Sultan II. Mahmud'un tahta geçtiği 1808'den bu yana, Türkiye her yüz yılın başında şiddetli bir sancıya tutulur oldu. Bunlar, birer doğum sancısıydı.
1808'deki sancı, kötü ve sakat bir doğumu netice verdi. Avrupa hayranı ve mukallidi olan Sultan Mahmud, gerek askerî ve siyasî, gerekse içtimaî ve medenî hayatta çok büyük inkılâplar yaptı. İstanbul'u adeta kan deryasına döndürerek, mâzisi fütûhatla dolu 400 yıllık Yeniçeri Ocağını söndürdü. Ardından, bir ucûbe kılık–kıyafet inkılâbına girişti ki, kendi milletinden öldürttüğü insanların haddi hesabı bilinemiyor.
* * *
Sultan II. Mahmud'un devr–i saltanatından tam yüz sene sonra (Temmuz 1908) yeni bir siyasî inkılâp oldu. Adına "Hürriyet ve Meşrûtiyet İnkılâbı" denen bu muazzam hadise, hiç olmazsa merkezde kansız, darbesiz, çatışmasız oldu.
Oysa, hadise pek mühimdi; yine de ucuza atlatıldı. Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "Bu milletin yarı efradı uğruna fedâ edilseydi, yine ucuz olurdu."
Nâzenin Meşrûtiyet, iç ve dış düşmanlarının ittifakıyla boğulmaya çalışıldı. İşbaşına gelen hükümetler, hürriyet yerine diktaya yöneldi.
Bu sebeple, maddî–mânevî belâ ve musibetler, sıkıntı ve buhranlar sökün etti, , birbiri ardına üstümüze sel gibi geldi.
Asrın ortalarına gelindiğinde (1950), sıkıntıdan iyice bunalan, daralan bu aziz millet bir parça rahat nefes aldı, memleket bir terece olsun tenneffüs eyledi. Ardından, yeniden bir karanlık perde gerildi. İnişli çıkışlı, badirelerle dolu bir elli yıl daha geride kaldı.
* * *
Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât isimli eserinde, Meşrûtiyet'in yüzüncü yılından müjdeli bir şekilde söz eder.
Bu eserinde, yapılan her türlü yanlış, ihmal ve engellemelere rağmen, yüz yıl sonra "Meşrûtiyetin tam cemâli"nin görüleceğini haber verir.
Bu haberi, aynı zamanda yeni ve sağlam bir doğum müjdesi şeklinde değerlendirmek de mümkün.
Günümüzde giderek şiddetlenen siyasî ve demokratik sancılanmaların, nur topu gibi cemâli güzel ve mükemmel bir meşrûtiyeti doğurmasını temenni ediyoruz.
Tarihin yorumu = 12 Haziran 1945
"Dörtlü takrir"den dörtlü kurbana
Yakın tarihimizde "Dörtlü takrir" ismiyle yer alan ve altında dört milletvekilinin imzası bulunan önerge, CHP Meclis Grubuna takdim edildi.
Bütün hür dünyanın demokratik bir sisteme geçtiğini, 1876'da demokratik bir anayasayı (Kànun–u Esâsî) kabul eden Türkiye'nin de bundan geri kalmamasının gerektiği vurgulanan bu önergenin altında şu isimlerin imzası bulunuyordu: Celal Bayar, Refik Koraltan , Adnan Menderes, Fuat Köprülü.
Türkiye, bu tarihte tek parti oligarşisi ile idare ediliyordu. Hürriyet ve demokrasi taleplerine geçit verilmiyordu.
Bu sebeple, söz konusu önerge şiddetli bir hiddet ve öfkeyle karşılandı. İmza sahipleri birer birer dışlandı ve partiden ihraç edildi.
Boyunları kesildi, lâkin eğilmedi
Türkiye, BM kurucu üyesi olması şartı karşılığında, çok partili sisteme geçmeye—kerhen de olsa—söz vermişti.
Bu durumdan istifa eden "dörtlü takrir" sahipleri, 7 Ocak 1946'da Demokrat Partiyi kurdu. Aynı yıl yapılan "ayıplı seçim'de 60 kadar milletvekili ile Meclis'te grup kuran DP, 1948'de Millet Partisi tarafından ilk bölünme hadisesine mâruz bırakıldı.
1950 seçimlerinden zaferle çıkan DP, 1954 ve 1957 seçimlerini de aynı zaferle kazandı.
Bu partiyi demokratik yoldan mağlup edemeyeceğini anlayan oligarşik zihniyet, 1960'ta kanlı bir darbe gerçekleştirdi.
Ülke idaresini ele geçiren bu darbeci cunta, önce (30 Mayıs 1960) İçişleri Bakanı Namık Gedik'i intihar süsü vererek katletti. (İsmi bizde mahfuz, görgü şahidi bir muhtar anlatıyor.)
Cunta, bilindiği gibi yüzlerce DP'liyi işkenceden geçirdikten sonra partinin üç liderini (Menderes, Zorlu, Polatkan) de idam ettirdi.
Dörtlü takrir ile "hürriyetçi demokrasi" hareketini başlatan Demokratlar, sonunda kadar aynı istikamette gittiler ve zalimlere asla boyun eğmediler. Evet, boyunları gitti, lâkin hiç eğilmedi.
İşte hakiki Demokratlar böyledir. Kendileri zarar görür, fakat dine ve millete zarar vermez, verdirmezler. Hatta, canlarını bile fedâ ederler, fakat devlete ve millete zarar vermemeye âzami gayret ve hassasiyet gösterirler.
12.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|