Üstad Bediüzzaman, Kastamonu mektuplarından birinde, Risale-i Nur’un İslâmî hakikatlere dair ihtiyaçlara kâfi geldiğini ve başka eserlere ihtiyaç bırakmadığını ifade ederken kendisiyle ilgili şu örneği veriyor:
“Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütalâa ile (çok okuyup) bazan bir günde bir cilt kitabı anlayarak mütalâa ederken, yirmi seneye yakındır ki, Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Risale-i Nur bana kâfi geliyorlardı. Bir tek kitaba muhtaç olmadım; başka kitapları yanımda bulundurmadım. (...) Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir.”
Devamında da şöyle diyor Üstad:
“Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.” (s. 52)
Bilenler bilir; Nur camiası içinde bir zamanlar bu konu hayli yoğun şekilde tartışılmış; Üstadın bu sözlerinden yola çıkıp “Risale-i Nur’dan başka kitap okunmaz” diyenler olmuştu. Ama zaman içinde bu dar ve katı yorum terk edildi.
Çünkü bizzat Risale-i Nur’daki metinlerde, gerek klasik İslâm tefekkür ve kültürünün temel eserlerine, gerekse son dönemde kaleme alınmış bazı önemli kitaplara atıflar yapılıyor ve külliyat okurları o yayınlara yönlendiriliyordu.
Öte yandan, meselâ dini yaşama pratiğinin el kitabı niteliğindeki ilmihal illâ ki okunacaktı.
Keza, meslek ve ihtisas erbabının kendi alanlarıyla ilgili yayınları izlemeleri de kaçınılmazdı.
Nitekim Üstad yanına gelen lise öğrencilerine, Allah’ı, mekteplerinde okudukları fenlerle tanımaya çalışmaları tavsiyesinde bulunmuştu.
Aynı şekilde, Risale-i Nur’u şerh ve izah için kaleme alınan ve sayıları giderek çoğalan eserlerin okunması da, külliyattaki bahislerin daha iyi anlaşılması açısından bir ihtiyaç ve gereklilik.
Tabiî, bütün bunlar nihayette yine şu neticeyi veriyor: Kur’ân’ın bu çağa dersi olarak yazılan Risale-i Nur, bu zamanın insanına lâzım olan ne varsa hepsini özlü hülâsalar olarak ihtiva ediyor.
Dolayısıyla, hariçteki bütün tetkikatın verdiği birikimle Risale-i Nur’a tekrar bakıldığında, İslâmı doğru anlayıp doğru yaşamanın rehberi olarak külliyatın kâfi olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Tam da bu noktada, “Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalâasından intibaha gelen bir doktora yazılan mektup”taki tavsiyeler, hepimiz için son derece önemli ve dikkat çekici.
Orada “Ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur” gerçeği hatırlatıldıktan sonra şu enteresan sual tevcih ediliyor: “Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, mâlûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid (cansız, donuk) şeyleri bulursun?”
Ve devamında şu ifadelere yer veriliyor:
“İşte o fennî mâlûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, o odunlara bir ateş verip nurlandırsın; lüzumsuz maarif-i fenniye, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.” (Tarihçe-i Hayat, s. 188)
İşte Risale-i Nur, baştan sona, kâinat kitabındaki fennî bilgileri ve insanlığın toplumsal hayatındaki içtimaî kanunları, Allah’ı tanıma vesilesi olarak okumanın anahtarını sunan bir tefsir.
Uçsuz bucaksız semavatın derinliklerinden kuzey yarımküresinde şu sıralarda yine baharın göz kamaştıran güzelliklerinin sergilendiği yeryüzü sayfalarına ve sonsuz hikmet ve rahmet sırlarının tecellîleriyle akıp giden sosyal hadiselere kadar her yerde Allah’ın âyetlerini okuyabilmeyi mümkün kılacak tahkikî bir iman, ideal anlamda bu eserleri okuyarak kazanılabiliyor.
Bir başka deyişle, Yirmi Üçüncü Söz’de “ilimlerin şahı ve padişahı” olarak nitelenen iman ilmini elde etmenin kestirme yolu Risale-i Nur’da.
Onun için Risale-i Nur’u bulan bir insanın, kendisine başka kaynaklar aramasına gerek yok.
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|