Aydın Menderes, Yeni Asya’ya yaptığı 27 Mayıs değerlendirmesinde, o darbeden bu yana geçen 48 yıllık sürenin tamamını bir “ara rejim dönemi” olarak nitelemişti.
Bu zaman zarfında yaşanan gelişmeler ve gelinen son nokta, “Hiç de haksız değil” dedirtiyor.
27 Mayıs’ın açtığı darbe yolu hâlâ kapanmış değil. Tek fark, müdahalelerin artık yöntem ve kılık değiştirerek yapılması. Ve eskiden askerin gördüğü işi, son dönemde yargının devralması.
Geçen seneki 367 darbesi, askerin 27 Nisan muhtırasından sonra gelmişti. Bu defa ise öncelik yargıya geçti ve asker biraz geri planda kaldı.
Ama Anayasa Mahkemesinin 5 Haziran’da açıkladığı “türban” kararına vurgulu mesajlarla verilen ilk desteğin askerden geldiği de bir vâkıa.
DP döneminin 27 Mayıs’la devrilen Cumhurbaşkanı Bayar, günlüğünde, 1961 Anayasası ile getirilen Anayasa Mahkemesi için “Yassıada Divanının devamından başka birşey değil” demiş.
Aynı mahkemenin 21. yüzyıl Türkiye’sinde hâlâ “devrim mahkemesi” gibi çalışıyor olması, Bayar’ın tesbitini açık bir şekilde teyid ediyor.
Ve 27 Mayıs’ı övüp Menderes’le iki arkadaşının idamını toplumun coşkuyla karşıladığını iddia eden Danıştay Başsavcısının hezeyanlarının yüksek yargıda niçin “ikrar” anlamına gelecek derin bir suskunlukla karşılandığını da açıklıyor.
Dolayısıyla, 27 Mayıs’la girdiğimiz ara rejimden hâlâ çıkamadığımız tesbiti haklı ve isabetli .
12 Mart muhtırası, 12 Eylül darbesi, 28 Şubat süreci, 27 Nisan ve 5 Haziran müdahaleleri, hep bu ara rejim döneminin, biri diğerini doğruran farklı aşamaları. Ve hepsinin temel dayanağı, 27 Mayıs anayasası ile tesis edilen devlet düzeni.
Anayasa Mahkemesinin resmî internet sitesinde de açıkça vurgulandığı gibi, işin kökünde, millet iradesine ve onun ortaya çıkaracağı Meclislerle hükümetlere duyulan güvensizliğin eseri olarak, millet hakimiyetini kullanmak üzere zoraki ortakların ihdas edilmesi vâkıası yatıyor.
12 Eylül güya 27 Mayıs Anayasasını yürürlükten kaldırdı; ama bu anayasanın “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” deyip, ardından bu hakimiyetin, darbecilerin re’sen yetkili kıldığı “organlar eliyle” kullanılmasını dayatarak millî iradeye ortak koşan düzenlemesini aynen korudu.
Ve bu çerçevede, söz gelişi, son günlerde yeniden ihdas edilmesi tartışılan Senatoyu kaldırdı, ama Anayasa Mahkemesine hiç dokunmadı.
Sonuçta, güya kuvvetler ayrılığı prensibine bina edilen, ama fiiliyatta, bazı devlet kurumlarına söz geçirmesine imkân vermediği—seçilmişlerden oluşan—yasama ve yürütme organlarını yargı cenderesinde tutan sistem hâlâ yürürlükte.
Son gelişmeler, bu gerçeği bir kez daha bütün açıklığı ile gözler önüne serdi. Üzerindeki asker gölgesinden hâlâ kurtulamamış olan demokrasimiz, şimdi de yargı oligarşisi ile karşı karşıya.
Ancak şu var: Bilhassa AB sürecinde kısmen dahi olsa alınan mesafenin katkısıyla, bundan önceki oldu-bittiler karşısında sessiz ve etkisiz kalan toplum, bu defa daha dinamik ve duyarlı.
Şimdiye kadarki müdahale ve dayatmalarda hep ön planda gözüken askerin artık geri durma gereği duyması bunun neticesi. Ve sanırız, bundan sonraki süreçte yargı da kaçınılmaz bir şekilde aynı noktaya varacak. Çünkü yol açtığı tartışmalarla yıprandığını o da görüyor, anlıyor.
Burada ihtiyaç duyulan şey, sivil toplumdaki demokratik duyarlılık ve bilinçlenmeye paralel bir siyasî dinamizm ve kararlılık. Ülkeyi 48 senedir içinde bulunduğu ara rejimden çıkarmak için gerekli temel reformları, içerik, kapsam, hedef, yöntem ve zamanlama açılarından çok iyi belirlenmiş akılcı stratejilerle yürürlüğe koyabilecek; attığı adımın arkasında durabilecek ve mutlaka sonuç alacak dirayete sahip bir siyaset.
Artık anlaşılmış olmalı ki, ülkenin ihtiyacı olan reformları taktik hatalarına, zikzaklara, içi boş ve arkası zayıf olduğu için arkası gelmeyen cılız çıkışlara kurban etmeye kimsenin hiç hakkı yok.
14.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|