|
|
Kadir AKBAŞ |
Din bir özgürlük alanı mıdır? |
|
Dışişleri Bakanı Babacan’ın Avrupa Parlamentosunda Türkiye’de çoğunluğun da din özgürlüğü konusunda bazı kısıtlamalar ve yasaklarlar karşı karşıya olduklarını dile getirmesi, belli çevreler tarafından hedef alınmasına yol açtı. Bu yalın gerçeğin ifade edilmesi karşısında kimileri ahlâk ve edep sınırlarını zorlayarak Sn. Bakan’a hakarete yeltendiler.
Genel olarak özgürlükler alanını genişletmek ve var olan yasak ve kısıtlamaları kaldırmak varlık sebebi olan hükümetin, altı yılı aşan bir iktidar döneminden sonra hâlâ, yakınma pozisyonunda duruyor olması, geçen yılların da yitirildiğinin itirafıdır aslında. Türkiye’de devlet dini bir özgürlük alanı olarak olarak değil, bir ideoloji adına kıskaç altında tutulması gereken bir asayiş alanı olarak görüyor. Dinin bir özgürlük alanı olarak kabul edilmemesi sebebiyle Türkiye’de devlet aygıtı en kaba yöntemlerle yoğun bir din özgürlüğü ihlâlleri üretmekten geri durmamaktadır. Dini bir özgürlük alanı olarak görmeyen bu anlayış, dini dönüştürmeyi, şekillendirmeyi ve ötesine geçip bütünüyle ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Bu hedef Türkiye’nin çok partili hayata geçmesiyle tam olarak tahakkuk ettirilememiştir. Ancak çok partili hayata geçişi, bütün kötülüklerin! anası olarak gören anlayış, devlet aygıtının sivil, askerî, özellikle de yüksek yargı bürokrasisi tarafından adeta içselleştirilmiştir.
Çok partili hayata geçişle sekteye uğradığı düşünülen hedef, yargı kararlarıyla tahakkuk ettirilmek istenmiştir. AKP hakkında açılan kapatma dâvâsı iddianamesi ve esas hakkındaki mütalâa, yüksek yargının bir bölümü tarafından dinin bir özgürlük alanı olarak görülmediğini olanca çarpıklığıyla ortaya koymuştur. Dinin bir özgürlük alanı olarak görülmemesi, yargı çevrelerini hukukun evrensel değerleriyle karşı karşıya getirmektedir. Dinin demokratik zeminlerde özgürce yaşanabilmesi, aynı çevrelerin demokrasiye karşı mesafeli ve kuşkucu bir anlayış sergilemelerine yol açmaktadır.
Din özgürlüğü; ferde inandığı dini, hayat üslûbunu, tercihlerini, moral değerlerini belirleme, seçme, hayata geçirme, geliştirme ve yaymasına imkân verilmesidir. Türkiye en yalın haliyle bile, din özgürlüğü alanında demokratik ülkelerin çok gerisindedir. Anayasal kurumların gölgesinde vesayetçi demokrasi işletilmeye çalışıldığı gibi bir ideoloji adına vesayetçi, vahiyden kaynaklanmayan, dinin özünden uzaklaştırılmış, dindarlık! üretilmeye çalışılmaktadır. Anayasa Mahkemesinin anayasa değişikliklerine ilişkin olarak bugün açıklaması beklenilen kararı, mahkemenin dini bir özgürlük alanı olarak görüp görmediğini bir kez daha ortaya koyacaktır. Olumsuz bir karar, dinin bir özgürlük alanı olarak görülmediğini ortaya koymakla kalmayacak, Anayasa Mahkemesinin dinle birlikte demokrasiyi de vesayet altında tutma niyetini ortaya koyacaktır.
05.06.2008
E-Posta:
|
|
Mehmet KAPLAN |
“Hayat arkadaşı...” |
|
Hayat:
İnsana verilen en değerli ikram değil mi?
Daha önemli şey var mı?
Hayatımızdan.
Canımızdan..
Ruhumuzdan…
Bizden….
Kendimizden!
Kendimizi kandırmamalıyız!
Çocuklarımız..
“Canımızdan daha kıymetlidir” deriz ancak:
Canımızdan kıymetli çocuklarımız için can ver-meye sıra gelince; iş ciddiye binince, durum değişir!
***
Sadece ve sadece:
Bir tek;
Anneler çocukları için can verirler!
Tavuk:
Yavrularına saldıran köpeğe tereddüt etmeden hücum eder!
Köpek, tavuğun başını koparsa bile, bu; tavuğun umurunda olmaz.
Bir de;
En gerçek arkadaşlar vardır:
Bunlar:
Ne ilkokul..
Ve ne de:
Üniversite arkadaşlarımıza, hiç mi hiç benzemezler.
“Hayat arkadaşım” deriz onlara!
Ve:
Onlar için de seve seve can veririz!
Çünkü;
Hayat:
Onlar olmadan hiçbir anlam ifade etmez.
***
Şu sıralar:
Aile dağılmıyor..
Bütün dek ve dolaplara rağmen toplumuzdaki aile bağları kopmuyor ise eğer….
Birbirini gerçekten:
Az da kalmış olsalar da; “Hayat arkadaşı” olarak seçen..
Ve seven:
Bunu;
Aile bağlarının önemini bilerek…
Ailenin hakkını veren az sayıda kalmış olsalar bile böylesi insanlarımıza borçluyuz!
Allah:
Bu, samimi;
“Hayat arkadaşlarının” sayısını çoğaltsın ve bereketlendirsin…
05.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Tefekkür deryasına dalınca |
|
İslâm hep düşünmeye davet eder insanları. Vahiyle gelen, kelâm sıfatının sonucu olan Kur’ân’daki âyetler düşünelecek; onun bir nevî açıklaması, yorumu olan irade sıfatından gelen kâinat kitabının âyetleri düşünelecek… Düşünülüp ibaret alınıp, Allah’ın varlık, birlik, kudret, büyüklük ve isim ve sıfatları anlaşılacak.
Kur’ân’da “Dünya ve ahiret işlerinizin her ikisinde de Onun âyetlerini düşünüp ibret alasınız diye Allah size hükümlerini açıklıyor”1 buyurulur. Bir olay anlatıp, “Bu kıssayı onlara anlat ki, belki düşünüp ibret alırlar,“2 “Düşünen bir topluluk için, âyetlerimizi Biz böyle açıklarız,” “Muhakkak ki bunda hakkı görebilen basiret sahipleri için bir ibret vardır”4 denilir. Kur’ân, düşünmeyenleri ise, “Düşünmezler mi?”5 diye kınar.
Hadis-i şerifte ise tefekkür övülür, bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadetten faziletli olduğu bildirilir,6 yaratıkları tefekkür emredilir.7
Tefekkürü mesleğinin dört esasından biri, Risâle-i Nur’un mayası, meşrebi olarak gören, aynı zamanda Hz. İbrahim’in (as) hususî meşrebi olarak niteleyen8 büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri bu temel unsurun Hakîm isminin parıltılarını taşıdığını belirtir. Mektûbât’ta şöyle der: “Tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin ve daha parlak bir tarîktir ki, Hakîm ismine îsal eder.”9
İnsanın aslî vazifelerindendir tefekkür. Canlıların yaratılışları gereği ve hayatlarının gâyesi olan, Allah’a takdim edip durdukları tesbihat ve ibadetlerini bilerek müşahede etmek ve tefekkürle görüp ve şehadetle göstermekle yükümlüdür.10
Bediüzzaman, tefekkürün gafleti izale ettiğini; mesele üzerine dikkatle eğilmenin evham karanlıklarını dağıttığını söyler, neyin nasıl tefekkür edilmesi gerektiğini de şöyle anlatır: “Nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilât ile tetkikat yap. Fakat âfâkî, haricî, umûmî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmâlde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur; içine dalma, boğulursun.
“Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilatlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüp edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır, evham seni havalandırır, enaniyetin kalınlaşır; gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalâlete îsal eden kesret yolu budur.”11
Demek tefekkürde hatları ayırmak, neyi ne kadar tefekkür edeceğimizi bilmek gerekiyor
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 220, 2- A’raf Sûresi: 176.
3- Yunus Sûresi: 24, 4- Âl-i İmran Suresi: 13.
5- Rum Sûresi: 8; Nisa Sûresi: 82; Muhammed Sûresi: 24, 6- Keşfü’l-Hafa, 1:310 (H. 1004.)
7- Feyzü’l-Kadîr, 3:172(H. 3346).
8- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 88.
9- Mektûbât, s. 442.
10- Sözler, s. 118.
11- Mesnevî-i Nûriye, s. 125.
05.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dürüst ticaret ehlinin kazandıkları |
|
Atilla Bey: “Peygamberlerle ve şehitlerle beraber olmayı netice veren ticaretin şartları ve incelikleri nelerdir?”
Peygamber Efendimiz (asm) “Doğru sözlü ve kendisine güvenilen tüccar âhirette peygamberler, sıddîkler ve şehitlerle beraber olacaktır”1 buyurmuşlardır. Buna göre Müslüman bir ticaretçi:
1-Doğru olmalı, malını satarken yalan beyanda bulunmamalı, müşteriye mümkün mertebe yeminli ifâde kullanmamalıdır. Peygamber Efendimiz (asm) ticaret malını yalan yeminle satıp tüketen kimselere kıyamet gününde Allah’ın rahmet nazarıyla bakmayacağını bildirmiştir.2
2-Dürüst olmalı, kötü ve kalitesiz mal satmamalı, malının kötüsünü ve çürüğünü gizlememeli, fiyatlandırma yaparken malının kusurlarını dikkate almalı, kusurlu malı kusursuz malla birlikte ve aynı fiyata satmamalıdır.
3-Hile yapmamalıdır. Tartarken eksik tartmamalıdır. Cenâb-ı Hak, “Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın. Âhiretteki mizanınızı ziyana düşürmeyin”3 buyurmuştur.
4-Müşteriyi aldatmamalıdır. Peygamber Efendimiz (asm) “Satıcı ile müşteri eğer dürüst olup satışla ilgili hususları açıklarlarsa alış-verişleri kendilerine mübarek kılınır. Şayet aldatarak malın veya bedelin ayıbını gizlerlerse, alış-verişin bereketi kaldırılır”4 buyurmuştur.
5-Sözüne ve davranışlarına güvenilir olmalıdır. İster ticaret hayatında olsun, ister ticaret dışı sosyal hayatında olsun, kendisine güven duyulmasını sağlamalı ve duyulan güven ve itimadı sarsmamalıdır.
6-Zekâtını zamanında ve doğru şekilde hesaplamalı ve hak sahiplerine vermelidir.
7-Hayırda eli açık olmalı, ihtiyaç içindeki fakir fukaraya ve hayır kurumlarına yardımcı olmalıdır.
8-Ticaret için, namazını ve sair ibadetlerini aksatmamalıdır. Unutmamalıdır ki, asıl ve büyük ticaret, âhirete yönelik ticarettir. Şu geçici dünyada Allah yolunda sarfedeceğimiz fani dakikalar, bize ebedî bir saadet olarak dönecektir. Bundan büyük ve önemli bir ticaret olur mu? Cenâb-ı Hak, “Onlar öyle kimselerdir ki, ne bir ticaret, ne de bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtlarını vermekten onları alı koymaz. Onlar kalplerin ve gözlerin dehşetten dönüvereceği bir günden korkarlar”5 buyurmuştur.
9-Satarken ve alırken müsamahalı olmalıdır. Peygamber Efendimiz (asm), “Allah (cc), satarken müsamahalı, satın alırken müsamahalı ve borcunu öderken ve hakkı hak sahiplerine teslim ederken müsamahalı olanı sever”6 buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak ticaret ehli Müslümanları, maddî-mânevî ticarette yüksek makamlara erdirdiği kullarından eylesin. Âmin.
***
İstanbul’dan okuyucumuz: “Tekstilde kâr haddi ne kadardır? Bir mal gerçek değerinden yüzde elli fazlasına satılır mı? Alış-veriş adabı hakkında bilgi verir misiniz?”
Fahiş fiyat uygulayarak insanları aldatmak haramdır. Peygamber Efendimiz (asm); “Müslüman Müslüman’ı aldatmaz. Aldatan bizden değildir”7 buyurmuştur. Fakat Müslüman’ın aldanmaması da esastır.
Dinimizde muayyen bir kâr haddi tayin edilmemiştir. Yani piyasanın serbest oluşması; arz ve talep dengesine göre fiyatlandırmanın yapılması; fahiş olmamak, aldatmamak ve zarara da girmemek şartıyla maldan uygun bir bedel istenmesi; malın görülerek fiyatı üzerinde pazarlık yapılması İslâmiyet’in alışverişlerde aradığı temel kriterlerdir.
Satıcı çürük mal satmamalı, aldatmamalı ve yüksek fiyat söylememelidir.
Müşteri de malı görmeli, fiyatına göre kalitesinin uygunluğundan emin olmalı ve bedelinden razı olmalıdır. Pazarlık yapılarak malın fiyatıyla ilgili uygun bir rakamda anlaşmaya varılabilir. Bedelini makul bulmayan ve pazarlık sonucu fiyatı makul bir seviyeye çekemeyen müşterinin malı almama hakkı vardır. Mal teslim alındıktan sonra satıcı tarafından kasıtlı bir aldatma ve sahtekârlık yapıldığı anlaşılmış olursa, alışveriş akti müşteri tarafından feshedilebilir.
Dipnotlar:
1- İbni Mâce, Ticâret: 1. 2- Tirmizî, Alış-veriş, 5; 3- Rahman Sûresi, 55/9; 4- Tirmizî, Alış-veriş, 26; 5- Nûr Sûresi, 24/37; 6- Tirmizî, Alış-veriş, 74; 7- Dârimî, Büyû’, 10
05.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İslâm insanlığı kucaklar |
|
İslâm, tüm insanlığı kucaklayıcıdır. Hangi din veya ırktan olursa olsun tüm insanlarla birlik bağları kurar. Zira, insanlar arasındaki bağ, ırkçılık değil; “dinî, sınıfî ve vatanî”dir. Yani, aynı dinden olanlar kardeştirler. Aynı inancı paylaşmayıp, aynı vatanda yaşıyorlarsa, “vatanî” bağları birlik noktalarıdır. Aynı dinden değil ve aynı vatanda da yaşamıyorlarsa, aynı meslektenseler şayet, bu noktada dayanışma ve yardımlaşma içinde olabilirler.
Allah’ın Elçesi (asm), “Irkçılığa çağıranlar bizden değildir, ırkçılık için savaşanlar bizden değildir, ırkçılık için ölenler de bizden değildir”1 buyurur. Başka bir hadis-i şerîfte de, ırkçılığı zulüm ve haksızlıkta milletine yardım etme diye tarif eder.2 İnsanların kabîle, millet ve taifelere ayrılmasının temel sebebi, tanışmak ve yardımlaşmak olduğu beyan edilir.
Menfî milliyet, diğer adıyla ırkçılık, felsefenin gayr-ı meşrû çocuğudur. Bir Frenk illetidir. Fert ve toplumları ırkla bağlamaya çalışan bu anlayış, çarpışmalara, bölünmelere sebep olur. Birbirlerini yutmakla beslenen ırkçı parazitler, sonunda başkaları tarafından yutulmaktan kurtulamazlar.
“Milletin selâmeti için her şey fedâ edilir” şeklindeki zâlimce prensip, ırkçılığın yadigârıdır. “Devletin bekàsı için de her şey, hatta halkın hakları da fedâ edilir” prensibi de böyledir. Irkçılık “ene” ağacının acı meyvesidir. Zaten ırka, kafatasçılığa dayalı bir milliyetçilik boş ve kuru bir övgüden ibarettir.
Sosyal hayatın ihtiyacından doğan müsbet milliyete gelince, onun ruhunu İslâm, aklını ise Kur’ân ve îman teşkil eder. Din, milliyetin hayatı ve ruhudur. Müsbet milliyet yardımlaşma ve dayanışmaya, adâlet ve insanlığa sebeptir. Bu milliyet, Resûlullah’ın (asm) lisanında, “Sizin en hayırlınız, sınırı aşıp günaha girmemek şartıyla milletini, aşîretini müdafaa edenlerinizdir”3 şeklinde bir ifadesini bulur. Bu milliyet İslâmiyete hizmetkâr ve kale olur, onun yerine geçmez.
Müslümanlar, insanlara hiçbir zaman “ırk ve menfî milliyet” anlayışı ile yaklaşmazlar. Dolayısıyla sadece kendi dindaşlarını koruyup-gözetmemişler, kim olursa olsun hak sahibine hakkını vermeye çalışmışlardır.
Batıyı da içine düştüğü “ırkçılık illetinden” kurtaracak olan yine İslâmın hakikatlarıdır. Bu sadece bizim değil, onların da itiraf, tesbit ve teşhisleriyle sabittir. Mart 1995 tarihinde YDH kongresine katılan, Batının tanınmış simâlarından, Mitterand’ın yakınında bulunan, solcu düşünür Bernard Kouchner, bütün açıklığıyla şu gerçeği ortaya koymuştu:
“Biz komünizme karşı bir zafer kazandık. Ama biz de yenildik. Çünkü, birbirimize söyleyecek bir şeyimiz kalmadı. Ama İslâm ülkeleri ve halkları öyle değil. Sizden öğreneceklerimiz var diyorum. Dayanışmayı, âile bağlarını, yeniden insan olmayı öğrenebiliriz sizden. Irkçılığa karşı bir panzehir olacaksınız bizim için. Avrupa’yı kendi içine dönük bir kale olmaktan kurtaracaksınız. Irkçılığın 2. Dünya Savaşı öncesine benzer bir dönüş yapmasından çok korkuyorum.”4
Avrupa Konseyi bünyesinde kurulan Irkçılıkla Mücadele Komisyonu Başkanı Frank Orton, “Avrupa’da giderek artan ırkçılığın sebeplerinden birisi de İslâm dini hakkındaki eksik bilgidir” demişti.
Müslümanların yardımlaşma konusunda, hiçbir din, mezhep, ırk ayrımı gözetmeksizin, bütün insanları kucaklayan örnek davranışları, yabancıların dahi dikkatlerini çekecek ehemmiyette idi:
“Türkler, zekâtlarını fakir komşularına verirler. Ve o da yoksa, önlerine gelen fukaraya verirler. Çünkü çok hayırseverler. Din ve mezhep ayırmaksızın, ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahûdî olsun, bütün muhtaçlara yardım ederler.”5
Dipnotlar:
1-Ebû Dâvûd, Edep: 113.; 2-A.g.e.; 3-A.g.e.; 4-Nilgün Cerrahoğlu, Milliyet, 2 Nisan 1995.; 5-M. de Thevenot, Etat ad’un Voyage Fait au Levant, s. 95, baskı 1965.
05.06.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Doğu'yu kazanmak |
|
Hükümet yetkilileri Doğu ve Güneydoğu Bölgelerimizin kalkınması için "Düğmeye bastık" diyor.
İfade ettiklerine göre, uzun süredir üzerinde çalışmış oldukları "eylem planı" artık hayata geçiriliyor.
Bu çerçevede, köylere, mezralara varıncaya kadar her tarafta yollar, köprüler yapılıyor. Ayrıca, uzun süredir rölantide bırakılan GAP'a yeniden işlerlik kazandırılıyor. Vesaire...
Bölgeye bu tür hizmetler götürülürken, aynı zamanda hem terörün, hem de işsizliğin önemli ölçüde azalacağına inanılıyor.
Şüphesiz, bu tarz bir yaklaşımın iyi, güzel, doğru tarafları vardır. İş ve istihdam sahasının genişlemesiyle, işsizlik elbette azalacaktır. Aynı şekilde, terörün bir sebebinin de işsizlik, yoksulluk ve birtakım mahrûmiyet olduğu açıktır.
Fakat, altı yılı aşkın bir süredir iktidar mevkiinde olan AKP hükümetlerinin bu en hayatî meseleye bunca zaman sonra henüz yeni el atmasına ne demeli?
Acaba "Sabah–ı şerifleri hayrola" mı demeli, yoksa onlara "Hayırlı akşamlar" mı demeli, bilemiyoruz.
Zira çok, ama çok geç kaldılar... Esasında mevsim itibariyle de geç kaldılar ve zamansız olarak harekete geçmiş bulundular. Yoksa, onları yaklaşan mahallî seçim kaygısı mı harekete geçirdi?
Bu noktada emin değiliz...
Ancak, kesin olarak bildiğimiz ve gayet emin olduğumuz bir husus var ki, o da Doğu Bölgelerimizin kazanılması, kurtarılması ve bölge insanımızın huzura, refaha kavuşturulması, öyle bazılarının zannı gibi bir–iki kalemlik maddî yardımla, yahut malî teşvikle sınırlı olmadığıdır.
Evet, bu da lâzım, hatta zaruridir. Fakat, meseleye sadece bu nokta–i nazardan bakmak, sadece kifayetsiz değil, aynı zamanda yanıltıcıdır, aldatıcıdır.
Bize göre, burada öne çıkan en mühim mesele, fikrîdir, vicdanîdir, insanîdir...
Oranın mâsum insanını kendin gibi bileceksin. Haksız yere mağdur duruma düşmüş vatandaşını kardeşlik duygusuyla kucaklayıp bağrına basacaksın. O insanlara şefkatli, merhametli davranacaksın.
Bu tarz bir yaklaşımın, sadece sivil insanlarımız tarafından değil, resmî görevliler tarafından da sergilenmesi gerekir.
Gerekir diyoruz; eminiz insanlarımızın ekseriyeti da aynı şeleri söylüyordur.
Ne var ki, sadece söylemek kâfil gelmiyor; lâf, tek başına sadra şifâ olmuyor.
Zira, görünen manzara başka klavuz istemiyor: Bölgenin dağına taşına, şehirlerin girişine çıkışına, hatta en küçük yerleşim birimlerine varıncaya kadar, hemen her yerde hâlâ fokur fokur ırçılık kokan, Türkçülük fışkıran sloganik sözler yazılmaya, kazınmaya, çakılmaya devam ediyor.
Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, bu durum bölgede şiddetli bir alerjiye ve tam bir "aksülâmel"e yol açıyor.
Emin olun, terönün de en kuvvetli malzemesi ve en büyük velinimeti budur.
Dolayısıyla, öncelikle aksülâmele yol açan böylesi uygulamaların sona erdirilmesi gerekir. Bölge insanını kazanmak için, aş ve iş elbette lâzım ve elzem; fakat, diğerine göre yine de ikinci, üçüncü derecede gelir.
Tarihin yorumu : 5 Haziran 1967
Ortadoğu'da "Altı Gün Savaşı"
Arap ülkelerinden Mısır, Suriye ve Ürdün ile İsrail devleti arasında uzun süredir yaşanan gerilim nihayet patlak verdi. İki taraf arasında altı gün süren çok şiddetli bir muharebe başladı.
İsrail, 5 Haziran 1967 günü sabahın erken saatlerinde elindeki hemen bütün savaş uçaklarını Akdeniz'e doğru havalandırdı. Sayısı 300'ü bulan bu uçaklar, kısa bir şaşırtma hareketini ardından, Mısır'ın üzerine yöneldiler. Daha evvel planlandığı şekilde Mısır'ın bütün hava alanlarını bombardıman ettiler. Mısır'a ait bir tek uçağın havalanmasına fırsat vermediler.
Bu arada, Mısır'a ait Sîna Yarımadasının hemen tamamını işgal eden İsrail, hiç ara vermeksizin Ürdün'ün kontrolü altındaki Gazze ve Batı Şeria topraklarına yöneldi. Asker sivil ayırd etmeksizin her tarafı bombalamaya başladı. Sahipsiz ve korumasız kalan bu bölgedeki Filistinliler, kendi topraklarını terk etmeye ve büyük kafileler halinde Ürdün'e iltica etmeye yöneldi. Mültecilerin sayısı, çok kısa bir sürede 400 bine kadar çıktı.
Böylelikle, Filistin topraklarının da yüzde 20'den fazlasını işgal eden İsrail, hemen ardından Suriye'ye saldırdı.
Kudüs'ten sonra Şam'a da göz diken İsrail'i, o zamanki Rusya (SSCB) dizginledi. Daha ileri gitmesi halinde Kızılordu'yu harekete geçireceğini bildiren Rusya, teknolojik olarak da Arap ülkelerine her türlü desteği sağlayacağını ilân etti.
Bu sebeple, Suriye'ye ait Golan Tepelerini işgal etmekle yetinen İsrail, savaşın altıncı gününde saldırı yaptığı ülkelerin hükümetleriyle ateşkes antlaşması yaptı.
Altı Gün Savaşı, başta Nasır'ın Mısır'ı olmak üzere, müttefik Arap ülkelerinin kesin hezimeti ve ağır kaybıyla neticelendi.
İsrail ise, mevcut ülke sınırlarını birkaç misli daha genişleterek, işgal ettiği yerlerde hak iddia etti ve BM'nin bütün girişimlerine rağmen geri çekilmedi.
Bu tarihte yaşanan hadiseyi "savaş" şeklinde isimlendirmek pek doğru olmaz. Zira, burada karşılıklı çatışmadan ziyade bir anî baskın ve saldırı hadisesi var.
İsrail, zaten kurulduğu 1948'den bu yana hep saldırganlıkla iş görüyor.
05.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AİHM kararı |
|
Tam da Anayasa Mahkemesinin, üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakma amaçlı anayasa değişikliğini görüşmek üzere toplanacağı günlerde AİHM’in iki tesettürlü öğretmen tarafından açılan dâvâda red kararı verdiğinin açıklanması rastlantı olabilir mi?
Doğrusu, kestirmek zor. Tesettür başta olmak üzere İslâm şeairine karşı uluslararası çapta amansız kampanya yürütülen bir konjonktürde, böyle bir gelişmenin tesadüf olmadığını düşünmek de mümkün. Ama bu tür konularda zihnî irtibatlar kurulsa da, müşahhas delil gösterilemeyeceği için çene yormanın anlamı yok.
Peki, başörtüsü yasağıyla din özgürlüğünün ihlâl edildiği ve ayrımcılık yapıldığı iddiasını oybirliğiyle reddeden AİHM’in, mağdurların savunma haklarını kullanmalarına imkân vermeyen bir “usûl hatası” yaparak Danıştay'ın da âdil yargılanma hakkını ihlâl ettiğine yine oybirliğiyle karar vermesini nasıl değerlendirmek gerekir?
Bir taraftan “Âdil yargılama yok” deniliyor, diğer taraftan bu hüküm neticeyi değiştirmiyor.
Demek ki, tesbit edilen usûl hatası, AİHM’e göre, konunun özünü değiştirecek nitelikte değil. Onun için bu hatayı tesbitle yetinip, başvuru sahiplerinin bütün taleplerini geri çeviriyor.
Tabiî, Türkiye’de burnundan kıl aldırmayan kurumlardan biri olarak Danıştay’ın “usûlî” de olsa hata yaptığının AİHM tarafından tesbit ve tescili, “karizma”yı çizmesi bakımından ilginç.
Ama sonucun değişmiyor olması, bu noktayı gözden kaçırtıyor. Yasağı din özgürlüğüne aykırı görmeyen ve ayrımcılık saymayan esas karar ise, AİHM’in başörtüsü konusunda oluşturduğu içtihadın iyiden iyiye pekiştiğini gösteriyor.
Mahkemenin önceki kararları da aynı yönde.
Bunlara bakılarak, AİHM’in özellikle öğretmenlere yönelik yasağı onaylayan tavrının sübut bulduğu söylenebilir. Ancak üniversite öğrencileri söz konusu olduğunda nihaî içtihadın teşekkül ettiğini düşünmek için henüz erken.
Evet, mahkeme Leylâ Şahin dâvâsında da yasağı onaylayan bir karar verdi. Ama bilindiği gibi, bu kararı alırken epeyce zorlandı. Bidayet dairesinin kararına karşı yapılan temyiz başvurusunu kabul etti ve o aşamada dâvâcı tarafın yanlış pozisyon almasının da olumsuz karar çıkmasında etkili olduğuna dair kuşkular mevcut.
Dolayısıyla, bilhassa eğitim özgürlüğünün ihlâli gerekçesine dayandırılacak başka bir başvuruda AİHM’den farklı karar çıkma ihtimali var.
İşin bir diğer önemli boyutunu da, bir dönem AİHM’de Türkiye’nin avukatlığını üstlenmiş olan rahmetli Prof. Dr. Aslan Gündüz, “RP hakkındaki kapatma kararının AİHM’de onaylanmasından sonra, Avrupa mahkemesine gelecek başörtüsü ve YAŞ’zede dâvâları zora girdi” diyerek ifade etmişti. Ve gelişmeler onu doğruladı
Neden? Çünkü Türkiye’deki bazı mâlûm çevreler gibi, onların irtibat halinde olduğu Avrupa mahfillerinde de bu konuları “dinci siyaset” iddiasıyla irtibatlandırıp ona göre değerlendiren bir anlayış şekillenmiş durumda. Yani, başörtülüler ve YAŞ’zedeler, bir taraftan laikçi-yasakçı zihniyetin mağduru olurken, aynı zamanda “din adına siyaset” iddiasının da narına yanıyorlar.
Merak edilmesi gereken bir başka husus, Leylâ Şahin dâvâsında Türkiye devleti adına başörtüsü yasağını savunup Şahin’in talebinin reddini isteyen AKP hükümetinin, AİHM’den çıkan son karar öncesinde nasıl bir tutum sergilediği.
Öte yandan, bu son kararı etekleri zil çalarak karşılayan mâlûm çevrelerin, yine AİHM’den sâdır olan ve hiç hoşlarına gitmeyen başka bazı kararları sıkıntı ve suskunlukla geçiştirerek ortaya koydukları çifte standart da ayrı bir bahis.
Yakınlardaki Kutlular kararında olduğu gibi...
Peki, AİHM başörtüsü için bu kararları verdi diye tesettürden vaz mı geçilecek? Asla. Tam tersine, daha büyük bir kararlılıkla, hukuk ve kamuoyu zemininde mücadeleye devam edilecek.
Yok sayılıp gasp edilen haklar alınıncaya dek.
05.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet ARICAN |
SSK’lıların ölüm aylığı almalarındaki hizmet süresi avantajları sona eriyor |
|
Ülkemizdeki esnaf, işçi ve memurlardan sosyal güvenlik hakları açısından en avantajlı ve üstün haklara sahip olan kesimin işçiler olduğunu söyleyebiliriz. İşçilerin gerek sosyal güvenlik haklarını talep etme konusunda gösterdikleri gayretleri, gerekse kendilerini temsil eden sendika ve diğer teşekküllerin çalışmalarının sonucu olarak sosyal güvenlik hakları sürekli olarak diğerlerinden daha iyi olmuştur.
Sosyal güvenlik haklarının en önemlilerinden birisi olan dul ve yetim aylığı konusunda da işçilerin (SSK’lıların) memurlar, esnaflar ve çiftçilere göre büyük bir avantajları bulunmaktadır. Şöyle ki; 506 sayılı kanunun 67'nci maddesine göre, SSK’lı olup da vefat eden kişilerin hak sahiplerine en az 5 yıldan beri sigortalı olup sigortalılık süresinde en az 900 gün malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş olanların hak sahiplerine ölüm aylığı bağlanmaktadır. Söz konusu bu 900 günlük hizmet süresi şartı, askerlik borçlanması gibi bir takım hizmet borçlanmaları yapılarak da tamamlanabilmektedir.
SSK’lıların ölüm aylığı almaları için gerekli olan bahse konu bu 900 günlük (iki buçuk yıl) hizmet süresi şartı, Bağ-Kur’lular için 5 tam yıl, devlet memurları ve diğer kamu görevlileri için ise 10 tam yıl olarak uygulanmaktadır. Yani örnek olarak, bu gün itibariyle aynı trafik kazasında aynı aracın içinde vefat eden üç kişiden SSK’lı olanın hak sahiplerine 900 gün hizmet süresi varsa, Bağ-Kur’lu olanın hak sahiplerine beş tam yıl hizmet süresi varsa, Emekli Sandığı mensubu olup da vefat eden kişinin hak sahiplerine ise on tam yıl hizmet süresi varsa dul ve yetim aylığı bağlanabilmektedir.
SSK’lıların Bağ-Kur’lulara ve Emekli Sandığı mensuplarına ölüm aylığı bağlanma şartları bakımından sahip oldukları sözünü ettiğimiz üstünlük ve avantaj, 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasasıyla bir ölçüde ortadan kalkacaktır. Çünkü 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 32/a maddesine göre, 5510 sayılı Kanun yürürlüğe girse bile, SSK’lıların ölüm aylığı alma şartları aynen şimdiki uygulama olduğu gibi en az 5 yıldan beri sigortalı olup sigortalılık süresinde en az 900 gün malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş olmaları durumunda hak sahiplerine ölüm aylığı bağlanabilecek. Ancak en önemlisi, 1 Ekim 2008 tarihinden sonra SSK’lılar ölüm aylığı almak için kendilerine gerekli olan 900 günlük hizmet süresini askerlik borçlanması ya da herhangi başka bir hizmet borçlanması yaparak tamamlayamayacaklardır.
Yani, 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasasının ölüm sigortasıyla ilgili hükümleri 1 Ekim 2008’den sonra yürürlüğe girerse, artık SSK’lıların her türlü hizmet borçlanmaları hariç en az beş yıldan beri sigortalı olup toplam 900 gün malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primi ödemiş olmaları halinde hak sahiplerine dul ve yetim aylığı bağlanabilecektir.
Aslına bakılırsa 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasasıyla bu konuda getirilen hükümlerin SSK’lılar için yeni dönemde büyük bir kayıp olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü mevcut uygulamada ölen bir işçinin normal fiilî hizmet süreleri SSK’dan ölüm aylığı almaya yetmiyorsa, askerlik borçlanması gibi bazı hizmet borçlanmaları yapılarak bu hizmet süresi şartı yerine getirilmekte ve SSK’lının hak sahiplerine ölüm aylığı bağlanmaktaydı. Ancak, 5510 sayılı reform yasasıyla birlikte SSK’lılar için bu uygulama ve imkân ortadan kalkacaktır.
Bu anlatılanlardan olarak, günümüzdeki mevcut uygulamaya göre SSK’dan askerlik borçlanması gibi bir takım hizmet borçlanmaları yaparak ölüm aylığı almayı hak edecek durumda olup da ölüm aylığına müracaat etmeyen okuyucularımız varsa, ellerindeki bu hakları gitmeden bir an önce SSK’ya başvurmalarını ve dul ve yetim aylığı için talepte bulunmalarını önemle tavsiye ediyoruz.
Reform yasasıyla birlikte anonim
şirketlerin kurucu ortakları Bağ-Kur’lu
(4/b’li) olamayacak
Günümüzdeki mevcut Bağ-Kur Kanunlarına göre kollektif şirket, adi komandit şirket, donatma iştiraki gibi şahıs şirketlerinin ortakları Bağ-Kur kapsamında sigortalı sayıldıkları gibi, anonim şirket, limited şirket ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirket gibi sermaye şirketlerinin ortakları da Bağ-Kur kapsamında zorunlu olarak sigortalı sayılmaktadırlar.
Bağ-Kur kapsamındaki şirket ortakları 5510 sayılı sosyal güvenlik reform yasası yürürlüğe girdikten sonra dahi bir farkla aynen şimdiki uygulamada olduğu gibi 5510 sayılı Kanun kapsamında zorunlu olarak sigortalı olmaya devam edecekler. Bu fark ise, 5510 sayılı Kanun yürürlüğe girdikten sonra artık anonim şirketlerin kurucu ortakları 5510 sayılı Kanun kapsamında 4/b sigortalısı (Bağ-Kur’lu) olamayacaklar. Anonim şirketlerin yönetim kurulu üyesi olan ortakları ise şimdiki uygulamada olduğu gibi 4/b sigortalısı (Bağ-Kur’lu) olmaya devam edecekler.
Ancak 5510 sayılı Kanunun geçici 22’nci maddesindeki; “Bu Kanunun 4’üncü maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin 3 numaralı alt bendinde belirtilen anonim şirketlerin kurucu oraklarından daha önce 1479 sayılı Kanunun 24 üncü maddesine tabi olarak sigortalı olanlardan sigortalılıklarını devam ettirmek isteyenlerin bu Kanunun yürürlük tarihinden itibaren 6 ay içinde yazılı talepte bulunmaları halinde sigortalılıkları aynen devam ettirilir. Bu süre içerisinde talepte bulunmayanların sigortalılıkları ise bu kanunun yürürlük tarihi itibarıyla sona erer” hükmüne istinaden, anonim şirketlerin kurucu ortaklarından Bağ-Kur’a kayıt ve tescili olanlar 1 Ekim 2008’den itibaren altı ay içinde talepte bulunmaları halinde sigortalılıkları devam ettirilecektir.
5510 sayılı Kanunun 22’nci maddesindeki bu hükümlerden dolayı, anonim şirketlerin kurucu ortağı olup ta Bağ-Kur’a kaydı olmayanların 5510 sayılı kanun yürürlüğe girmeden bir an önce Bağ-Kur’a (Sosyal Güvenlik İl Müdürlükleri) başvurarak kayıt ve tescillerini yaptırmalarını önemle tavsiye ediyoruz. Aksi halde yeni yasayla (5510 sayılı yasa) birlikte sigortalı olma ve sayılma hakları ellerinden alınacaktır.
Okurlara kısa cevaplar
İsmi mahfuz; Babam 1985 yılında vefat etti. Şu anda annem dul olarak yaşıyor. Babamın 1977 ya da 1978 yıllarında 130 gün sigorta olarak hizmeti var. Babam 1962 ve 1964 yılları arasında 2 yıl askerlik yaptı. Babamın 1965–1975 yılları arasında Almanya’da çalışması var. Bu durumda
anneme aylık bağlatabilir miyim?
Sayın okurum, Babanız üzerinden annenize dul aylığı bağlatabilirsiniz. Babanızın askerlik süreleri ve babanıza ait 130 günlük hizmet süresinin toplamı SSK’dan ölüm aylığı bağlanması için gerekli olan 900 günü bulmuyor. Çünkü annenize SSK’dan dul aylığı bağlanması için babanızın en az 900 günlük fiili hizmet süresine sahip olması gerekmektedir. Babanızın yurt dışında geçen sürelerinin bir kısmını (900 güne tamamlayacak şekilde) borçlanırsanız annenize ölüm aylığı bağlatabilirsiniz. Ölüm aylığınız babanızın ölüm tarihinden itibaren değil müracaatta bulunduğunuz tarihten itibaren başlayacaktır. Eğer bu işlemleri 1 Ekim 2008’den önce yapmazsanız annenize ölüm aylığı bağlatma hakkınız sona eriyor. Bu konuda hak kaybına uğramamanız için lütfen acele ediniz.
Mürsel Çimen/İstanbul; Babam 1958 doğumlu olup 1985 yılında tarım Bağ-Kur’una kayıt yaptırmış. Bu döneme kadar hiç bir ödeme yapmamıştır. Toplam olarak 22 yıl hizmet süresi bulunmaktadır. Babam 2007 Ocak ayında SSK’lı olarak çalışmaya başladı ve Bağ-Kur’unu durdurdu. Babam yeni çıkan aftan nasıl yararlanacak ve emekli olabilecek mi?
Sayın okurum; Babanız 5763 sayılı kanun kapsamında pim affı ve ödeme kolaylığından yararlanabilir. Borçlarını peşin ödemesi halinde prim borcunun faizinin ve gecikme zammının yüzde 85’i silinecek. Ancak ana parayı ödeme zorunda. Borcunu taksitle ödemek istemesi halinde ise, 12 ay taksitle ödemek isterse gecikme cezası ile gecikme zammının yüzde ellibeşi terkin edilecek (silinecek). Borcunu 12 ayı aşan taksitle ödemek istediğinde ise gecikme cezası ve gecikme zammının yüzde otuzu silinecek. Babanızın borcunun ne kadarının anapara ne kadarının faiz borcu olduğunu Bağ-Kur’dan öğrenebilirsiniz. Bu konuda net bir rakam vermemiz mümkün değildir. Ancak babanızın borçlarının büyük bir kısmının faizden ve gecikme zammından kaynaklanan borçlar olduğunu bilmenizde fayda var. Emeklilik tarihini hesaplamak için babanızın doğum tarihini ve Bağ-Kur’a girişini gün, ay ve yıl şeklinde tam olarak belirtmeniz gerekirdi ama belirtmemişsiniz. Ancak yine de babanız 50 ya da 51 yaşını tamamladığında ve 25 tam yıl hizmet süresine sahip olduğunda Bağ-Kur tarım sigortalısı olarak Bağ-Kur’dan emekli olabilecektir. 25 yıllık süreyi askerlik borçlanması ve SSK günlerini saydırarak da tamamlayabilirsiniz. Babanızın emekli olması için prim borçlarının olmaması gerektiğini bilmeniz faydalı olacaktır.
İsmi mahfuz; Ben 29.09.1992 tarihinde iş yeri açtım. Ancak bu işyerimden dolayı 2000 yılına kadar Bağ-Kur’a kayıt olmadım. 2000 yılında mecburen Bağ-Kur’a kayıt oldum. Şimdi 5763 sayılı Kanunla getirilen prim affından yararlanmak istiyorum. Sormak istediğim 2000 yılından önceki maliyeye kayıt olduğum süreleri borçlanıp hizmet süresi olarak değerlendirebilir miyim?
Sayın okurum; 5763 sayılı Kanun, 04.10.2000 tarihinden önceki maliyeye kayıtlı olunan süreleri ya da bu tarihten önce şirket ortağı olarak geçirilen süreleri hizmet olarak kazanma ve saydırma imkânı vermemektedir. Bundan dolayı sizin 04.10.2000’den önceki vergi mükellefiyet sürelerinizi yeni çıkan prim affı ve borç yapılandırma kanununa göre değerlendirmeniz mümkün değildir. Ancak, 04.10.2000’den sonraki sigortalılık sürelerinizle ilgili tarafınıza çıkarılacak prim borçlarını 5763 sayılı prim affı kanununa göre yapılandırıp gerektiğinde bir kısmını sildirebilirsiniz.
NOT:
Sosyal güvenlik reformu neler getiriyor? Neler götürüyor? Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı konularında bilmek istediğiniz her şey için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz.
E-posta: [email protected]
Faks: 0212 515 67 62
05.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Dinî özgürlükler” sorunu… (2) |
|
Türkiye’de Müslümanların “dinî özgürlükleri sorunu” olduğu, Rum ve Ermeni patriklerinin yanısıra diğer dinî azınlıkların ruhanî temsicilerince de kabul edilmekte.
Antakya Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı Jozef Naseh’in iki yıl önce AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Verheugen’e, “Türkiye’de öncelikle Müslümanların çözüm bekleyen sorunları var; öncelikle onlar çözülsün” talebi, bunun en açık ifâdesi. Bu bakımdan Türkiye’de Müslüman çoğunluğa gayr-ı müsimlerden daha fazla dinî baskı ve sınırlamalar olduğu, yerli-yabancı gözlemcilerle belirlenmekte.
Başbakan Erdoğan, Türkiye’de “Müslümanların dinî azınlıklar sorunu”nu Diyanet’e havale etmişti. Devletin “din işleri”yle yetkili anayasal kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı yöneticileri, başta başörtüsü yasağı ve din eğitimine getirilen kısıtlamalar olmak üzere, Müslüman çoğunluğun engellenen dinî özgürlüklerini saydılar.
İmam hatip mezunlarının katsayı mağduriyetiyle aynı puanı aldığı halde diğer meslek liseleriyle üniversite giriş puanlarının 50-60 puan eksik sayılması, Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerde, 28 Şubat postmodern darbe sürecinden kalma çocukların Kur’ân öğreniminin “yaş”la sınırlanıp yasaklanması, Cuma namazı saatlerinde kamu ve özel sektörde çalışanların izninin olmaması, bunların başında geliyor…
“İLÂHÎ İKAZ” CEZALARI
Birtek başörtüsü yasağı, üniversite kapılarında onbinlerce öğrenciyi mağdur ediyor; insan hak ve hürriyetlerinin başında gelen inanç ve eğitim hakkını gasbediyor. Yasağın baştan beri “kamu”da da dayatılması, sırf başı örtülü olduğu için Anayasa ile teminat altına alınan yüzbinlerce vatandaşın “istediği işi tutma” hakkından mahrum ediyor…
Ne var ki, Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın tespitiyle “Türkiye’deki bu dinî özgürlükler sorunu”nu siyasî iktidar sâdece seyrediyor.
Laikliğin en katı ve jakobence tatbik edildiği Sarkozy Fransa’sında bile, başörtüsü yalnız devlet liselerinde yasaklanmış. Bunun dışında başta üniversiteler olmak üzere, diğer vakıf özel liselerde serbest. Kliselere bağlı okullara ise zaten kimse karışamıyor.
Buna karşılık Türkiye’de Anayasa ve yasalara tamamen aykırı olarak tepeden dayatılan başörtüsü yasağının üniversitelerde yasaklanması, ne yazık ki AKP hükûmetinin “savunması”yla AİHM’de “onaylatıldı.”
Zira Leyla Şahin davasında, hükûmetin devletin dinle yetkili kurulu Diyanet’in en üst mercii Din İşleri Yüksek Kurulunun kararlarını esas alıp, başörtüsünün “dinî bir vecîbe” ve “Müslüman kadınların inancı gereği uymaları gerken Kur’ân’ın emri” olduğunu bildirmek yerine, tıpkı “yasakçılar” gibi başörtüsünün “laikliğe aykırı”, “siyasî sembol” ve “gerginlik sebebi” saydı.
Başbakan, Millî Savunma Bakanıyla birlikte, YAŞ’taki “irtica” iddialı ihraçlara “şerh” koymakla yetindi. Başbakanken “şerh” koyan Gül, Cumhurbaşkanı olarak bekletmeden “imzaladı.” Sınıf ve hatta okul dışında kazandığı “birincilik” ve “bilim ödülleri”ni almaya gelen öğrencilerin salondan atılmalarına Başbakan, “tesellî telefonları”yla üzüntülerini bildirmekle kaldı…
ÇELİŞKİLERDEN KURTULMALI...
Her şey bir yana; yine 28 Şubat döneminden kalma “İlâhî ikaz deprem” davalarında hükûmetin hâlâ inanç ve ifâde özgürlüğünü “suç” sayan iddiaları ısrarla savunması, Türkiye’de “Müslümanların dinî özgürlükleri” söylemindeki çelişkiyi sozkonusu ediyor.
Yüzlerce âyete ve Peygamberimizin hadislerine dayanarak, üstelik Diyanet’in hutbe ve dergilerinde açıkça belirtilen zelzele gibi musîbetlerin mânevî boyutundaki “İlâhî ikaz” dinî tespitinin “suç” sayılıp ceza almasını, Ankara’nır hâlâ büyük bir pervâsızlıkla tıpkı başörtüsü yasağı gibi AİHM nezdinde “savunması”, bir başka tezat.
Sormak lazım; üç defa değiştirildiği halde hâlâ 312. madde ile depremin dinî tefsirinin yargılanması, Kur’ân’ın musîbetler hakkındaki mânâsını izâhının hapis cezası alması, inancını ifâde özgürlüğü” ve “dinî özgürlük sorunu” değil mi?
Gerçekten, Türkiye’de Müslüman halkın“dinî özgürlükler sorunu” var; ve siyasî iktidar altı yıldır bu sorunları çözmedi, çözmüyor. Salt “şikâyet”le kalıyor; özgürlükleri genişletmede bir mesâfe almıyor…
Bu durum, “dinî azınlıkların özgürlük sorunları”nı bildirme adına “Müslümanların da dinî özgürlükleri”nin kısıtlandığını söyleyen Dışişleri Bakanı ve Başbakan’ın açıklamalarıyla AKP hükûmetinin icraatları arasıdaki çelişkiyi ortaya koyuyor.
Türkiye âcilen bu çelişkilerden kurtulmalı; ve hiç olmazsa Müslüman çoğunluğun “dinî özgürlükler sorunu”nu çözmeli…
“Başkası için” değil, Türkiye’nin demokratikleşmesi, temel hak ve hürriyetlerde özgürleşmesi için…
05.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Dam üstünde ‘toplu’ namaz |
|
“Türkiye’de dindarlara baskı yok” iddiasını yalanlayan canlı bir örnekle karşı karşıyayız. “Lise damında öğle namazı” (Hürriyet), “Okul terasında toplu namaz” (Sabah), “Okul damında namaz” (Vatan, 4 Haziran 2008) gibi başlıklarla duyurulan habere göre, Adana’daki bir lisede öğrenciler, okulun çatısında, damında ya da terasında ‘cemaatle’ namaz kılmışlar. Malum medya, haberi renklerdirmek için, ‘Derste olmaları gereken saatte namaz kıldılar’ yollu çarpıtmalara da yer vermiş.
Son sözü en başta söyleyelim: Bu ve benzeri hadiselerin yaşanması istenmiyorsa, her lise, daha doğrusu her okul, ya da her mekâna bir değil ‘iki adet’ mescid açılsın!
“Olur mu öyle şey! Kamusal alanda mescid mi olur! Memlekette 80 bin cami var, 100 bin imam-hatip devletten maaş alıyor, ilahiyat fakülteleri bile açık, falan, filan” diyenler boşuna yorulmasın. Bu sözlere milletin ihtiyacı yok. Milletin ihtiyacının ne olduğu konusunda karar vermekten vazgeçin. Onun yerine “İhtiyacınız nedir?” diye sorun ve aldığınız cevaba göre millete hizmet edin. Türkiye’yi ‘idare edenler’in vazifesi bu olması gerekmez mi?
Öğrenciler ‘bodrum’da namaz kılar ‘suç’ olur; çare olarak ‘çatı’ya çıkar orada namaz kılar o da ‘suç’ olur. Peki, söyleyin namaz kılmak isteyen öğrenciler nerede namaz kılacak? “Kılmasın, kazaya bıraksın. Öğrenci namaz kılar mı?” diyen varsa, lütfen bu sözleri kendisine saklasın. Bu konuda onların ‘fetva’sına kimsenin ihtiyacı yoktur.
Tamam ‘damda namaz’ kılınmasın, amma bir şartla: Hemen adı geçen okulda ve ihtiyaç olan her okulda birer adet mescid açılsın! “Yok biz mescid açmaya izin vermeyiz” demek, “Biz namaz kılmaya da izin vermeyiz” anlamına gelir ki, bu tavır insan hak ve hürriyetlerine, ibadet hürriyetine temelden aykırı olur.
Şaşırtıcı olan davranışlardan biri de şudur: Bu ve benzeri hadiselerden sonra ‘çare’ üretmesi gerekenler, nedense kaçak güreşiyor. Yahu, netice itibarıyla nerede olursa olsun ‘namaz kılmak’ suç mudur ki namaz kılan öğrencilerin hareketi savunulmuyor? Aksine biz, bu öğrencilerimizi tebrik ediyor ve namazda daim ve devamlı olmaları için duâ ediyoruz. Elbette kalpleri Yaratıcımız bilir, ama herhalde ‘gösteri’ olsun diye ‘damda’ namaz kılmadılar. Okulda namaz kılınabilecek müsait bir mekân ya da mescid varken bu öğrenciler ‘damda’ namaz kılmış olsaydı, o zaman itiraz edilebilirdi. O zaman “Niçin mescid varken ‘damda’ namaz kıldınız?” diye sormanın bir anlamı olabilirdi. Mescid olmadığına göre namaz kılan gençlere itiraz edenlerin hakkı olamaz.
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kitleler her geçen gün biraz daha ‘dindar’ hale geliyor. Aynı şey, öğrenciler için de geçerli. Hemen her okulda namaz kılan, oruç tutan öğrenciler var. Dolayısı ile bu öğrencilerin ‘mescid’ ihtiyacını görmezden gelmek, bunların namaz kılabileceği uygun mekânlar hazırlamamak, Türkiye ve dünya gerçeklerine uymaz. Vakit geçirmeden “Her okula bir mescid” kampanyası açılmalı ve önümüzdeki ders yılında bütün okullarımız ‘mescid’li olmalı.
Yoksa bu talebimize güldünüz mü? Gülmeyin, çünkü dünya biliyor ki sular tersine akmaz... Bundan önce olduğu gibi inşallah bundan sonra da her okulda, her mekânda bir; ihtiyaca göre ‘iki’ mescid de olacak. Duâlarımız bunun için olsun...
05.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|