Son zamanlarda yerden mantar bitercesine görünmeye başlayan psikolojik danışmanlıklar, rehabilite merkezleri, başarıya motive klinikleri, başta ergenlik olmak üzere her türlü gençlik ve çocuk sorunları bürolarıyla aile içi iletişime yardımcı yerlerin çokluğu bazılarımızı sevindirecektir. Yukarıda isimlerini saydığımız psikolojik birimlerde bazılarında çalışan elemanların bilgi, metod, deney ve tecrübelerini nazara almasaydım, ben de sevinebilirdim. Ne de olsa insanın ruhî ve manevî problemleriyle uğraşıyorlar. Fakat kazın ayağı hiç de öyle değil.
Söz konusu birimlerde insanımıza psikolojik destekte bulunmak isteyen bazı saha uzmanlarının okuduğu dersleri, müracaat kaynaklarını ve modelleme yapmaya çalıştıkları, aktüel ve tarihî kişileri incelediğimizde, karşımıza semavî dinlerle problemli “Batı felsefesine mensup feylesofların” çıktığını görüyoruz. Yani, fıtratı bilmeyen, örnek şahsiyetleri tanımayan, Yaratıcının insanla ilgili reçetesini okumamış, fenlere materyal düşüncelerle yöneldiği gibi, insanı da materyal olarak ele alan Avrupalı feylesofların eserleriyle yetişen “psikoloji uzmanlarının” insanımıza ne kadar faydalı olup olmadıklarını, yerinde ve neticeleriyle incelemek gerekiyor.
Hayatımızın kısm-ı azamı Avrupa’da geçtiğinden, Türkiye´deki değişimin bazı karelerini maalesef kaçırıyoruz. Geleneksel ailemiz içinde eriyip kaybolan problemlerin, günümüzde “buzdağı” şekline girip insanımızı tedirgin ettiğini, nesiller arası tatlı nizaların isyana dönüştüğünü, nesilleri birbirine bağlayan hürmet ve sevgi köprülerinin ciddî hasarlar gördüğünü, ebeveyn ile evlâd arasındaki kudsî şefkat ve itaatin tahrip edildiğini, cemiyeti ayakta tutan merhamet, emniyet ve muavenet duygu bağlarında korkunç kopmalar yaşandığını müşahhas örnekleriyle göremiyordum. Bu kaybolan, yaralanan ve zarar gören duyguları “felsefe ile” doldurma veya tamir etme gayretinin ise, fıtrî boşluğun neticesi olduğuna dikkatlice incelediğimizde anlıyoruz.
Laikliğin din yerine ikàmesinden önce, İslâm cemiyetinde Peygamberimizin (asm) ahlâkî prensipleri, Sünnet-i Seniyyesi ve Medine-i Fazıla geleneğiyle giderdiğimiz sıkıntılarımıza rağmen, Batı felsefesine bu gün teveccüh edişimizin sebepleri elbette çoktur. Fakat geçen zamanlar arasında mukayese yapma fırsatı bulduğumuzda, 12 Eylül öncesi ve sonrası Türkiye’sini farklı şekillerde değerlendirme imkânını bulabiliriz. Tarihimizin en münafıkâne ihtilâllerinden biri olan 12 Eylül öncesinde, Müslümanlar kimlikleriyle hayatı yaşıyorlardı. Bildikleri kadarıyla İslâmî mentalitelerini dışa vuruyor; duruşunda, selâmında, evinde, yemek ve içmek adabında ve hatta giydiği elbisesinde kimliğini ibrazdan kaçınmıyorlardı. Meşum ihtilâl evvelâ korkuttu ve sonra bir kaç fiske ile belli dînî cemaatleri zabt u rabt altına aldı. Ardından verdiği rüşvetlerle gönlünü kazanmaya veya en azından susturmaya çalıştı. Sünnet-i Seniyye ve fıtratın karşıtını temsil edenlerle ihtilât içine giren Müslümanların rotalarında değişimler yaşandı. Din karşıtı modernitenin idare ettiği bu değişim ve dönüşüm detaylarını az çok hepimiz bildiğinden, tasvirine ihtiyaç duymuyoruz. Fakat burada önemli bir çizgi kırılması yaşandı: Farkına varmadan Sünnet-i Seniyye´den uzaklaştık. Zaten henüz kültüre dönüştürmediğimiz Peygamber pratiğinden; medya, okul, kültürel kurum, basılı neşriyat ve sinema kullanılarak İslâmiyetle hiç alâkası olmayan bir hayat, gizlice bize dikte edildi. Kur’ân ve sünnetten kopan nazarlar Batı felsefesinin mahsûlü olan “hayat ve kültüre” kilitlenince, kompleks hastalıkları, tereddîler, köklerinden kaçma ve karakterlerde kimyasal değişimler başladı. Bu değişimlerin ruhlarda yaşattığı depremin neticesinde musibetzedeler, din karşıtı çevrelerin desteğiyle hayata sunulan psikolojik merkezlere yöneldi.
Bir başka ifade ile Kur’ân ve sünnetin dünyalarımızdan ayrılışıyla birlikte önce manevî boşluklar oluştu ve ardından da çöküntüler. Peygamberimizi (asm); gaflet, cehalet ve zaruretlerinden dolayı tanıyamamış insanlarımızın, dinsiz felsefeyi okuyarak uzman olan “dert babalarına” müracaatı da gayet normaldi.
Peygamberler coğrafyası olmayan Avrupa’da, bu trajedi yüz seneyi aşkındır yaşanıyordu. İmkânsızlıkları belki de buna cevaz vermişti. Ya bizde? Geleneğe hakim dinin kendi içinde gayet ucuz ve kolaylıkla çözdüğü problemleri, sıradağlar haline gelmiş bu haliyle, elbette ki felsefe çözemeyecek. Peygamberler coğrafyasının dert ve problemlerinin çözümü, elbette ki vahiyde olacaktı. Milyonları kolkola ve dizdize, gayet ümitli ve mutluca yüzyıllardır yaşatan “Sünnet-i Seniyyenin,” mütecâviz dinsizlerin emrindeki münafık ve mülhitlerce coğrafyamızdan çıkarılmaya çalışılması, milletimiz için büyük felâketin başlangıcı sayılır.
Dinî imaj, söz, sembol, giysi, hareket ve bütün görüntülerden rahatsız olan ülkemizdeki gizli komiteler, İslâmiyeti hayattan tamamen silerlerken; Avrupa’da bile kabul görmeyen dinsizlik ve ahlâksızlığın uç noktalarını ülkemizde sergilemek istemeleri buna müşahhas delildir.
İnsanlar dindarlıklarını saklıyorlar. Selâm vermiyorlar. Sakal ve bıyık tıraşlanmakla kalmıyor, çeneye “top sakal” koyuyor. Evler Batılıların dizaynına özenilerek tefriş ediliyor. Bütün bu menfîliklere sebep, elbette ki bizim Kur’ân’a ve Peygambere merdane sahip çıkmayışımızdır. Hastalıklar önce ruhlarda başladı… Materyalist felsefe sahibi psikologların çare olamadıklarını birlikte görüyoruz. Ruhlara yerleşen hastalığın uzuvlarda yüzlerce yeni hastalıklar şeklinde hastahanelere yansıdığını ilim adamları söylüyorlar.
Görülen o ki, Kur’ân ve Sünnetteki bir çizgi kırılması hem dünyamızı karartıyor, hem de ahiretimizi tehlikeye atıyor. Merdâne bir şekilde Kur’ân ve Sünnete dönmekten başka çare var mı?
27.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|