Başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğinin, “AYM anayasa değişikliklerini ancak şekil yönünden denetleyebilir, esasa giremez” tepkileri göze alınarak iptal edilmesi, AKP hakkındaki dâvâda nasıl bir karar çıkacağı hakkındaki tahminleri de hayli netleştirdi.
Gerçi “türban” kararıyla dâvânın en önemli gerekçesinin ortadan kalkmış olacağını, dolayısıyla buna bağlı olarak kapatma kararı çıkma ihtimalinin azaldığını söyleyenler de oldu. Ama yaygın kanaat ve tahmin, tam tersi istikamette.
28 Şubat’ta olduğu gibi partiyi kapatıp başsız bırakmanın ötesinde, Cumhurbaşkanını Çankaya’dan indirip kadroları “tasfiye” etmeyi hedefleyen bir proje için düğmeye basıldığı yönünde çok düşündürücü değerlendirmeler yapılıyor.
Peki, başarılı olunabilir mi? On yıl öncesine göre daha zor. AB sürecinde mesafe almış, statüko güçlerini frenleyecek farklı dengelerin nisbeten de olsa oluştuğu bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Ancak kilit nokta ve mevzileri ellerinde tutmaya devam eden ve bunların de elinden çıkması halinde mücadeleyi tümden kaybedeceği korkusu içinde olan statükonun, direnişini daha canhıraş bir şekilde, herşeyi göze alanların gözü dönmüşlüğü içinde sürdürmesi de beklenebilir.
Böyle bir halet-i ruhiyenin, işi, tahripkârlıkta hiçbir sınır tanımama noktasına taşıması riski son derece ciddî bir ihtimal olarak gündemde.
Zaten öyle olmasa 22 Temmuz’da halkın yüzde 47’sinin oyunu almış bir iktidar partisine kapatma dâvâsı açılır ve Mecliste 411 oyla kabul edilen bir anayasa değişikliği iptal edilir miydi?
AKP’nin de, Türkiye’nin de şu şartlarda mahkemeden çıkacak kapatma kararına, Gül’le Erdoğan başta olmak üzere iddianamede adı geçen kişilerin beş yıl süreyle siyasetten yasaklanmasına, bağımsız adaylık yollarının kesilmesine hazır olması gerektiğini düşünenler, buna göre harıl harıl alternatif üretmeye koyuldular bile.
İşin ilginç tarafı, “türban” kararı çıkıncaya kadar her fırsatta “Partinin kapatılacağına inanmıyorum” dediği belirtilen Erdoğan’ın, söz konusu kararla daha da katmerli bir hal alan belirsizlik sürecinde nasıl bir yol haritası izleyeceğini, kendi partililerinden dahi sır gibi saklaması.
Ve milletvekilleriyle yaptığı toplantıda konuya dair “Merak etmeyin, B, C, D, E planlarımız bile hazır” demenin ötesine gitmezken, vekillere “Tren yola devam edecek, inen bir daha binemez” diye gözdağı vermekten geri durmaması.
AKP cenahında hal böyle olunca, onun üzerine alternatif planlar oluşturma işini de başkaları üstleniyor. “AKP klonlansın” önerisiyle, siyaset yasağı istenmeyen 301 AKP’linin buluşacağı yeni bir parti kurulmasını teklif eden Bahçeli gibi.
Aynı Bahçeli’nin “Bu karambolde başbakanlık bana düşebilir” hesabı içinde olması da ilginç.
Bir başka enteresan durum ise, aynı şeyi Baykal için söyleyenlerin de bulunması. Demek ki, milletin vermediği başbakanlığı almanın tek yolunun kendileri açısından ancak böyle sisli ve bulanık ortamlar olduğunu düşünenler pusuda.
Şu anda Türkiye, halkın yüz vermediği “kifayetsiz muhteris ve mızıkçı” siyasetçilerle, milletten aldığı güçlü desteği, seçimin bir yılı dolmadan heba edenlerin arasına sıkışmış vaziyette.
Bu hengâmede, kilit konumlarda oturan Gül ve Toptan’ın tavırları da tartışma konusu. AKP “türban kararı” sonrasında ikisinden de beklediğini bulamamış görünüyor. Gül “suya sabuna dokunmayan” sözleriyle AKP’lilerin canını sıkarken; Toptan senato önerisiyle “topu taca attığı için” AKP’lileri, mahkemeye “Yetkisini aştı” eleştirisini yönelttiği için de CHP’lileri kızdırdı.
Ortaya çıkan duruma Unakıtan’ın yaptığı yorum ilginç: “Saatte 200 km hızla giderken el frenimizi çektiler.” (Yavuz Donat, Sabah, 12.6.08)
Ve bu yorumun getirdiği sorulardan birkaçı:
Hangi konuda bu hızı yapıyordunuz? Bu hızla gitmek, facia ile sonuçlanması riski yüksek bir trafik suçu değil mi? El frenini niye çektirdiniz?
13.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|