?
Kitap hediye etmek günah mı?
Kitap hediye etmek, örf ve geleneklere aykırı mı?
Kitap hediye etmek mekruh mu?
Kitap hediye etmek haram mı?
Bilâkis sevap. Ve salih bir amel.
Okumak farz. İlk inen âyet-i kerime, “İkra, Oku!” (Alak, 1) emridir.
Vitrinlerimizi dünyanın süslü-püslü şeyleri ile doldurduk. Kezâ çeyiz sandıklarını da dolduruyoruz. Peki, neden kitap hediye etmiyoruz, çeyizimize neden kitap koymuyoruz? Evimizde kütüphane var mı?
Kitaplı bir milletiz, nasıl da kitapsız kaldık!
Kimi zaman da şikâyet ediyoruz:
Çocuklar kitap okumuyor! Okula gönderdik, yine okumuyor.
Okumayı sevmenin yeri ailedir, okul değil. Çocuk anne-babanın elinde televizyon kumandasını görüyor, kitap değil.
Nasıl okusun?
Peki, nasıl bir kitap hediye edeceğiz? Bu da çok önemli tabiî. Bir gün, Musahip Said Efendi, 2. Mahmud’a, keçiboynuzunu medheder. O zamana kadar da padişah, hiç keçiboynuzu görmemiş, bilmiyormuş.
Ballandıra ballandıra anlatılınca, merak etmiş ve bir miktar getirtir. Bir parça ağzına alır, biraz çiğnedikten sonra, kaldırıp atar. Said Efendi:
“Niçin attınız Padişahım?”
“Bir dirhem bal için, bir batman odun yiyemem!”
Tefekkürî kitaplar, yani, Rabbimizi tanıtan, iman ve İslâm esaslarını ispat ve izah eden, hayatı, ahlâkı öğreten, ders ve eserler hediye edilebilir.
Şüphesiz bu sahadaki eşsiz eser, Risâle-i Nur Külliyatıdır
Risâle-i Nur’u okumak hem dünyevî, hem de uhrevî faydalar sağlar:
1- Ehl-i dalâlete karşı manen mücahede etmek,
2- Peygamber varisleri âlimlere neşr-i hakîkatte yardım etmek,
3- Müslümanlara îmân cihetinde hizmet etmek,
4- Kalem ile ilmi tahsil etmek,
5- Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî ibadeti yapmak,
6- İmân ile kabre girmektir.
Beş türlü de, dünyevî faydaları vardır:
1. Rızıkta bereket,
2. Kalbde rahat ve sürur,
3. Maîşette sühûlet,
4. İşlerinde muvaffakiyet,
5. Talebelik faziletini almakla, bütün Risâle-i Nur Talebelerinin duâlarına hissedar olmak olduğu ve bunların yakında gençlik tarafından idrak olunup, üniversitenin bir Nur mektebi haline döneceği yazılıyor.1
Dipnot:
1-Şuâlar, s. 369.
22.06.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
Gezi Eki Pdf
|
|
|
|
|
|