Cumhuriyet gazetesinde sekiz gün boyunca (4–11 Haziran 2008) yayınlanan "Hedefteki Diyarbakır" başlıklı yazı dizisinin sonlarında, ağırlıklı olarak Said Nursî ve Doğu'daki talebeleri konusu üzerinde duruldu.
Diziyi yayına hazırlayan Mehmet Faraç'ın tesbitlerine göre, AKP ile DTP'nin tabanında, bu konuda ciddî bir çekişme yaşanıyormuş. Dahası, zaten var olan bu çekişme, yaklaşan mahallî seçimler sebebiyle daha da kızışarak alevlenmeye doğru gidiyormuş... Dizi yazıda aktarılan tesbitlere göre, yaşanan gelişmelerin seyrini şu şekilde özetlemek mümkün:
1) PKK güç kaybettikçe dine ve dindarlara sarılıyor. Bu faaliyetini de daha çok DTP bünyesi içinde yürütmeye çalışıyor.
2) DTP, laikçi görünmekle birlikte, kendi tabanını AKP'ye kaptırmamak için "dinci vurgulamalar"a esnek bakıyor.
3) Tabanda ciddî bir faaliyet içine giren Gülen Cemaati, seçmenin oyunu DTP'den AKP'ye transfer etmeye çalışıyor.
4) Bu cemaatte geçmişte daha milliyetçi bir söylem vardı. Şimdi ise, Said Nursî'nin bu bölgeye özgü yaklaşımlarını öne çıkarmaya başladılar. Diyarbakır başta olmak üzere tüm bölgede Türk–İslâm sentezci yapıdan Said Nursî eksenli çizgiye geldi. Bu da, taban kaybına uğrayan PKK ve DTP'lileri kızdırıyor.
Bu tesbitler, halen Diyarbakır'da politikayla uğraşan çeşitli partilerin temsilcileriyle yapılan görüşmelere dayandırılıyor.
Bu tesbitlerin doğruları ne ölçüde yansıttığı ayrı bir tartışma konusu. Ancak, tartışma götürmez bir hakikat var ki, o da şudur: Herkesin istifadesine açık olan Said Nursî'nin fikir ve dâvâsı, dünyada hiçbir siyasete ve kâinatta hiçbir maddiyâta âlet edilemez ve tâbi kılınamaz.
Her kim ki, Üstad Bediüzzaman'ın Kur'ân'a dayanan Risâle–i Nur orijinli fikriyatını siyasî ve dünyevî menfaatlere âlet etmeye çalışırsa, hiç şüphesiz yanlış yapıyor ve zarar veriyor demektir.
Bu yanlış ve zarar verme hadisesi, bilerek olduğu gibi, bilmeyerek de olabilir. Biz niyetleri sorgulamıyor ve kimseyi de itham etmiyoruz. Sadece, ciddî bir hataya ve neticesi büyük vebâli mucip bir yanlışa dikkat çekmekle yetiniyoruz.
Siyasî faaliyetler, bâki değil, fâni uğraşlardır. İçinde dünyevî her türlü menfaat hesapları bulunabilir. Makam mevki hırsı, şöhret hırsı, içine girenlerin başını döndürebilir, onları yanlıştan yanlışa sevk edebilir.
Doğu'da olsun, Batı'da olsun, her nerede ve her kim olursa olsun, herkesin istifadesine medar kudsî hakikatlerin mecmuası olan Risâle–i Nur ise, mülevves hale gelebilen bir siyasî bataklığın çok çok uzağında, dışında ve bâlâsındadır.
İşte, böylesine bâkî hakikatleri ihtivâ eden bir ulvî dâvâyı götürüp fanî ve süflî işlere âlet etmeye çalışmak, elbetteki vebâlli ve son derece sakıncalı bir iştir.
Biz, kendimizi böylesi bir uyarıda bulunmakla mecbur ve mükellef hissediyoruz: Dolayısıyla, kim siyasetini neyin üzerine bina ederse etsin; yeter ki, bütün beşeriyete hizmet eden Said Nursî'yi, Nur Risâlelerini ve Nur Talebelerini basit, hasis ve değişken siyasetlerine âlet etmesin ve bunları malzeme olarak kullanmaya kalkışmasın.
Tarihin yorumu = 13 Haziran 1872
Namık Kemâl'in İbret'lik yazıları
Meşhûr "Vatan ve hürriyet şâiri" Namık Kemâl, meşrûtiyet taraftarı bir grup arkadaşıyla (Nuri, Reşat ve Ebuzziya Tevfik) birlikte "İbret" isimli gazeteyi neşretmeye başladı.
Namık Kemâl'in gazetecilik hayatının en güzel, en verimli günleri İbret'te geçer. Bu gazetede yazdığı hemen her yazı, başlıbaşına bir hadise olurdu.
Onun, bilhassa vatan, millet, hürriyet ve aile ahlâkına dair yazdığı yazılar, okuyanı ciddi şekilde etkiler, duygu ve düşüncesini elektriklendirir, heyecan ve şecaate getirirdi.
Yazılarının bu derece tesir hâsıl etmesi, dönemin hükümetini tedirgin etti.
Yapılan baskılar, Namık Kemâl'i hiç yıldırmadı. Aksine, daha da bileyledi.
Hükümet yetkilileri ise, özellikle İbret'in ilerleyen sayılarında onun yazmış olduğu "Garaz marazdır" başlıklı makalesi sebebi harekete geçti ve gazetesini kapattırdı.
Yine aynı makale gerekçe gösterilerek, Namık Kemâl İstanbul'dan uzaklaştırıldı ve Gelibolu Mutasarrıflığına memur edildi.
Burada da boş durmayan Namık Kemâl, büyük bir gayretle "Vatan Yahut Silistre" isimli tiyatro eserini vücuda getirdi. Bu eserin 1 Nisan 19873 günü akşamı İstanbul Gedikpaşa Tiyatrosunda sahneye konulmasıyla, adeta kıyâmet koptu.
Halk, bu piyesi öylesine bir coşkun tezahüratla karşıladı ki, adeta yer yerinden oynadı.
Bu dalgalanmadan ürken hükümet, Namık Kemâl'i derhal görevden aldı ve onu Kıbrıs'taki Magosa Zindanına gönderdi.
Namık Kemâl, burada da yılgınlık göstermedi ve Magosa Zindanından haykırmaya devam etti: "Merkez-i hâke (yerin merkezine) atsalar da bizi; Kürre-i arzı patlatır çıkarız!"
* * *
Namık Kemâl, Magosa'da 38 ay mahpus kaldı. Benzer sebeplerle mahkûmiyet hayatı yaşayan diğer bazı arkadaşlarıyla birlikte 1876 Haziran'ında affedildi. 20 Haziran’da İstanbul’a döndü. İbret gazetesini yeniden çıkarmaya başladı. Sultan II. Abdülhamid, onu Şurâ-yı Devlet âzalığına getirdi ve Kànun-u Esasi’yi hazırlayan heyete dahil etti.
Ancak, bir müddet sonra Sultan Abdülhamid ile de ters düştüler. I. Meşrûtiyetin anayasa ile birlikte askıya alınması, Namık Kemâl'i yine sert bir muhalefe sevk etti. Bu onun yeniden yargılanmasına yol açtı. Beraat etmesine rağmen İstanbul'dan uzaklaştırıldı.
Namık Kemâl, bu tarihten sonra sırasıyla Midilli, Rodos ve Sakız Mutasarrıflıklarında (vali–kaymakam arası makam) bulundu. Sakız'da görevli iken, yakalandığı "zatürre" hastalığı sebebiyle 2 Aralık 1888’de henüz 48 yaşında iken vefat etti.
13.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|