Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra ortalık senaryo, fısıltı ve kulisten geçilmiyor. Tabi bütün bunların olduğu yerde konular sağduyulu bir şekilde konuşulamıyor. Kutuplaşma görüntüsü hâkim. Öncelikle bu görüntünün kırılması gerekiyor.
Mahkeme’nin 5 Haziran’da “kısa ve öz” açıklamasından sonra yapılan tartışmalarda meselenin çözümü noktasında ortaya bir şey konulmuyor. Yapılan eleştiriler genelde Mahkeme’nin Anayasa’nın değişik maddelerini ihlâl ettiği noktasında düğümleniyor. Eleştirilen mevcut anayasanın “egemenlik” konusunu düzenleyen 6. madde, “yasama yetkisi”ni düzenleyen 7. madde, TBMM’nin görev yetkilerini tanımlayan 87. madde, Anayasa Mahkemesi’nin görev yetkilerini tanımlayan 148. madde ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına ilişkin düzenlemenin yer aldığı 153. maddenin ihlâl edildiği görüşünde birleşiyor.
Özellikle 148. madde de Mahkeme’nin “anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından inceler ve denetler” cümlesi ile 153. maddesindeki, “İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz” hükümleri ihlâl edildiği söyleniyor. Bu iki ihlâlde gerçekleşmiş durumda. Bakalım Mahkeme gerekçesi kararında bunu nasıl savunacak?
* * *
Bu tartışmalardan ziyade meseleye üç pencereden bakmaya çalışalım.
İktidar kanadı karar açıklandıktan hemen sonra bazı açıklamalar yapmıştı. Ancak Erdoğan günlerce suskun kaldı. Erdoğan’ın Salı günü yaptığı açıklama da mahkemeyi eleştiren bir konuşmaydı. İcracı konumda olan Erdoğan “çözüm” konusunda bir şey ortaya koyamadı. Erdoğan’ın, “Yasama erki yanlış yaptığında yargıdan döner. Olmadı, sandıktan döner. Peki, yargı erki yanlış yaptığında nereden döner?” cümlesi dikkat çekiciydi.
Gerçekten de 1982 anayasasına göre ‘yargı’ yanlış yapsa da bir yerden dönmüyor. Hatta yargı kararları eleştirilemiyor dahi. Başbakan bunu soruyor da, bunu niye şimdi gündeme getiriyor? Neden yeni anayasada bunlar yapılabilecekken yapılmadı?
Muhalefet cephesine gelince… Bu konuda CHP’nin tutumunu anlatmaya gerek yok. MHP ise sanki “bundan sonra bize ne düşer” diye bekliyor. Hem Mahkemeyi hem de iktidarı tenkit ederken, “Bu içtihadın değişeceği ortam ve şartların oluşacağı yeni bir döneme kadar, bu konu bu suretle Türkiye’nin gündeminden çıkarılmıştır” diyerek meselenin çözümünü başka bir bahara bırakıyor.
* * *
Burada dikkatlerden kaçırılan ise inancından dolayı başını örten, bu yüzden de yıllarca mağdur olan başörtülüler.
Şunu başta söylemek lâzım. Anayasa Mahkemesi değişiklikleri reddetmiş olsa da şu anda başörtüsünü yasaklayan bir kanun yok. Zaten Anayasa değişikliklerini mahkeme reddetmese de yasağın kalkacağı yoktu. Üniversite rektörleri bu maddelerin geçmesi ile yasağın kalkmayacağını ve YÖK Kanununun Ek-17. maddesinin de değişmesi gerektiğini söyleyip duruyorlardı.
Mahkeme gerekçesini yayınlamadı ama değişiklikleri iptal etti. Ancak, mevcut Anayasa’nın 10 ve 42. maddeleri hâlâ yürürlükte. Bu değişiklikler olmadan başörtülülerin bir kısmı üniversitelerde hiç değilse kampüslere, kütüphanelere girebiliyordu. Mahkemenin kararından sonra başörtülü avına çıkan malûm medyanın da tahrikleriyle şimdi öyle katı uygulanıyor ki, öğrenciler okula giden özel halk otobüslerinden indiriliyor. Başörtülü veliler dahi kampüslere alınmıyor.
Bu durumda sinir krizleri geçiren, gözyaşı döken öğrencilerin durumu ne olacak? Bir kilitlenme sözkonusu. Anayasa değişikliğine destek veren Bahçeli’nin dediği gibi bu yasağın çözümü Türkiye’nin gündeminden hepten mi çıkarıldı? Öyleyse bunun vebalini kim taşıyacak? Yıllardır süren bu mağduriyetleri kim giderecek? Muhataplar buna cevap vermiyorlar. Olan, başörtüsü mağdurlarına oldu. Temennimiz, bu mağduriyetlerin bir an önce sona erdirilmesi.
13.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|