Hükümet yetkilileri Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizin kalkınması için "Düğmeye bastık" diyor.
İfade ettiklerine göre, uzun süredir üzerinde çalışmış oldukları "eylem planı" artık hayata geçiriliyor.
Bu çerçevede, köylere, mezralara varıncaya kadar her tarafta yollar, köprüler yapılıyor. Ayrıca, uzun süredir rölantide bırakılan GAP'a yeniden işlerlik kazandırılıyor. Vesaire...
Bölgeye bu tür hizmetler götürülürken, aynı zamanda hem terörün, hem de işsizliğin önemli ölçüde azalacağına inanılıyor.
Şüphesiz, bu tarz bir yaklaşımın iyi, güzel, doğru tarafları vardır. İş ve istihdam sahasının genişlemesiyle, işsizlik elbette azalacaktır. Aynı şekilde, terörün bir sebebinin de işsizlik, yoksulluk ve birtakım mahrûmiyet olduğu açıktır.
Fakat, altı yılı aşkın bir süredir iktidar mevkiinde olan AKP hükümetlerinin bu en hayatî meseleye bunca zaman sonra henüz yeni el atmasına ne demeli?
Acaba "Sabah–ı şerifleri hayrola" mı demeli, yoksa onlara "Hayırlı akşamlar" mı demeli, bilemiyoruz.
Zira çok, ama çok geç kaldılar... Esasında mevsim itibariyle de geç kaldılar ve zamansız olarak harekete geçmiş bulundular. Yoksa, onları yaklaşan mahallî seçim kaygısı mı harekete geçirdi?
Bu noktada emin değiliz...
Ancak, kesin olarak bildiğimiz ve gayet emin olduğumuz bir husus var ki, o da Doğu Bölgelerimizin kazanılması, kurtarılması ve bölge insanımızın huzura, refaha kavuşturulması, öyle bazılarının zannı gibi bir–iki kalemlik maddî yardımla, yahut malî teşvikle sınırlı olmadığıdır.
Evet, bu da lâzım, hatta zaruridir. Fakat, meseleye sadece bu nokta–i nazardan bakmak, sadece kifayetsiz değil, aynı zamanda yanıltıcıdır, aldatıcıdır.
Bize göre, burada öne çıkan en mühim mesele, fikrîdir, vicdanîdir, insanîdir...
Oranın mâsum insanını kendin gibi bileceksin. Haksız yere mağdur duruma düşmüş vatandaşını kardeşlik duygusuyla kucaklayıp bağrına basacaksın. O insanlara şefkatli, merhametli davranacaksın.
Bu tarz bir yaklaşımın, sadece sivil insanlarımız tarafından değil, resmî görevliler tarafından da sergilenmesi gerekir.
Gerekir diyoruz; eminiz insanlarımızın ekseriyeti da aynı şeleri söylüyordur.
Ne var ki, sadece söylemek kâfil gelmiyor; lâf, tek başına sadra şifâ olmuyor.
Zira, görünen manzara başka klavuz istemiyor: Bölgenin dağına taşına, şehirlerin girişine çıkışına, hatta en küçük yerleşim birimlerine varıncaya kadar, hemen her yerde hâlâ fokur fokur ırçılık kokan, Türkçülük fışkıran sloganik sözler yazılmaya, kazınmaya, çakılmaya devam ediyor.
Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, bu durum bölgede şiddetli bir alerjiye ve tam bir "aksülâmel"e yol açıyor.
Emin olun, terönün de en kuvvetli malzemesi ve en büyük velinimeti budur.
Dolayısıyla, öncelikle aksülâmele yol açan böylesi uygulamaların sona erdirilmesi gerekir. Bölge insanını kazanmak için, aş ve iş elbette lâzım ve elzem; fakat, diğerine göre yine de ikinci, üçüncü derecede gelir.
Tarihin yorumu : 5 Haziran 1967
Ortadoğu'da "Altı Gün Savaşı"
Arap ülkelerinden Mısır, Suriye ve Ürdün ile İsrail devleti arasında uzun süredir yaşanan gerilim nihayet patlak verdi. İki taraf arasında altı gün süren çok şiddetli bir muharebe başladı.
İsrail, 5 Haziran 1967 günü sabahın erken saatlerinde elindeki hemen bütün savaş uçaklarını Akdeniz'e doğru havalandırdı. Sayısı 300'ü bulan bu uçaklar, kısa bir şaşırtma hareketini ardından, Mısır'ın üzerine yöneldiler. Daha evvel planlandığı şekilde Mısır'ın bütün hava alanlarını bombardıman ettiler. Mısır'a ait bir tek uçağın havalanmasına fırsat vermediler.
Bu arada, Mısır'a ait Sîna Yarımadasının hemen tamamını işgal eden İsrail, hiç ara vermeksizin Ürdün'ün kontrolü altındaki Gazze ve Batı Şeria topraklarına yöneldi. Asker sivil ayırd etmeksizin her tarafı bombalamaya başladı. Sahipsiz ve korumasız kalan bu bölgedeki Filistinliler, kendi topraklarını terk etmeye ve büyük kafileler halinde Ürdün'e iltica etmeye yöneldi. Mültecilerin sayısı, çok kısa bir sürede 400 bine kadar çıktı.
Böylelikle, Filistin topraklarının da yüzde 20'den fazlasını işgal eden İsrail, hemen ardından Suriye'ye saldırdı.
Kudüs'ten sonra Şam'a da göz diken İsrail'i, o zamanki Rusya (SSCB) dizginledi. Daha ileri gitmesi halinde Kızılordu'yu harekete geçireceğini bildiren Rusya, teknolojik olarak da Arap ülkelerine her türlü desteği sağlayacağını ilân etti.
Bu sebeple, Suriye'ye ait Golan Tepelerini işgal etmekle yetinen İsrail, savaşın altıncı gününde saldırı yaptığı ülkelerin hükümetleriyle ateşkes antlaşması yaptı.
Altı Gün Savaşı, başta Nasır'ın Mısır'ı olmak üzere, müttefik Arap ülkelerinin kesin hezimeti ve ağır kaybıyla neticelendi.
İsrail ise, mevcut ülke sınırlarını birkaç misli daha genişleterek, işgal ettiği yerlerde hak iddia etti ve BM'nin bütün girişimlerine rağmen geri çekilmedi.
Bu tarihte yaşanan hadiseyi "savaş" şeklinde isimlendirmek pek doğru olmaz. Zira, burada karşılıklı çatışmadan ziyade bir anî baskın ve saldırı hadisesi var.
İsrail, zaten kurulduğu 1948'den bu yana hep saldırganlıkla iş görüyor.
05.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|