|
|
İslam YAŞAR |
Nurun birinci kâtibi |
|
1911 yılı baharıydı.
Bir Cuma günü, Şam’daki Emeviye Camii’ne toplanan ve aralarında yüzden fazla âlimin de bulunduğu on bine yakın insanın içinde Hafız Tevfik adlı bir genç de vardı.
Orada Bediüzzaman’ın verdiği hutbeyi o da herkes gibi hayranlıkla sonuna kadar takip etmişti. Fakat onun diğerlerinden farkı, o gün iki kişiyi birden dinlemiş olmasıydı:
Hatibi ve babasını…
“Bak oğlum” demişti babası namazdan sonra.
Hitabı duyan Hâfız Tevfik, merakla babasına doğru döndüğünde, onun kendisine ‘bak’ diye seslenmesine rağmen, dikkatle başka bir yere baktığını görünce şaşırmıştı.
Babası, oğluna öyle seslenirken dönüp kendisine bakmasından ziyade sesine kulak vermesini istediği için gözünü Bediüzzaman’dan bir an bile ayırmadan konuşmaya devam etmişti.
“Bak oğlum” demişti tekrar, dikkatli bakışlarla iktifa etmeyip eli ile de hatibi göstererek. “Bu zât, meşhur bir zâttır. Ona iyi bak. Sen ileride bu zâta hizmet edeceksin.”
Çevresinde ehl-i kalp bir âlim olarak bilinen ve sevilen babasının, bu şekilde kendisine geleceğe ait gaybî bir sırrı ihsas etmek istediğini anlayanTevfik, hayatında ilk defa gördüğü o zata karşı o anda farklı bir yakınlık hissetmeye başlamıştı.
O gün herkes Emeviye Camii’nden; devletçe, milletçe, ümmetçe yaşanan siyasî, içtimâî sıkıntıların sebeplerini ve hâl çarelerini öğrenip İslâm’ın istikbaline dair müjdeli haberler alarak ayrılmıştı.
Hafız Tevfik’se; ne zaman, nerede, nasıl yapacağını bilmediği mühim bir vazife ile tavzif edilerek.
***
Tevfik Göksu.
1887 yılında Isparta’nın Barla ilçesinde doğdu. Babası Veli Bey, Osmanlı Ordusunda muvazzaf subay olarak çalıştığı için çocukluğu onun vazife yaptığı yerlerde geçti.
Her çocuk gibi o da ailesinin fıtrî işleyişi içinde hayata hazırlanmakla birlikte, muttakî bir mü’min olan babası Veli Beyin itinası sayesinde iyi bir dinî eğitim gördü.
Kendisi de hafız olan Yüzbaşı Veli Bey, oğlunun zihninin hıfza, elinin hatta yatkın olduğunu görünce, Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmesi ve yazı kabiliyetini geliştirmesi için teşvik etti.
Zamanın zarûretlerine ve şartların zorluklarına rağmen, babasının yanı sıra aile çevresindeki bazı hocaların da yardımıyla Kur’ân’ı hıfzetmeye başlayan Tevfik, genç yaşta hafız oldu.
Babasının Şam’a tayin edilmesi üzerine o da ailesiyle birlikte oraya gitti. İslâm Medeniyetinin ve çok unsurlu Osmanlı kültürünün bütün yönleriyle yaşandığı bu şehirde yirmi yıl kadar kaldı.
Böyle büyük bir iman, ilim, kültür merkezinde yaşama şansını iyi değerlendirdi ve babası ile birlikte medreselerdeki ilmî münâzarâları takip edip büyük camilerde verilen vaazları dinleyerek kendini yetiştirdi.
Memleketin siyasî ve içtimâî şartları değişince Barla’ya dönerek Çeşnigir Camii’nde imam hatiplik yapmaya başladı. Şam’ın, her hâli ile ruhuna işleyen uhrevî havasını orada da yaşamaya devam ettiği için hemşehrileri ona ‘Şamlı’ lâkabını taktılar.
Hayatının en verimli yıllarının geçtiği Şam’ı lâkap şeklinde de olsa adında taşımaktan haz duyan Hâfız Tevfik, kendisine ‘Şamlı’ dendikçe hep Emeviye Camii’nde gördüğü Bediüzzaman’ı, dinlediği hutbeyi ve babasının verdiği vazifeyi hatırladı.
Babası o sözü söylerken dilek, temennî hissinden ziyade muhakkak olacağını ima eden kararlı bir ifade kullanmasına rağmen, yapacağı hizmetin yerini ve zamanını tasrih etmediğinden, Barla’ya yerleştikten sonra da hep o günü bekledi.
1926 yılı baharıydı.
Herkesin, Şarktan sürgün edilen bir âlimin kasabaya getirildiğini ama kimseyle görüşmesine izin verilmediğini konuştuğu günlerden birinde duydu onun sesini. Kıyafeti farklı olmasına rağmen gördüğü anda tanıdı.
Bediüzzaman kendisini yanına çağırıyordu.
Yakalandığı takdirde başına gelecekleri bildiği için o esnada bütün benliğini korkuyla karışık garip bir tereddüt hissi kapladı ise de aldırmadı ve hemen yanına gidip ellerine sarıldı.
“Kalemi, kâğıdı hazırla.”
Bediüzzaman ona, babasının Şam’da verdiği vazifeyi ifa etmesinin zamanının geldiğini tedai ettiren amirâne bir sesle söylemişti bunu. Vazifesini hatırlayınca benliğini saran korkuyu, tereddüdü, tedirginliği bir kenara bıraktı ve hemen gidip kâlem, kâğıt alarak geldi.
“Yaz kardeşim” dedi önce. Ardından kalbine gelen Kur’ânî ilhamları bulutlara bakarak seri bir şekilde söyledi. O da ihtiyarını ve iradesini karıştırmadan duyduğu her sözü olduğu gibi yazmaya gayret etti.
Böylece, Onuncu Söz olarak da adlandırılan Haşir Risâlesi ile, tesiri çağlar boyu devam edecek yegâne Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur Külliyâtının telifi başladı. Şamlı Hafız Tevfik de ‘Nurun Birinci Kâtibi’ unvanını aldı.
Risâle-i Nur, Sünûhât tarzında telif edildiği, Kur’ânî hakikatlerin Said Nursî’nin kalbine ne zaman geleceği de belli olmadığı için Hâfız Tevfik’in, zamanının çoğunu onun yanında geçirmesi gerekiyordu. O öyle yapınca evin bütün işleri eşi Zehra Hanıma kalıyor, o da bundan rahatsız oluyordu.
Fakat eşinin Risâle-i Nurları yazarak İslâm’a, dine, imana büyük hizmet ettiğini hisseden Zehra Hanım, sırtında dağdan odun taşımak gibi en ağır işleri bile yaparak onun hizmetine devam etmesini sağladı ve bu hasleti ile Said Nursî’nin senasına mahzar olup duâ ettiği has talebelerinin arasına girmeyi başardı.
Hâfız Tevfik de eşinin fedakârlığı sayesinde Said Nursî’nin yanından pek ayrılmadı. Kalemi, kâğıdı yanında hep hazır tuttu ve o yeni bir şey söylediğinde hemen yazdı. Telif hâlinin dışındaki zamanlarda ise daha önce yazdığı risâleleri temize çekip istinsah etmekle meşgul oldu.
Onunla geçen zaman içinde Said Nursî’yi daha iyi tanıyan, tanıdıkça da hayranlığı artan Hâfız Tevfik, Risâle-i Nurlar telif edildikçe onun mânevî şahsiyetini daha iyi anladı.
Şam’da kaldığı yıllarda Mevlânâ Hâlid hakkında araştırma yaptığı ve tecdid tarzına biraz âşina olduğu için onun mücedditlik vasfını nazara alarak Said Nursî ile mukayese etmek istedi.
“Her yüz sene başında dini tecdit edecek bir müceddidi gönderiyor” müjdesinin ihbarına müvâzi olarak “Hazret-i Mevlânâ Halid–ekser ehl-i hakikatin tasdikiyle–1200 senesinin, yani on ikinci asrın müceddididir. Mâdem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risâle-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüştür; kanaat verir ki–nass-ı hadis ile–Risâle-i Nur, tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.”
Bu maksatla böyle dinî izahların ve mantıkî tesbitlerin yer aldığı ilmî bir yazı yazıp Said Nursî’ye verdi. O da yazıdaki kanaatlere katıldığını ifade etmek istercesine yazının lâhikaya konmasını istedi.
Aslında ağır işlere ve sıkı çalışmalara pek gelemeyen asabî mizaçlı bir insandı Hâfız Tevfik. Çok çay içmesi ve sigara tiryakisi olması yüzünden zaman zaman Üstadı ile aralarında küçük tatsızlıklar da yaşandı.
Meselâ bir seferinde, yeteri kadar çay ve sigara içememesinin de tesiriyle bazı asabî hareketler yapınca Said Nursî de sinirlendi veya çok çay içmemesini ya da sigarayı bırakmasını söyledi.
O zaman yaptığı hatanın farkına varan ve pişman olup özür dileyen Hâfız Tevfik, bu tavsiyeye uyarak tercihini sigaradan yana kullanıp çok çay içmeyi bıraktı. Ondan sonra da büyük ölçüde sakinleşti.
Bir başka hadise de Tevafuklu Kur’ân’ın yazılması sırasında vuku buldu. Kendisinin “Lillahi’l-hamd, benim hatt-ı Arabiyem Kur’ân’a bir derece uygun bir tarzda ihsan edilmiş” şeklinde de ifade ettiği gibi hattının çok güzel olduğunun farkındaydı.
Onun için ‘Bu iş bana aittir, ben bunu biliyorum’ hissine kapılıp Said Nursî’nin tavsiyelerine kulak asmadı. Hattının pek güzel olmadığını düşündüğü bazı kardeşlerini küçümsemeye kalkınca da, hizmette onların gerisinde kaldı.
Bunu, gurura kapılarak ‘işlediği kusuruna karşı şiddetli fakat şefkatli bir tokat’ olarak kabul etti. “Hakaik-i Kur’âniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temellük, tezellül zulmetleriyle birleşmiyor” diyerek tekrar hizmetinin başına döndü ve ihlâsla çalışmaya başladı.
Bediüzzaman, onun ve eşinin, Risâle-i Nur’un neşri hususunda gösterdikleri fedakârlıkların hatırı için, beşerî zaafların tezahürü olan bu gibi tavırları pek nazar-ı itibara almadı ve her vesile ile onu hizmete teşvik etti.
“Kardeşim Hâfız Tevfik” dedi bir defasında.
“Buyur Üstadım” dedi o da.
“Ben yemin ediyorum, şimdi Cennetten bana davet vâki olsa, ben Tevfik’imi almadan gitmeyeceğim” diyerek tamamladı cümlesini.
Duâ mahiyetindeki bu taltifkâr sözler, Hâfız Tevfik’i Said Nursî’ye meftun etmeye yetti. Şartlar ne olursa olsun, bir daha onun yanından ayrılmamaya karar verdi. O Barla’da kaldığı müddetçe hizmetlerine bilâ-fâsıla devam etti. Isparta’ya sürüldükten sonra da sık sık ziyaretine giderek kendisine tekabül eden hizmetleri ifa etmeye çalıştı.
***
Hapishâneler bile bu münasebeti kesemedi.
Bediüzzaman Said Nursî, 1935 yılında yüzden fazla talebesi ile birlikte Isparta’dan götürülüp Eskişehir hapishanesine hapsedildiğinde, Hâfız Tevfik de onların arasındaydı.
Said Nursî’nin sekiz sene kadar süren Kastamonu sürgününün ardından, kader onları 1943 yılında Denizli Hapishanesinde de bir araya getirdi. Hâfız Tevfik, Barla bahçelerinde olduğu gibi Eskişehir ve Denizli zindanlarında da Üstadına sadakatle hizmet etti.
Şamlı Hâfız Tevfik, zaten Risâle-i Nur’un istinsahına hiç ara vermemişti. Bediüzzaman’ın, her hâl ü kârda kabul ettiği üç beş kişiden biri olduğu için zarurî olarak araya giren zahirî ayrılık yıllarında fırsat buldukça ziyaretine giderek hasret giderdi.
Maddî zarûretler veya hukukî sebepler yüzünden ziyaretine gidemediği zamanlarda ise elinden düşürmediği kalemini, kâğıdını ve Üstadının âşinâ olduğu hattını kullandı.
“Fakir kardeşiniz kendimi her an maiyetinizde hazır gibi farz edip mübarek ellerinizi mis gibi koklayarak öper ve her namaz arkasında lisân-ı âcizîye yakıştığı kadar sıhhat ve âfiyetinizle beraber ömrünüzün izdiyadı hakkında Cenâb-ı Hakka yalvarırım” gibi ifadelerinin yer aldığı hasret yüklü mektuplar yazarak hislerini teskin etmeye çalıştı.
Bu hâl, yıllarca devam etti.
Said Nursî’nin ahirete irtihali üzerine onun ‘el açıp tazarru ve niyazla yalvardığı dünyada bir daha mülâkat etme arzusu’ gerçekleşmeyince o da vuslat iştiyakıyla yalvarıp yakarmaya başladı.
Bu hâl de beş sene kadar sürdü.
Nihayet, 1965 yılında o da Barla’da vefat etti.
Şimdi Barla’nın berzah yüzündeki cennet bahçesinde Üstadı söylüyor, o yazıyor.
“Cenâb-ı Hak, Tevfik’e tevfiki refik eylesin.”
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
“Edirne'den Ardahan'a kültür kervanı” |
|
Her ne kadar toplumun üzerine karanlık şallarını örtüp, yıllardır sürdürdükleri antidemokratik çarkın dönme süresini uzatmak isteyenlerin oluşturduğu kasvetli bir ortam varsa da ülkemizde… Sabırla örülen koza misali güzellikler de yaşanıyor bir yandan… Ama işin burasına “ecel” de girince… Boynumuz kıldan ince kalıyor yanında…
Amenna ve saddakna…
Hepimiz geldiğimiz gibi gideceğiz ne çare!
İmanımız böyle… Ama yine yüreklerimiz yanık, bağırlarımız ezik, sözlerimiz çaresiz…
Türk dünyasının önemli yazarı Cengiz Aytmatov’un bir süredir ağır hasta olduğu bilgisiyle tetikte beklerken, Turan Yazgan Hocanın ve sevgili İskender Özsoy kardeşimin ciddî ameliyatlar geçirdiklerini öğrendim… Allah’tan şifalar diliyorum… İskender kardeşimle önceki akşam kısa süreli de olsa görüşmenin, onu tekrar ayakta görmenin mutluluğu, hepimizin de yüreğini kanatan acı kayıpla gölgelendi… “Türkiye’m”in şairi Dilâver dostun gidişi…
Ahirete yürüyen edipler kervanına Dilâver dost da katılmıştı…
Dilâver Cebeci dosta Cenâb-ı Mevlâdan rahmet dilerken, muhterem eşine, oğluna ve kızına, yakınlarına, bütün sevenlerine de sabr-ı cemîl niyaz ediyorum…
Bu acılar arasında daha fazla yazacak güç bulmak da zor…
Neyse ki hafta içinde Ankara’da o mutlu yorgunluklarına şahit olduğum Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı’nın Başkanı sevgili D. Mehmet Doğan Ağabeyim ve sevgili Ahmet Fidan Ağabey ile sevgili İ. Ulvi Yavuz Ağabeyin heyecanlı anlatımlarıyla “Edirne’den Ardahan’a kültür kervanı” projesinden haberdâr oldum…
Sözün bundan sonrasını, sevgili Mehmet Doğan Ağabeyden gelen metne bırakıyorum… Ülkemizde yaşanan güzelliklerden de haberimiz olsun diye… Bölgenize gelindiğinde bu güzel umut kervanına siz de katılın diye… Buyurun: “Kültür Kervanı 2. bölümde Kırşehir, Kayseri, Sivas, Erzincan, Aşkale, Erzurum, Ardahan, Çıldır, Trabzon, Giresun, Ordu ve Çorum’a uğrak verecek.
Türkiye Yazarlar Birliği, 30. kuruluş yılını bütün Türkiye’ye yayılan faaliyetlerle kutluyor. 30. yıl faaliyetlerinin ilginç bir bölümü 22 Mayıs'ta Edirne’de başladı. 21 Mayısta Ankara’dan yola çıkan TYB heyeti, 22-23 Mayısta Edirne’de ‘Rumeli Fatihi Gazi Süleyman Paşa ve Rumelinin Fethi’ bilgi şölenini gerçekleştirdi. 20’nin üzerinde yazar ve ilim adamının bildirilerle katıldığı Bilgi Şöleni’nin 3. günü 24 Mayıs’ta Gelibolu’da icra edildi. Gelibolu programında Gazi Süleyman Paşa’nın Bolayır’daki türbesinin bahçesinde yatan 19. yüzyılın büyük ‘Vatan şairi’ Namık Kemal vefatının 110’uncu yılı dolayısıyla anıldı. Gelibolu programından sonra Bursa’da 25 Mayıs'ta ‘50 Yıl sonra Yahya Kemal’ programı D. Mehmet Doğan ve Muharrem Tüfekçi’nin konuşmalarından sonra Halil Çay yönetiminde müzik topluluğunun Yahya Kemal Beyatlı’nın bestelenmiş eserleri konseri gerçekleştirildi.
Eskişehir’de 26 Mayıs 14.00’de Odunpazarı Belediyesi ile ‘Osmanlı Devletinin kuruluşunda Eskişehir ve çevresi’ paneli yapıldı. Yrd. Doç. Dr. Selahaddin Önder yönettiği panele konuşmacı olarak Yrd. Doç. Dr. Halim Şahin, Yrd. Doç. Dr. Musa Şahin ve Muharrem Bayar katıldı.
Ankara’da konaklayan Kültür Kervanı, 30 mayıs Cuma sabahı Kırşehir’e müteveccihen yola çıktı. Öğle yemeğinde Kırşehir Belediye Başkanı Halim Çakır’ın misafiri olduktan sonra, Kayseri’de konakladı. 30 Mayıs Cuma akşamı Kayseri Ticaret Odası salonunda ‘50 Yıl Sonra Yahya Kemal’ toplantısı yapıldı. Prof. Dr. Nevzat Özkan’ın yönettiği panelin konuşmacıları: Prof. Dr. Hülya Argunşah, Prof. Dr. Mümtaz Sarıçiçek ve Mustafa Özçelik’ti.
Kültür Kervanı’nın Kayseri’den sonraki durağı Sivas’tı. Sivas’ta, Belediye ile müştereken ‘Yavuz Bülent Bakilerle 72 yıl’ programı vardı. TYB’nin kurucularından olan Yavuz Bülent Bakiler’in de katıldığı ve Atatürk Kültür Merkezi salonunda saat 14.00’te başlayan programda Doç. Dr. Hicabi Kırlangıç (TYB Genel Başkanı), D. Mehmet Doğan (TYB Vakfı Başkanı), Sami Aydın (Sivas Belediye Başkanı) ve Veysel Dalmaz’ın (Sivas Valisi) açılış konuşmalarından sonra Kadir Küplü başkanlığında 1. Oturum yapıldı. Bu bölümde, Bilal Tırnakçı, Dr. Berat Demirci ve Olcay Yazıcı konuştu.
İkinci oturuma geçmeden Murat Kıral Yavuz Bülent Bakiler’in şiirlerini seslendirdi.
Doç. Dr. Alim Yıldız’ın başkanlık ettiği 2. Oturum’da konuşmacılar: Eyüp Tanyıldız, Kutlu Özen ve Dr. Ahmet Turan Alkan’dı. Yavuz Bülent Bakiler’in konuşması ile toplantı sona erdi.
TYB’nin Kültür Kervanı, 1 Haziranda (bugün) Erzincan’da olacak. ‘Erzincan’da şiirli bir gün’ toplantısı müftülük sitesinde yapılacak. Erzincan Belediye Başkanı Mehmet Buyruk’un konuğu olan TYB heyeti 2 Haziran Pazartesi günü Erzurum’a doğru yola çıkacak. Aşkale’de belediye başkanı Ahmet Yaptırmış’ın çay molasından sonra, Erzurum’da konaklanacak. Erzurum’da 20.00’de MEB Hizmetçi Eğitim Enstitüsü Konferans Salonu’nda. ‘Erdem Bayazıt’a saygı’ toplantısı var. TYB Erzurum Şubesi başkanı Dr. Rıdvan Canım’ın yöneteceği oturumda Prof. Dr. Mehmet Törenek, Doç. Dr. Erdoğan Erbay, M. Atilla Maraş ve Y. Turan Günaydın konuşacak.
Kafile, 3 Haziran Salı günü Türkiye’nin en doğusuna, Ardahan’a ulaşıyor. Çıldır Belediye Başkanı Nizamettin Coşkun’un konuğu olarak ‘Mehmet Akif İnan’ı anma’ toplantısı yapıyor. M. Atilla Maraş, D. Mehmet Doğan, Ahmet Fidan, Mustafa Özçelik ve Y. Turan Günaydın’ın konuşmacı olarak katılacağı toplantı merhum şairimizi ülkemizin bir ucunda hatırlamaya vesile olacak.
Ardahan’dan dönüş Karadeniz üzerinden yapılacak. İlk durak Trabzon. 4 Haziranda TYB Trabzon Şubesinin edebiyat sohbetine katılacak olan şairler ve yazarlar, Giresun ve orduya uğradıktan sonra Ankara’ya müteveccihen yola çıkacaklar. Son program 6 Haziran’da Çorum’da.”
NOT: Sevgili dostlar… Kitap yayınlandığında da ifade ettiğim gibi; Mehmed Âkif Ersoy’u anlatan “Bir Destan Adam” isimli film çalışmasına hız vermem gerekiyor… İlk aşamada, çok sağlam bir senaryo yazmam gerek… Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Senaryo ve Diyalog Yazım ve Geliştirme” projesinden destek almaya hak kazanan “Bir Destan Adam” senaryosunun 24 Kasım 2008’e kadar yazılması gerek… Bu sebeple sizlerden belirsiz bir süre için izin istiyorum. Yapmaya kalkıştığım işe verdiğim önemden dolayı kafamın daha dinç olması gerektiğini düşünüyorum. Dostların caydırma teşebbüslerinden çekindiğim için de bu kararımı böyle, son dakikada açıklamak istedim.
Bu sütundan sizlere 23 Aralık 1993’den 23 Aralık 2003’e kadar aralıksız yazdım… Sonra 14 aylık bir ayrılığın ardından 26 Şubat 2005’te haftalık yazılara başladım. İşte bugün o haftalık yazılara da noktayı koymak istiyorum, izninizle…
Duâlarınızı ihmal etmeyin dostlar…
“Bir Destan Adam” filminin başarılı olmasının önemini sizlere anlatmama gerek yok. Allah utandırmasın inşallah… Her zaman [email protected] adresim sizlerden gelecek mesajları beklediğini bilin… Yazma sırası sizde yani… Allah’a emanet olun dostlar…
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Cennetten kaçmak, Cehenneme koşmak |
|
Dünyanın en güzel yerinden bin kere daha güzel Cennet hayatının özelliklerini, emsâlsiz güzelliklerini duyup da ona iştiyak duymamak mümkün değil. Ya Cehennem? Korkunç, yürekler ürperten dehşetli hâlini öğrenip de ondan kaçmaya, uzaklaşmaya çalışmak kadar da akla uygun bir şey düşünülemez. Ama vakıaya baktığımızda insanların ne canhırâşâne bir gayretle Cennete koştuklarını ve ne de yılandan, akrepten kaçar gibi Cehennemden kaçtıklarını görürüz. Tam tersi nice insan âdetâ Cennetten kaçıp Cehenneme doğru koşar adımlarla gitmektedir.
Sebebi nedir dersiniz?
Bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre Allah, Cenneti yaratınca, Cebrail’i (as) gönderip, “Cennete ve orada hazırladıklarıma bir bak” der. Cebrail (as) gidip, insanı büyüleyici o güzelim Cennet nimetlerini görünce, Cenâb-ı Hakka, “İzzet ve Celâline yemin ederim ki, onu duyup da girmek istemeyen hiçbir kimse kalmaz” diye karşılık verir.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Cennetin sıkıntılarla kuşatılmasını emreder. Sonra da Cebrâil’e (a.s.), “Tekrar git ve orada kalacaklar için neler hazırladığıma bir bak” buyurur. Cebrail (as) gidip Cennetin sıkıntılarla kuşatıldığını görünce, “İzzetine yemin ederim ki hiçbir kimsenin oraya giremeyeceğinden korkuyorum” diye cevap verir.
Sonra da Allah, Cebrail’e (as) Cehenneme gitmesini, isyankârlar için hazırladığı azapları görmesini emreder. Cebrail de (as) gidip görünce, Cenâb-ı Hakka “Bunu duyan hiçbir kimse buraya girmez” der. Sonra Cenâb-ı Hak Cehennemi nefse hoş gelecek şehevânî arzularla kuşatıp, bir daha gönderdiğinde, “Korkarım ki buraya girmekten kurtulan hiç kimse olmaz” diye karşılık verir.1
Hangi güzel, mükemmel nimet vardır ki zahmetsiz, sıkıntısız elde edilmiş olsun. Cenneti kazanmak için de biraz zahmet, birazcık olsun sıkıntı çekmek gerekmez mi? Ama o azıcık zahmet ve sıkıntılar karşılığında hayal edilemeyecek kadar ödül, zevk, lezzet, maddî ve manevî kazançlar elde edeceksin. Bütün bunlar görünüşte sana acı bir ilâç gibi gelecek, ama maddeten ve manen şifa bulacaksın.
İşte bu sıkıntıları göğüsleyebilen insan, Cennet ve sonsuz nimetlerine lâyık olacak hâle gelir.
Ya günahlar ve haramlar?
Nefsin hoşlandığı, görünüşte lezzetli ve zevkli şeyler bunlar. Ama zehirli bir bal hükmünde. Bir saat lezzet verir, on saat karın sancısı çektirir. Bir üzüm tanesi yedirir, yüz tokat vurur. Ruh, kalp, duygu, kabiliyet ve bedende açtığı mânevî yaralar, kazandırdığı günahlar lezzeti hiçe indirir.
Nefsânî arzularını yenemeyen ve ilk bakışta tatlı gibi gözüken haramlara karşı sabredemeyip kendini tutamayan insan, dünyada gerçek anlamda başarılı olamayacağı gibi, ebedî âlemde hazırlanan sonsuz mükâfât ve saadetlere de kolay kolay eremez. Ne dersiniz azıcık sıkıntıları olan Cennete mi, yoksa görünüşte nefsin hoşuna giden, ama içinde ve sonucunda nice felâketleri saklayan Cenennemlik işlere mi koşmalı?
Dipnotlar:
1- Kurtubî, Tezkire, s. 133.
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Mu’cizede aklı icbar var mı? |
|
İlker Bey: “Aklı aczde bırakan peygamber mu’cizeleri, teklif sırrına uygun düşer mi?”
Önce bu iki kavramı tanıyalım: Mu’cize, bir peygamberin, kendi hakkaniyetini ve doğruluğunu ispat etmek için Allah’ın izniyle gösterdiği olağan dışı, fevkalâde, benzerini insanların yapmaktan aciz kaldıkları hâdisedir. Peygamberin Allah elçisi olduğunun delilidir. Aklı icbar etmez.
İmtihan ve teklif sırrı ise, insanların kendi hür iradeleriyle iman etmelerini gerektirir; imanda icbar ve zor kullanmayı asla kabul etmez.
Bütün peygamberler mu’cize göstermişlerdir; ama asla icbar kullanmamışlardır. Mu’cizenin, kâinat Hâlık’ı tarafından peygamberin dâvâsına bir tasdikten ibaret olduğunu beyan eden1 Bedîüzzaman Hazretleri, peygamberlik dâvâsını ispat etmek ve münkirleri ikna etmek için buna ihtiyaç olduğunu, bunun icbar etmek için verilmediğini ve bu amaçla da kullanılmadığını kaydeder. Bu sırdan dolayıdır ki, mu’cizeleri sadece peygambere muhatap olanlar görmüşler; onun dışında diğer insanlara bizzat gösterilmemiştir. Meselâ, ayın ikiye bölünmesi mu’cizesi yeryüzü halkının tamamı tarafından görülebilecek bir mahiyette iken, sadece Peygamber Efendimiz’e (asm) muhatap olanlar görebilmişler; diğerleri muhtelif sebepler perdesi altında görmekten uzak tutulmuşlardır. Çünkü bütün yeryüzü halkına göstermek icbar mânâsı taşıyabileceğinden, teklif sırrına uygun düşmezdi. Oysa iman sadece teklif sırrı ile akla kapı açmayı, ama ihtiyarı elden almamayı gerektirmektedir.2
Peygamberler insanlar içinde seçilerek Allah elçiliği vazifesiyle görevlendirilmişler; ara sıra mu’cize göstermekle beraber, ekseriyetle normal insanlar gibi yaşamışlardır. Genelde münkirlerin isteğine nazaran Cenâb-ı Hakk’ın takdir buyurduğu mu’cizeleri dışında, hiçbir olağanüstü hayatları ve yaşantıları olmamıştır. Normal insanlar gibi, hatta daha da ağır şartlarda aç kalmışlar, susuz kalmışlar, yorulmuşlar, çile çekmişler, hastalanmışlar ve ıztırap içinde yaşamışlardır. Bütün bu olumsuz hallerde en mükemmel şekilde insanlığa numune olmuşlar; sabrı, sebatı, imanı, teslimi, tevekkülü ve Allah’a güvenmeyi hem öğretmişler, hem de bilfiil yaşayarak göstermişlerdir.
Peygamberler tarihine bir göz attığımızda, mu’cizelerin icbar yönünün değil, bilâkis ikna edici yönünün tamamen ön plâna çıktığını görmekte gecikmeyiz. Ne Hazret-i Salih Peygamberin (as) devesi, ne Hazret-i İbrahim’in (as) ateşi, ne Hazret-i Musa’nın (as) değneği, ne Hazret-i İsa’nın (as) hastalara şifa vermesi ve ölüleri diriltmesi; ne de Hazret-i Peygamber Efendimiz’in (asm) şakk-ı kameri, elinden su akıtması, Mescid-i Aksa yolculuğu ve sair mu’cizeleri... Hiçbirisi icbara vesile teşkil etmemiştir.
Bütün mu’cizelerde gördüğümüz ortak tepki şu olmuştur: Bir kısım insanlar hidâyetle şereflenirken; bir kısım da ya sihir veya büyü demişler; ya da peygamberin mecnun ve deli olduğu zehabına kapılmışlardır. Ebû Bekir gibi elmas ruhlu adamlarsa ancak bu teklif sırrı ölçütünün korunmasıyla ortaya çıkmışlardır.
Aslında, adına sünnetullah dediğimiz ve insanoğlunun olağan ve sıradan zannettiği tabiat olaylarının her birisi de Allah’ın birliği, büyüklüğü, azameti, izzeti, cemâli... ve sair sıfatlarını tanımak için yeterli mu’cize örnekleriyle doludur; en azından hiçbirisi sıradan değildir, hiçbirisi âdiyâttan değildir. Her birisi harikuladedir. Her birisi insanı benzerinden aciz bırakan birer tecellidir.
Fakat gelin görün ki, yaratılış mu'cizeleri bazılarının imanlarını arttırırken, bazılarının da inkârlarını kalınlaştırıyor. Adam inanmayacaksa “doğal” deyip çıkıyor. Yani yine icbar yapılmama sırrı muhafaza ediliyor; yine teklif sırrı korunuyor. İmanda nasibi olanlarsa küçük bir emareyi ve işareti bile hidayeti için vesile kabul ediyor. Her şeyin Allah’ın sıfatlarını bildiren harikulâde birer tecellî olduğunu iman ve itiraf ediyor.
DUÂ
Ey Mü’min-i Müheymin! Ey kulunun kalbini gören ve gönlünü imana açan! Ey dilediğine iman ve hidayet lütfeden! Ey dilediğine akıl ve iz’an veren! Aklımı din-i mübîne aç! Gönlümü imana aç! Ruhumu davetine aç! Kalbimi hidayetinle her daim besle! Ellerimi yalnız Sana yönlendir! Nefsimi yalnız helâl kıldıklarına tevcih et! Duygularımı yalnız rahmetinle doyur! Rızana giden yolda irademin elinden tut! İmtihanımızı kolay kıl! Hatalarımızı bağışla! Kullarını dirilttiğin gün bizi azabından koru! Âmin!
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 91, 2- Sözler, s. 538
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Yaşanmış bir darbe hikâyesi |
|
Ahmet Bey, Anadolu’nun küçük bir ilçesinde ilçe millî eğitim müdürlüğü vazifesini yapıyordu. Şirin bir Anadolu kasabası görünümünde olan bu küçük ilçeye kendi isteğiyle atandığı için, eğitimin istenilen seviyeye ulaşması için adeta gecesini gündüzüne katarak çalışıyordu.
Bu küçük ilçe, gelişmişlik yönünden belki de istenilen seviyede değildi. Medeniyetin birçok nimetleri buraya girmemişti o tarihlerde. Belki de bunun bir sonucu olarak ilçe halkı halinden memnun, huzurlu idi. Barış ve kardeşlik hüküm sürüyordu. Terör ve anarşinin kol gezdiği tarihlerde dahi burada emniyet ve asayişi bozacak en küçük bir olayın olmaması dikkate değerdi. İlçe halkı dindar, örf ve âdetlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Belki de bunun bir sonucu olarak, âdî suçlar dahi işlenmiyordu. İlçedeki emniyet güçleri, savcılar, hakimler, deyim yerindeyse mesaî boyunca boş boş oturuyorlardı.
Doğrusu, burası, genç millî eğitim müdürü Ahmet Beyin arayıp da bulamayacağı bir yerdi. Gerçi 12 Eylül darbesi dönemiydi. Askerin ağırlığı, burada da kendini hissettiriyordu. Askerin, olur olmaz bahanelerle resmî kurumlar üzerindeki baskıları devam ediyor; yetkilerini sonuna kadar kullandıkları gibi, çoğu zaman da kendilerini hiç alâkadar etmeyen konularda, resmî kurumlardaki âmir ve memurlara yersiz emirlerde bulunuyorlardı.
Zaman zaman, Ahmet Bey de, gereksiz tacizlerle rahatsız ediliyordu. Yersiz sebeplerle, sudan bahanelerle komutan makamındaki askerler, bazen Ahmet Beyin makamına gelerek, bazen de onu makamlarına çağırarak, üzerlerine iş olmayan konularda talimât veriyorlardı.
Bu defa da akşamın bir saaatinde Ahmet Bey evinde iken kapısı çalındı. Kapıya çıktığında, akşamın karanlığında karşısında onbaşı rütbesinde bir askeri görünce bir anlık şaşkınlığa girse de, askere “Buyur yavrum, niye geldin?” dedi. Asker “Müdür bey, komutanım sizi istiyor” dedi. Ahmet Bey, “Peki oğlum, sen git, ben üstümü giyip geliyorum” deyince, asker “Hayır, öyle olmaz. Komutanım sizinle beraber gelmemizi söyledi” deyince, Ahmet Bey, hemen acele ile üstünü giydi ve askerle beraber yola koyuldu.
Yol boyunca Ahmet Bey, akşamın bu vaktinde komutanın makamına çağrılmasına bir anlam verememekle beraber, yine de bilmediği çok önemli sebepler olabileceğini düşündü ve elden geldiğince moralini bozmadan sakin olmaya gayret etti.
Sakin ve vakarlı bir tavırla komutanın kapısını tıklayarak içeri giren Ahmet Bey, önce selâm vermeyi düşündü ise de, selâm vermeden yüzbaşı rütbesindeki komutana “Hayırdır, beni istemişsiniz’’ deyince, yüzbaşı Ahmet Beyin gergin olduğunu sezmiş olmalı ki zoraki gülümseyerek, “Hoşgeldiniz müdür bey, buyrun oturun” diyerek yer gösterdi. Ahmet Bey oturmayacağını söyleyerek, kendisini niçin çağırdığını sorunca komutan söze başladı:
“Müdür bey, özel hayatınıza, inancınıza elbette karışmayız. Fakat takdir edersiniz ki devlet memurları vazife başında iken, özel yaşantıları ne olursa olsun, tarafsız olmak zorundadırlar. Aynı zamanda kanunlara, ilke ve inkılâplara aykırı hareket edemezler. Aldığım istihbaratlara göre, siz öğretmenlerinize karşı eşit davranmıyorsunuz” deyince Ahmet Bey komutanın sözünü keserek, “Bu iddialarınızı ispatlayabilir misiniz veya örnek verebilir misiniz?” dedi. Komutan sinirli bir şekilde “Bırakın ispat etme işini. Siz, sol fikirli öğretmenler üzerinde baskı kuruyorsunuz. Başı örtülü öğretmenleri görmezlikten geliyorsunuz... Okulda, sınıfta bazı öğretmenler, çekirdek-çerez yiyiyor, onlara ses çıkarmıyorsunuz...” deyip suçlamalara devam edince, Ahmet Bey, sert ve yüksek bir ses tonuyla “Allah aşkına, bunlar için mi akşamın bu vaktinde beni buraya çağırdınız? Askerin vazifesi bunlar mıdır? Ülkede bunca anarşi ve terör gibi problemler dururken, böyle basit meselelerle uğraşmanız doğru mu? Sonra bunları çok ciddiye alıyorsanız, şu iddiâlarınızı yazılı olarak bana iletiniz, ben de gerekli cevabı size vereyim” dedi ve izin isteyerek oradan ayrıldı.
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
“Bediüzzaman, müstebit rejime hayatı pahasına muhalefet etmiş” |
|
Osmanlı, tarih sahnesinden çekilip Türkiye Cumhuriyeti kurulunca, ilk dönem despot, müstebit idâreciler, milletimizi İslâm irfânından koparıp Batı kültürüne entegre etme projelerini “ilke ve inkılâplarla” sahnelemeye başlar.
Bu uygulamalar, 1925’lerde tekke, zâviye ve medreselerin kapatılması ve okullardan din derslerinin kaldırılması ile başlatılır.
Tekke ve zâviyeler 30 Kasım 1925 tarihinde kapatılınca, ehl-i tarîk, cemaat, dinî ekol, mektep ve medrese ehli, faaliyetlerini gizliden gizliye sürdürmek zorunda kalır.
Maariften din dersleri, 1930’lara kadar tedricen ve tamamen kaldırılır. Göstermelik olarak açılan imam-hatip kurslarının faaliyetlerine de yine bu tarihlerde son verilir.
Bu arada, gazetelerin neşretmekte oldukları dinî yazı ve yazı serilerinin bile derhal kesilmesi istenir. Din ve inancın, evvelâ ferd, sonra aile ve sonra toplum hayatından tamamen silinmesi çalışmaları başlatılır.
Cemaat ve tarikatlar da otomatikman bu yasaklar kapsamına alınır. Üç kişi bir araya gelip Kur’ân tefsiri okuyamazdı. Mevlid okumak için bile izin istenir, jandarmanın gözetimi altında okutulurdu.
1950’ler, halkın demokrasi, din ve vicdân hürriyeti ile nefes almaya başladığı ilk yıllardır. 1970’ler, mânevî ilimlerde yetişen nesillerin ortaya çıktığı bereketli senelerdir. 1990’lar ise, gözle görülür hizmetlerin ifâ edildiği devrelerdir. Bu tarihte gelen kısmî hürriyet ve demokrasi anlayışı ile ezânlar minârelerden işitilmeye, imam-hatip okulları açılmaya; tekke, zâviye ve medrese ehli rahat bir nefes almaya başlar.
1926’dan 1950’lere kadar gündemde Bediüzzaman Said Nursî ve talebelerinden başka kimse yoktur. Onların, resmî ideolojinin, sistemin ve devletin bütün kurumlarıyla yaptığı baskı, darbe ve engelleme; hapis, nezaret, mahkeme ve sürgünlere rağmen imân, ahlâk, ilim, teknik, eğitim, sağlık, insan hakları, dış meseleler gibi konularda kültür hayatımıza büyük, kalıcı, geniş, unutulmaz hizmetler verdikleri, vermeye de devam ettikleri tarihî belgeler ve canlı şahitleriyle sabit.
Bu hakikati, müfessir H. Basri Çantay şöyle ifade eder: “Üstad sayesinde müfessir olduk. Ne yazabiliyorduk, ne de anlatabiliyorduk.”
Rus gazeteci Nadejda Kevorkova, Rusya’da yayınlanan, 72 bin tirajlı liberal eğilimiyle bilinen Gazeta gazetesinde şöyle der:
“Şahsî hiçbir şeyi, ailesi, mal varlığı, başını sokacağı bir evi, hatta mezarı bile olmayan, bütün hayatını imana adayan bir âlim olan Bediüzzaman Said Nursi; cezalandırıcı yönetime karşı çıkma cesaretini göstermiş, inananlara aman vermeyen rejime ölümüne muhalefet etmiş.”1
Şarkiyatçı, Mevlânâ hayranı ve İslâm dostu Annemarie Schimmel: “Said Nursî’nin eserleri birer harika. Avrupa’yı aydınlatacaktır. O çağın Mevlânâ’sı ve müceddididir.”
Dipnotlar:
1- Gazeta, 220. sayı, 23.11.2007.
01.06.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Eşler, ebedî hayat arkadaşları olmalı |
|
Hanımlar Rehberi, Bediüzzaman Hazretlerinin kaleme aldığı Tesettür Risâlesi’nin de içinde yer aldığı, hanımlarla ilgili bir çok aktüel, orijinal ve manevî yaralara merhem nev'înden tesbitlerin bulunduğu bir Risâledir.
İşte biz Birinci Hikmet ile ilgili yorumlarımızda son olarak Tesettür Risâlesinin Birinci Hikmet’inin başına dönelim ve ilk paragrafı Risâle-i Nur’un sair bölümleri eşliğinde özellikle Hanımlar Rehberi ışığında yorumlamaya çalışalım.
Evet Birinci Hikmet’in ilk bölümü şöyle:
“Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünkü kadınlar hilkaten zaîf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyli var.”
Bu satırlar Bediüzzaman Hazretlerinin ağır bir cinsiyetçi olduğunu mu gösterir? Kadınların hayatlarını devam ettirebilmek için tek kurtuluş yolu erkeklerin himayesinde yaşama mecburiyeti midir? Kadınlar erkeklere “yaranmak” için mi tesettürü tercih ederler? Bediüzzaman Hazretleri tesettürü hep himayesine muhtaç olarak yaşayacakları erkeklerle iyi geçinmek için bir tedbir olarak mı tavsiye etmektedir? O gerçekçi ve açık sözlü bir erkek egemenliği taraftarı mıdır?
Bu soruları Handan Koç’un Tesettür Risâlesi üzerine kaleme aldığı yazısından çıkardığımızı ifade edip, cevaplarını açmaya çalışalım.
İlâhî bir sözleşme…
İman etmek âlemleri muhteşem bir şekilde yapan o büyük Zat'a bağlanmak, kalben varlığını, bir olduğunu tasdik etmektir.
Bir benzetme ile bunu tarif etmek gerekirse, iman eden bir kadın ve erkek, kalben Rableriyle “mânevî bir sözleşme” yapmışlardır. Yaratılış âleminde ne varsa (kendi maddî ve mânevî varlıkları da dahil olmak üzere) her bir şey üzerinde Rablerinin varlık ve birliğinin izlerini görmeye çalışmalıdırlar. Bu çalışma, iman edilen ilk dakikadan, dünya hayatına vedanın son dakikasına kadar devam eden bir süreçtir. Kişinin kimliğini, duygularını, hayata bakışını derinleştirip, zenginleştiren heyecan verici bir maceradır… Önemli olan mü’min kadın ve erkeğin Rablerine vermiş oldukları söze sadık kalmak üzere hayatlarını programlamaya çalışmalarıdır. Bu samimî gayret içinde hataların ve eksiklerin olmaması mümkün müdür? Zaten kusursuz, hatasız olmak Allah’a mahsustur. Allah ise çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.
(Ahzab Sûresinin 59. âyetinin bu ifadelerle bitirilmesi de ilginçtir! Kur’ân’ın tesettür emri, âyette belirtildiği üzere kadınlara merhameten onların eziyet çekmemesi içindir. Bu emre itaat edip etmemesi kadının hür iradesine bırakılmıştır. Etmediğinde dinden çıkmaz, günahkâr bir mü’min olur. Bu arada emre itaat edememekle, emri inkâr etmek arasındaki büyük farkı da ifade edelim.)
Evet, iman sırrı ile tesettür emrini kabul eden bir kadın ve erkek*, Rablerine verdikleri sözü yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Verdiği sözü yerine getirmeye gayret etmek mükemmel bir kişilik özelliği değil midir? Sözüne sadık kalmaya çalışmakta cinsiyet ayrımı olur mu?
(*Kadın için tesettür ölçüleri olduğu gibi, Rabbimiz erkek için de tesettürü emretmiştir. Erkekler de bu ölçülere riâyet etmekle vazifelidirler.)
Günahlardan çekinmeye çalışmak ve haramı terk etmek, İlâhî “kırmızı çizgilere” dikkat etmek noktasında kadın ve erkek arasında hiçbir ayrım yoktur, eşittirler.
Bu noktalar ışığında İlâhî kırmızı çizgilere dikkat eden bir kadının, etmeyen bir erkekten üstün olduğunu da belirtelim. İslâmî literatürde “takva” adı altında yorumlanan bu kavram ışığında, kadın olsun erkek olsun fark etmez, kim takvada daha ileri ise o üstündür.
Hadislerden müjdeler
Risâle-i Nur Külliyatının tamamı içinde yukarıda anlatmaya gayret ettiğimiz anlam bütünlüğünü görmek mümkündür. Hatta Bediüzzaman Hazretleri (takva yarışı içinde) şefkat kahramanı hanımların erkeklerden daha üstün olduğunu da vurgular. Çünkü kadınlar fıtraten erkeklere nazaran yaptıkları işten karşılık beklemezler. Erkeklerin çocuk ve eşlerini himaye, onlara yardım hikmetiyle fıtratlarına yerleştirilmiş olan haysiyet, namus, kahramanlık hislerinin günümüzde bazı sebeplerle bozulduğunu, çoğunlukla zayıfladığını ifade edip şöyle devam eder: “Fakat kadınlarda o seciye-i fıtriye olan şefkat kahramanlığı bozulmamış. Bu seciye-i fıtrî, ehl-i İslâmda, ahir zamanda büyük bir hizmet ve hayat-ı içtimâiyede, İslâm dairesinde bir esas olacağına o gibi hadis-i şerifler işaret edip remzen haber veriyorlar” (Bediüzzaman Said Nursî, Hanımlar Rehberi, s. 33, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993)
İlk öğretmenlik-ebedî hayat arkadaşlığı
Bununla birlikte Hanımlar Rehberinde şefkat kahramanı hanımlara şefkatlerini suistimal etmemeleri için ikazlar da bulunmaktadır. Bu ikazlar son derece orijinal ve aktüeldir. Evlâdının ilk eğiticisi, kocasının ölüm sonrası hayatta da arkadaşı olacak olan kadının eşi ve çocuğuyla olan iletişimi iman çerçevesinde ele alınır ve hatırlatmalar yapılır. Hatta daha da orijinali, kadınların evlenme kararı vermeden önce evlenmeye sebep ve gerekçe olarak gösterilen maddeleri tek tek sıralayıp sorgulamaları ve iman süzgecinden geçirmeleri tavsiye edilir…
Sözgelimi evlâdının dünya hayatında başarılı olmasını isteyen bir anne, onun dinî eğitimini “arka plana” alırsa, hem kendisine hem evlâdına kötülük yapar. Evlâdı “paşa olur, ama adam olamaz”. Üstelik ahirette “Neden benim imanımı kurtarmadın?” diye dâvâcı olur.
Bu zaman eski zamana benzemiyor
“Kızlarım, hemşirelerim!” diyerek başladığı bir mektubunda (Age, s. 28) şöyle der: “Bu zaman eski zamana benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye yarım asra yakın hayat-ı içtimâiyemize yerleştiği için, bir erkek, bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviye medar ve sair günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken, o biçare zaifeyi daimî tahakküm altında, yalnız dünyevî gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazen on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an küfüv tâbir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iye nazara alınmadığından, hayatı daima azap içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha berbat olur.”
Evet, zaman değişmiştir artık, erkekler de…
Terbiye-i İslâmiye ışığında, ebedî beraberlik ve hayat arkadaşlığı, günahlardan muhafaza için evlenmeyi tercih etmesi gereken erkekler, artık terbiye-i medeniye etkisiyle geçici güzelliklere meftun olup kadınları beş on yıllık (bazen o kadarına bile katlanmayıp) dünyevî gençliğinde sevmekte, üstelik daima tahakkümle kadının kişiliğini hiçe saymakta, ona sıkıntı ve rahatsızlık vermektedir.
O açıdan kadınlar, evlilik kararı vermeden önce, izdivacı sorgulamalıdırlar. Bediüzzaman Hazretleri kadınları evliliğe sevk eden sebepleri üç grupta toplar:
Cinsellik mi?
Kadınları evliliğe sevk eden birinci sebep cinselliktir. Yaratıcımız neslin devamı için o “fıtrî hizmete bir ücret olarak” cinsellikte bir lezzet derc etmiş, “meyil ve şevk” vermiştir. Meşrû ise erkek bir saat meşakkat çeker, fakat kadın on dakikalık o zevk için on ay hamilelik eziyeti çeker, on sene çocuğunu zahmetlerle yetiştirir. On dakikalık o zevk için bu kadar uzun meşakkatlere değer mi? “His ve nefis onunla onu izdivaca tahrik etmemeli” der.
Bediüzzaman Hazretlerinin en mahrem sayılabilecek konuları imanı muhafaza etmek için dile getirip eserinde yer vermesi, kadınları bu konuda dikkate sevk etmesi son derece orijinal bir bakış açısı değil mi?
Ekonomik garanti mi?
Zayıf yaratılışlı kadın geçinmek için bir yardımcıya muhtaçtır. Ama bu ihtiyaç için dinle ilgisi bulunmayan, baskıya alışan bir serserinin tahakkümü altına girmeye değer mi? “Paranın gözü kör olsun” mantığı içinde malı için erkeğin zulümlerine katlanmak bir kadın için “riyakârlıktır” Bediüzzaman’ın nazarında.
Bir alternatif sunar kızları ve kızkardeşleri hükmünde gördüğü kadın nur talebelerine… Dünya ve ahirette mutluluğun kaynağı olan kulluğun sırrını bozmak yerine “köy kadınları” gibi kendi rızkını kazanmak için çalışmayı tavsiye eder, “On defa daha kolaydır” der. Hakikî rızık Sahibi olan Yaratıcımız bebeklerin rızkını nasıl sütle gönderiyorsa, sizlerin de rızkını gönderir, der. “O rızk hatırı için namazsız, ahlâkını kaybetmiş bir zevc aramak, riyakârâne çalışıp tahakkümü altına girmek, elbette Nur talebesinin kârı değil” der.
Evlât sahibi olmak mı?
Kadınlığın fıtratında bebek okşamak ve sevmek meyli vardır. Üstelik ihtiyarladığında evlâdının ona bakması, öldüğünde iyilikleri ile annesine yardımı, ahirette annesine şefaatçi olması da o fıtrî meyli kuvvetlendirip evlenmeye sevk ediyor. Oysa ki, zaman eskisi gibi değil, dünya hayatı tercih edilip ön plana alındığından on çocuktan ancak bir iki tanesi salih olup, annesine ihtiyarladığında hürmet eder, öldüğünde iyilikleriyle yardımcı, ahirette de himayekâr olur. On çocuktan sekiz tanesi dünyada da ahirette de annesine eziyet eder, meşakkat çektirir.
O yüzden çocuk sahibi olmak için evlenilmez der Bediüzzaman Hazretleri. “Tam muvafık, dindar, ahlâklı bir zevc bulmadan kendilerini açık saçıklıkla satmasınlar. Eğer bulunmadı, bekâr kalsınlar. Tâ ki ona lâyık, ebedî arkadaş olabilecek, İslâmî eğitim almış vicdanlı bir müşteri çıkıncaya kadar…” (A.g.e., s. 30)
Yeter ki, kadının ebedî mutluluğu, geçici keyifler için bozulmasın. Yeter ki, kadın, medeniyetin günahları içinde boğulmasın!
Son söz
Evet Bediüzzaman Hazretleri her konuda, her zaman haktan yana, gerçeğin savunucusu. Tesettür Risâlesi, Hanımlar Rehberi ya da Risâle-i Nur’un bütünlüğü içinde onun bu muhteşem sebatkâr tavrını kesintisiz olarak görmek mümkün. Kadınlarla ilgili konularda tavrını kadın egemen-erkek egemen kavramlarına sığıştırmak mümkün değil.
Şefkat kahramanları olarak, şefkatin ne olduğunu, bu duyguyu nasıl kullanmamız gerektiğini, şefkatin bize kazandırdıklarını, bu duygunun hayatımızın rengini nasıl değiştirip bizi Rabbimize yakınlaştırdığını O'nun eserlerinden öğreniyoruz.
Zira Bediüzzaman, şefkat dininin, günümüzdeki şefkatli bir temsilcisi…
Bir sonraki yazımızda “küfüv” kavramını açmaya çalışacağız.
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Yusuf’u olmayan kuru yıllar |
|
Son günlerin gözde tartışması ‘mahalle baskısı’nın mucidi Şerif Mardin’in “Kemalizm kuru bir ideolojidir’ sözleri oldu. Aslında bu mesele daha büyük ölçekte tartışılmaya değer bir meseledir. Çalakalem geçiştirmeye gelmez. Özellikle Bush’lu yıllar her açıdan kuru ve kurak geçen yıllar oldu. Ahirzaman hadislerinde ifade edildiği gibi Bush, Fırat altındaki lânetli siyah altını keşfeden kişi oldu. Gerçekte İngilizler keşfetti, ama o da yağmalama kuyruğuna girdi. Ve bunun için mücadeleye ve savaşa giren bütün ülkeler teker teker kaybediyorlar. Bu gibi yıllar Hazreti Yusuf ruhunun çekildiği kuru yıllar gibidir. Bundan dolayı da ‘Bakaratu icafun la Yusuf’e leha’ denmiştir. Kutlu yıllar değil kutsuz, mutsuz ve boş geçirilmiş ve boşa adanmış, harcanmış yıllar ve zamanlar. Yine benzeri bir tabirde ‘riddetün la ebabekre leha’ denmiştir. Yani Ebubekir’i olmayan geri dönüş veya irtidat yılları. Onun kararlılığı ve hazmı olmayan kıblesiz ve istikametsiz yıllar.
Bütün âlemin şahadetiyle böyle olmuştur. Sözgelimi, sihirbazların sihirbazı veya para sihirbazı George Soros bile böyle bir dönemin gelip çattığını ve fakirleşmenin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. O da kendisi gibi spekülatörlerden şikâyet ediyor. Arapça bir deyimde ifade edildiği gibi ‘inkelebassihri ale’l sahir’ vaziyeti yani sihir sahibine döndü. Soros, İngiltere ve ABD’nin küllî bir resesyona girinceye kadar petrol fiyatlarının tırmanmaya devam edeceğini öngörüyor. Bu da yine bizi Fırat’ın kurumasının sonucu altından çıkacak altın konusunda milletlerin boğuşmasına ve boğuşan milletlerin de kaybetmesine götürüyor. Hadis-i şerifin anlamı ayan beyan ortaya çıkmış oluyor. İşte bu yıllar Bush’un ve neocon ekibinin kuruttuğu yıllar olmuştur. Ye’cüc ve Me’cüc’ün önüne gelen suyu içmesi ve bitirmesi gibi onlar da iştahla Ortadoğu’nun petrolüne veya han-ı yağmasına saldırmışlardır.
***
Belki de bu bereketsizliğin dibinde Bush ve seleflerinin ellerinin delik olması yatmaktadır. Hırsla ve ihtirasla saldırdıklarından dolayı Yecüc ve Mecüc gibi önlerine geleni kurutmuşlardır. Çok enteresandır, Chirac bir itirafta bulunmuş ve Bush’un, Irak işgali öncesinde Paris’e gelerek kendisinden harekete geçen Ye’cüc ve Me’cüc konusunda yardım etmesini istediğini faş etmişti. Hatta Chirac, Ye’cüc ve Me’cüc’ü ilk defa duyduğu için bunu dinî danışmanlarından istifsar etmişti. Zaten öyledir, en fazla Mehdi’ye karşı çıkanlar, en çok yolunu gözleyenler arasından çıkar. Yine Bush gibi en fazla mesih-i deccal’dan bahsedenler ona giderler, asker olurlar. Tarihte olduğu gibi, Mesih’i Yahudiler bekliyorlardı, ama geldiğinde en fazla onlar karşı çıkmışlardı. Evet, Bush’la birlikte menhus yıllar alabiliğince yayılmıştır. Hazreti Yusuf döneminde 7 yıl olan bu menhus yıllar Bush döneminde sekiz yıl olmuştur.
***
Bu menhus yılların tanık ve şahitlerinden birisi kendini Kemalist olarak tanıtan Bush’un bendesi ve gözdesi Müşerref’tir. ‘Aydınlanmış İslâm’ yorumunun mürevviçlerinden olan Müşerref de neredeyse Bush’a müvazi ve hatta ondan biraz daha fazla bir müddetten beri iktidar koltuğunda oturuyor. O da ülkesinin kaybedilmiş yıllarına imza atmıştır. Müşerref’in bereketsiz yılları Bush’un bereketsiz yıllarına ilâve olmuş ve eklenmiştir. Bunu en iyi tesbit edenlerden birisi Pakistan atom bombasının babası olarak da bilinen Abdulkadir Han olmuştur. Hindistan atom bombasının babası olan Abdulkelâm Hindistan tarafından taltif edilmiş ve Müslüman olmasına rağmen bu hizmetinin karşılığı olarak cumhurbaşkanlığı ile onurlandırılmıştır. Müşerref ise onun naziri olan Abdulkadir Han’ı göz hapsine aldırmış ve zaman zaman Batılıların sorgulamasına muhatap olacak hale getirmiştir. Amiyane tabirle anasından emdiği sütü burnundan getirmiştir.
Müşerref hakkında tarihin hükmü de ülkesini kuru yıllara mahkûm etmesidir. Hizmetinin mahiyeti ne olursa olsun Han ülkesinin stratejik çıkarlarına hizmet ettiği için cezalandırılmıştır. Abdulkadir Han’ın Müşerref’li yıllarla ilgili hükmü şudur:
“The last 10 years, the country has gone to the dogs,” Khan said. “People are hungry. You see the (rising) prices and all.” (A.Q. Khan criticises Musharraf, says Pakistan has ‘gone to the dogs’ APPublished: May 29, 2008, 19:22). Yani: Müşerref’li yıllar kaybedilmiş yıllardır, hepten boşa gitmiş ve geçmiştir. Halk fakirleştikçe fakirleşmiştir. Gerçekten de Müşerref ülke bütünlüğüne ve stratejik hedeflerine büyük zararlar verdiği gibi halkı da aç biilâç bırakmıştır. Ona müsaade eden ve koruyan kollayan da Bush olmuştur. Sebebi terörle mücadele kampanyasında ortaklarından olmasıdır. Türkiye’ye PKK’yla görüşün tavsiyesinde bulunan Amerikan makamları mesele Pakistan olunca oranın Taliban’ı denilen grupların devletle görüşmesine zinhar karşı çıkmaktadır. Pakistan devletinin tasarruf haklarını elinden almaktadır. Nasıl Müşerref’e bu gaye doğrultusunda sahip çıkıyorsa aynı sebeple de Kenya Lideri Mwai Kibaki’ye de bundan dolayı sahip çıkmaktadır.
İşte dünyanın iklimini de bereketini de kurutan bu nasipsiz ekiptir. Bunlar vaktin firavunlarıdır. Bereket ise Yusuf’ ve Yusuflu yılların mahsülüdür.
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Huzur istiyoruz, huzur! |
|
TOBB 63. Genel Kurulu’nu yapıyor. İki yıl önce Başbakan Tayyip Erdoğan, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun girişimi ile el ele tutuşarak salonu selâmlamış ve bu örnek davranış “son yılların en önemli fotoğrafı” olarak yansımıştı.
28 Mayıs 2006 yılındaki yazımızda bu manzarayı, “buzları eriten görüntü” ve “Türkiye’nin özlediği tablo” olarak ifade etmiştik. O zaman da cumhurbaşkanlığı ve erken seçim tartışmaları siyaseti germişti. Bu gerginlikler içerisindeki bu görüntü alkış ve tebrik almıştı.
Ancak dünkü Genel Kurul’da aynı görüntü yaşanmadı. Bırakın el ele tutuşmayı, genel kurulun açılışında Erdoğan’dan başka parti genel başkanı yoktu. Artık parti başkanları ortak zeminlerde dahi buluşmamaya özen gösteriyorlar. Bazı bakanlar ve sendika başkanları dışında diğer partilerden temsilci dahi yoktu. Bunun sebebi ise artık siyasetin iyice keskinleşmesi. AKP ile CHP arasında yaşanan “dinleme” olayı iktidar ile anamuhalefet arasında çatışmayı had safhaya ulaştırdı.
İçerdeki bu renksizliği Genel Kurul’un yapıldığı TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi bahçesindeki görüntüler bozuyordu. İllerin ticaret odaları bölgelerindeki yöresel yemeklerini tanıtırken, misafirlere ikram ettiler. Sucuğundan leblebiye, dondurmadan çiğköfteye, künefeden lokumuna kadar her türlü yiyecek misafirlere ikram edilirken, üniversitenin bahçesi panayır yerini hatırlatıyordu. Ancak, bu ikramlar misafirlerin konuşmaları izlemeleri için konuşmalar sırasında durduruluyordu.
* * *
Erdoğan, başbakan olduktan sonra hiç kaçırmadığı TOBB Genel Kuruluna katıldı ve sivil toplum, demokrasi ve ekonomi ağırlıklı bir konuşma yaptı. Demokrasiyi zayıflatan girişimlerin yanında olanların var olduğunu, millet iradesinin hukukî bir tanımının olmadığını savunanlar dahi olduğunu söyledi. “Haksızlık karşısında susanlar o haksızlığa ortak olmuştur” değerlendirmesinde bulundu. Konuşmasını bitirdikten sonrada partisinin Kızılcahamam’daki toplantısına yetişmek amacıyla erken ayrıldı.
Genel Kurul’da konuşan Hisarcıklıoğlu salondaki görüntüden etkilenerek mi yoksa önceden kimin toplantıya geleceğini bildiği için midir bilemiyorum, siyasetteki bu kırılma ile ilgili sert bir konuşma yaptı. Siyasetçileri uyardı. “Artık ülke olarak gerilimden uzak bir ortam ve huzur istiyoruz... Biz huzurun, demokrasinin, kalkınmanın tarafındayız… Bizim işimiz çözüm yolu gösterip siyasetçilere çözüm üretmektir… 90’lı yıllarda istikrarsızlığın zararını çok ödedik. Bu millet siyasetçinin kavgasını izlemek değil, kendi mücadelesini yaşamak istemektedir” dedi.
Erdoğan’ın ayrılmasının hemen ardından konuşan Hisarcıklıoğlu, hükümetin ekonomi politikalarını eleştirdi. Hükümetin önceliğinin ekonomik istikrarı korumak olması gerektiğini, istikrar hissi zayıflarsa yatırım ve tüketimin olmayacağını söyledi. Malî disiplinin 2007’de bozulduğunu bunun bu yıl düzeltilmesi gerektiğini söyledi. Yüksek enflasyonla ancak geçici büyümenin sağlanabileceğinin altını çizdi. İşsizliğe yönelik eğitim programlarının başlatılmasını istedi. “Yüzde 4’lük vasat büyüme hızıyla bir şey yapamayız” ikazında bulundu.
* * *
Bu konuşmaların ardından dışarıda görüştüğümüz iş adamları Ankara’dan görülmese de Anadolu’da bir ekonomik krizin hissedildiğini söylediler. Zincirleme iflâsların başlamasından yakındılar. Gördük ki, çoğu işadamı şu konuda birleşiyor. “Biz sıkıntı içindeyken, Ankara’dakiler başka konularla uğraşıyorlar. Artık kavgalarını bırakıp bizim sorunlarımıza çare bulsunlar…”
TOBB Genel Kurulu’na katılanlar 2006 yılında liderlerin el ele tutuşarak oluşturduğu birlik mesajının eksikliğini hissettiler.
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Rahat bıraksanız ‘en iyi’ olabilirsiniz! |
|
Geçmişte (ve muhtemelen gelecekte de) Türkiye’den bahsederken “İslâm ülkesi” denildiğinde en yüksek perdeden itiraz seslerinin yükseldiğini hatırlıyoruz. Onlara göre Türkiye’den bahsederken “İslâm ülkesi” demek olmaz. Hem itiraz ederler, hem de “Peki, ne denilsin?” sorusuna makul bir cevap veremezler.
Türkiye’de yaşayan nüfusun büyük çoğunluğu (kimi yüzde 90, kimi yüzde 99 nisbetiyle ifade ediyor) Müslüman. Böyle olunca, ‘İslâm’ı tarif dışında bırakarak Türkiye’yi anlamak ve anlatmak mümkün olmuyor. Sıkıntı da bu noktada kendisini hissettiriyor.
Türkiye’de yaşayan nüfusun büyük çoğunluğun Müslüman olması ve bunların inancının gereğini yerine getirmek istemesi bazı tartışmaları da beraberinde getiriyor. Millet, ‘İnancımı yerine getirirken bazı sıkıntılar yaşıyorum, bunları halledin’ dedikçe; idareciler aksini iddia edip karşı ‘bilgi’ler veriyorlar. Onlara göre, Türkiye’de 80 bin cami var. Üstelik bu camilerde 5 vakit ezan okunuyor. Üstüne üstlük TV’lerde mevlid de okutuluyor. Eee, geriye ne kaldı? Bunlar varken, başka ‘istek’lerde bulunmaya kimin hakkı var?
Bazılarının anlamak istemediği nokta şu: Gerek Türkiye ve gerek dünya, ‘eski’ Türkiye ve eski dünya değil. Neyin ne olduğu artık daha net olarak görülüyor. Türkiye’de kaç cami olduğu, imamların maaşını ve okudukları ‘hutbe’leri kimin verdiği, işlerin nasıl yürütüldüğü elbette biliniyor. Ama aynı zamanda, İslâm dininin emir ve yasaklarının ne olduğu ya da ne kadar olduğu da biliniyor. Bu emir ve yasakların bir kısmını kabul edip, bir kısmını görmezden gelmek ile bir yere varılamayacağı da yine milyonlarca vatandaşımız tarafından çok iyi biliniyor.
Dolayısı ile herhangi bir idareci ya da bir ‘ilahiyatçı’nın dile getirdiği herhangi bir görüşle; milletin ‘bildiklerini’ unutması, göz ardı etmesi mümkün değildir. Çünkü din, İslâm ve Müslümanlık hakkında ‘bilinmesi gerekenler’i sadece üç beş yönetici ile üç beş ilahiyat profesörü bilmiyor. Dolayısı ile milleti ‘eksik bilgi’lerle bir yerlere götürmek mümkün değildir.
Yalnız, ‘idareci’ler “Türkiye’nin İslâm ülkeleri arasında Müslümanlığı en iyi yaşayan ülkelerden biri olduğu” noktasında haklı olabilirler. Böyle olmakla birlikte, bunun da sebebini iyi araştırmak lâzım. Acaba, Türkiye niçin ‘en iyi Müslüman ülke’ ya da ‘en iyiler arasında’dır? Bu ‘birincilik’ bu güne kadar Türkiye’yi ‘millete rağmen’ yönetmeye çalışan ‘tek parti zihniyeti’nin ürünü müdür? Yoksa, millete dayatılmak istenen hayat biçiminin benimsenmemesi ve “doğru İslâm”ı öğreten İslâm âlimlerinin gayretleri sebebiyle midir?
Bir nokta daha var: “İslâmın vecibeleri en iyi yerine getirilen ülke Türkiye’dir” diyenlere karşı; “Hayır, sıkıntılarımız var” diyenlerin yapması gereken bir iş var. Vakit kaybetmeden bir heyet oluşturup, yaşanan bu sıkıntıları ‘belgeler’iyle birlikte ortaya koymak! “En iyi İslâm ülkesi Türkiye’dir, bir sıkıntısı olan var mı?” çağrısını buna vesile yapmak gerekir. Gerçekten de yıllardan beri devam eden bu tartışmaya, dosyalı ve belgeli bir ‘cevap’ niçin verilmez? İlahiyatçılarımız ve bu konuda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşları ve ‘aydın’larımız ne bekliyor?
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: ‘Sağ’dan ‘sol’dan engeller çıkarılmazsa, Türkiye gerçekten ‘Müslümanlığı en iyi yaşayan ülke’lerden biri olabilir.
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Risale-i Nur kâfidir |
|
Üstad Bediüzzaman, Kastamonu mektuplarından birinde, Risale-i Nur’un İslâmî hakikatlere dair ihtiyaçlara kâfi geldiğini ve başka eserlere ihtiyaç bırakmadığını ifade ederken kendisiyle ilgili şu örneği veriyor:
“Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütalâa ile (çok okuyup) bazan bir günde bir cilt kitabı anlayarak mütalâa ederken, yirmi seneye yakındır ki, Kur’ân ve Kur’ân’dan gelen Risale-i Nur bana kâfi geliyorlardı. Bir tek kitaba muhtaç olmadım; başka kitapları yanımda bulundurmadım. (...) Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir.”
Devamında da şöyle diyor Üstad:
“Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.” (s. 52)
Bilenler bilir; Nur camiası içinde bir zamanlar bu konu hayli yoğun şekilde tartışılmış; Üstadın bu sözlerinden yola çıkıp “Risale-i Nur’dan başka kitap okunmaz” diyenler olmuştu. Ama zaman içinde bu dar ve katı yorum terk edildi.
Çünkü bizzat Risale-i Nur’daki metinlerde, gerek klasik İslâm tefekkür ve kültürünün temel eserlerine, gerekse son dönemde kaleme alınmış bazı önemli kitaplara atıflar yapılıyor ve külliyat okurları o yayınlara yönlendiriliyordu.
Öte yandan, meselâ dini yaşama pratiğinin el kitabı niteliğindeki ilmihal illâ ki okunacaktı.
Keza, meslek ve ihtisas erbabının kendi alanlarıyla ilgili yayınları izlemeleri de kaçınılmazdı.
Nitekim Üstad yanına gelen lise öğrencilerine, Allah’ı, mekteplerinde okudukları fenlerle tanımaya çalışmaları tavsiyesinde bulunmuştu.
Aynı şekilde, Risale-i Nur’u şerh ve izah için kaleme alınan ve sayıları giderek çoğalan eserlerin okunması da, külliyattaki bahislerin daha iyi anlaşılması açısından bir ihtiyaç ve gereklilik.
Tabiî, bütün bunlar nihayette yine şu neticeyi veriyor: Kur’ân’ın bu çağa dersi olarak yazılan Risale-i Nur, bu zamanın insanına lâzım olan ne varsa hepsini özlü hülâsalar olarak ihtiva ediyor.
Dolayısıyla, hariçteki bütün tetkikatın verdiği birikimle Risale-i Nur’a tekrar bakıldığında, İslâmı doğru anlayıp doğru yaşamanın rehberi olarak külliyatın kâfi olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Tam da bu noktada, “Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalâasından intibaha gelen bir doktora yazılan mektup”taki tavsiyeler, hepimiz için son derece önemli ve dikkat çekici.
Orada “Ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur” gerçeği hatırlatıldıktan sonra şu enteresan sual tevcih ediliyor: “Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, mâlûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi câmid (cansız, donuk) şeyleri bulursun?”
Ve devamında şu ifadelere yer veriliyor:
“İşte o fennî mâlûmatı, o felsefî maarifi faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, o odunlara bir ateş verip nurlandırsın; lüzumsuz maarif-i fenniye, kıymettar maarif-i İlâhiye hükmüne geçsin.” (Tarihçe-i Hayat, s. 188)
İşte Risale-i Nur, baştan sona, kâinat kitabındaki fennî bilgileri ve insanlığın toplumsal hayatındaki içtimaî kanunları, Allah’ı tanıma vesilesi olarak okumanın anahtarını sunan bir tefsir.
Uçsuz bucaksız semavatın derinliklerinden kuzey yarımküresinde şu sıralarda yine baharın göz kamaştıran güzelliklerinin sergilendiği yeryüzü sayfalarına ve sonsuz hikmet ve rahmet sırlarının tecellîleriyle akıp giden sosyal hadiselere kadar her yerde Allah’ın âyetlerini okuyabilmeyi mümkün kılacak tahkikî bir iman, ideal anlamda bu eserleri okuyarak kazanılabiliyor.
Bir başka deyişle, Yirmi Üçüncü Söz’de “ilimlerin şahı ve padişahı” olarak nitelenen iman ilmini elde etmenin kestirme yolu Risale-i Nur’da.
Onun için Risale-i Nur’u bulan bir insanın, kendisine başka kaynaklar aramasına gerek yok.
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Kutlu Doğumun kudsî yankıları |
|
Kutlu Doğum’un kudsî havasının sadece ülkemizi değil, bütün dünyayı, hatta biz bilsek de bilmesek de bütün âlemleri kuşattığı bir dönemde Avusturya’da aralarında AKEV’imizin de bulunduğu İslâmî derneklerin ortak organizesiyle bölgemizde gerçekleştirilen programın ana çerçevesine geçen yazımızda temas etmiştik. Bu yazımızda hatibimiz Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Muhammed Şevki Aydın’ın hitabının ana çizgilerini yakaladığım kadarıyla aktaracağım:
* Diyanet Teşkilâtı olarak biz, hizmet politikamızda ayrıştırıcı ve itici olmayız. Farklılıklarımız zenginliğimizdir.
* Kutlu Doğum programlarında maksadımız, Efendimizi (asm) sadece anıp geçmek değildir. Onu tanımak içindir. Biz onu tanımadan İslâmı ve Kur’ânı anlayamayız. Çünkü o, Hz. Ayşe’nin tabiriyle “yaşayan Kur’ân”dır.
* Biz Kur’ân’ı anlamazsak bu hayatın tadına varamayız.
* ”Acaba ben nasıl bir âhiret hayatına sahip olacağım?” sorusu seni çok düşündürüyorsa, cevabı gayet açıktır:
“Nasıl bir dünya hayatına sahipsem.. ’’
* Kur’ân emrediyor: "Eşlerinizle iyi geçinin, onlara iyi muamelede bulunun.” Bu emre itaat noktasında en kusursuz örneğimiz ve rehberimiz Resulullah’tır (asm). Onu örnek alabilmemiz için, onu tanımamız lâzım. Kur’ân, onu taklit etmemizi istemiyor, örnek almamızı istiyor. Onu tanımak için o asra gidip inceleyelim. Kısa zamanda yaptığı icraata, muvaffak olduğu mukaddes inkılâba bakıp ibret alalım. Onun Sünnet-i Seniyyesini alıp çağımıza getireceğiz, başka kalıplar içinde.. Öz kalacak, kalıp değişebilir. Kur’ân tesettürü emrediyor.Yıllardır, öz korunarak, değişik formatlarda devam ediyor.
* Bazılarının kafasında örnek alınması imkânsız olan “efsanevî” bir peygamber var. Halbuki Kur’ân’ın Resulullah’a olan hitabı açık ve nettir. “De ki: Ben sizin gibi bir beşerim.” İşte ben de örnek olsun diye, onun davranışlarını anlatıyorum. O nasıl bir babaydı? O nasıl bir eşti? O nasıl bir komutandı? Kısacası her alanda o nasıl bir rehberdi? Bu yıl “Barış içinde birlikte yaşamak” konusu hafta boyunca işlendi. İşte Medine hayatı. Müslümanlar var.. Yahudiler var. Hıristiyanlar var. Ve barış içinde yaşamanın esaslarını ortaya koyan Medine Vesikası var..
* Resulullah’ın riyasetinde mü'minler muzaffer olarak Mekke’ye girdiklerinde, Efendimiz, Mekkelilere “Hepiniz hürsünüz” dedi..
* Cenâb-ı Hak, “İsteseydim, sizi tek ümmet yapardım” buyuruyor.
* ”Laikrahe fiddin / Dinde zorlama yoktur.”
* ”Gattebeyyenerrüşd / Hakikat bütün berraklığıyla ortaya çıkmış.”
* İslâmın hakim olduğu yerlerde diğer inanç sahipleri, inançlarının gereğini serbestçe yerine getirmişler. Müslümanlar onlara yardımcı olmuş. Avrupalılar yeni yeni çok “din”li toplumsal hayata alışıyorlar.. Biz ise, asırlarca birlikte yaşamışız, tecrübe sahibi olmuşuz. Biz kendimizden ve itikadımızdan eminiz. Âyet-i Kerimede, (Aleyküm enfüseküm lâ yedurruküm men dalle izehtedeytüm) “Siz kendi nefsinize dikkat edin, kendinize bakın! Siz hidayet üzere olursanız, sapık olan insanlar size zarar veremezler” buyruluyor.
* Peygamber Efendimiz, “Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu insandır” buyuruyor.
* Geliniz, Kur’ân yeniden nazil oluyormuş gibi, Peygamber Efendimiz aramızdaymış gibi, kendimize çeki düzen verelim.
* Sahabeler birer birer dünyaya dağıldılar, halleriyle örnek oldular, insanları cezbettiler.
*Resulullah’ı (asm) ve Sahabelerini tanımak hususunda Allah yardımcımız olsun.
01.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|