Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nejat EREN

Mânevî baharın fecrini hissetmek



Hayatın baharı...

Gençliğin baharı...

Mesleğin baharı...

Çekilmez çilelerin, dayanılmaz hakaretlere sabretmenin neticesi olan hizmetlerin baharı.

“Atılan nur tohumlarının istikbalde çimlenip meyveye dönmesinin müjdesi!”

İşte o baharın ayak sesleri, çok net ve berrak olarak hissediliyor. Hem Anadolu’da, hem âlem-i İslâm’da, hem âlem-i insanlıkta.

Çamdağı’nda, gecelerin sessizliğinde, vahşetin ünsiyetinde, yıldızların haşmetinde asrın mânevî tabibinin gönül, kalp, ruh, akıl ve his dünyasına nakşedilen, Kur’ân ve sünnetten süzülen kâinatın o müthiş sırlarının hakikatinin tecellileri hissediliyor her yerde. Gelen baharlarla birlikte.

Çamdağı nura müştak gönülleri ağırlıyor her gün aralıksız. Bıkmadan usanmadan.

Barla, kapılarını açmış, her gün, gece gündüz, gelen nurlu misafir kafilelerini gönülden kucaklıyor.

Cennet Bahçesi, bütün güzelliğiyle, vakarı ve haşmetiyle gülerek karşılıyor nura müştak sevdalılarını.

Gençler, hanımlar, çocuklar, talebeler, esnaflar, iş adamları, bürokratlar, aileler kafile kafile şenlendiriyorlar bu mübarek mekânları.

“Ekilen nur tohumları” sümbüllenmiş, meyveler tutmuş. Olgunlaşma merhalelerini yaşıyor.

Barla, Isparta, Sav... “Nur Fabrikası”, “Gül Fabrikası”, “Mübarekler Heyeti”... “Taşıyla, toprağıyla mübarek belde.” Tam bir maddî ve manevî bahar havasını yaşıyor, yaşatıyor bağrında barındırdıklarına ve ziyaretçilerine.

Adeta bütün Anadolu mânevî hizmet seferberliğinde birleşmiş. Bilhassa gençler, ilköğretim çağında olanlar, orta öğretime devam edenler, üniversite tahsili yapanlar, hepsi Nurlarla haşir neşir olmak için yollardalar. Isparta’da özellikle Barla’da yoğun bir mesaideler. Buranın mübarekliği, temiz havası, manevî atmosferi Nur Hakikatlerinin gözlüğüyle dünyaya bakmak iştiyak ve arzusu insanları buraya celp ediyor.

Bütün gruplar, kafileler okuyorlar, tefekkür ediyorlar, yorumluyorlar, müzakere ediyorlar ve Nurun telif edildiği o müstesna mekânları gezip, ziyaret edip hatıra tazeliyorlar. Dinçleşiyor, gençleşiyor, aşk ve şevke gelip enerji depoluyorlar.

Barla, Sav, Isparta Kabristanlarında yatan “saff-ı evvellerin” o olağanüstü şartlarda yaptıkları hizmetleri yâd ediliyor ve o istikametli yolda devam etmenin sadakati tazeleniyor.

Geçen haftamız Barla, Afyon civarında geçti. Barla’da genç kardeşlerimizle okuyup tefekkür etmeye çalıştık. Risâle-i Nurların “satır aralarındaki” ince sırları terennüm edip istifade etmenin yollarını paylaşma gayretimizi paylaşmaya çalıştık. Mâneviyâtımızı kuvvetlendirmenin yollarını ve araştırma gayretlerine devam etmenin önemini vurguladık. Bu asrın dehşetini ve bu karanlıklı, ufûnetli, dalâletli atmosferden kurtulma çarelerini yerinden okuyarak çözüm üretme metotlarını kavramaya gayret ettik.

Afyonlularla hafta sonu maddî manevî bir güzel sofrayı birlikte paylaştık. Baharın bütün haşmetini üzerinde barındıran Sultandağı ilçesinin dağlarındaki maddî baharın güzelliğini, manevî bahara, mevcut şartlar ve imkânlarımızla nasıl çevirebileceğimizi, insanımızın ve insanlığın önüne nasıl koyabileceğimizi birlikte istişare ettik. Çözüm yolları arama gayretlerimizi tazeledik.

Konya’dan Afyon’a “okumaya” gelen gayretli, enerjik, istidatlı genç liseli ve üniversitelilerle kaynaşıp planlı ve programlı okumanın yollarını ve faydalarını müzakere etmeye gayret ettik.

Asrın manevî tabibinin yazdığı reçeteleri kullanarak ancak maddî ve manevî baharların yaşanıp yaşatılabileceğinin yeniden tesbitini yapmaya çalıştık. Bunun için de ilk önce kendi gönüllerimizde bunu yaşayıp, idrak edip, daha sonra da muhatabı olacağımız bütün vatandaşlarımız ve hemcinsimiz olan insanlıkla bunları paylaşmanın gayret ve himmeti içinde olma fikrini tezekkür etmeye çalıştık.

Anadolu’nun manevî baharının ancak “Risâle-i Nur Patentli” reçeteyle gerçekleşebileceğinin tesbitiyle, gelen baharın hakkını vererek doya doya bu baharı yaşamayı Rabbimizden niyaz ettik.

27.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Sünnet-i Seniyye ile psikoloji danışmanlığı arasında…



Son zamanlarda yerden mantar bitercesine görünmeye başlayan psikolojik danışmanlıklar, rehabilite merkezleri, başarıya motive klinikleri, başta ergenlik olmak üzere her türlü gençlik ve çocuk sorunları bürolarıyla aile içi iletişime yardımcı yerlerin çokluğu bazılarımızı sevindirecektir. Yukarıda isimlerini saydığımız psikolojik birimlerde bazılarında çalışan elemanların bilgi, metod, deney ve tecrübelerini nazara almasaydım, ben de sevinebilirdim. Ne de olsa insanın ruhî ve manevî problemleriyle uğraşıyorlar. Fakat kazın ayağı hiç de öyle değil.

Söz konusu birimlerde insanımıza psikolojik destekte bulunmak isteyen bazı saha uzmanlarının okuduğu dersleri, müracaat kaynaklarını ve modelleme yapmaya çalıştıkları, aktüel ve tarihî kişileri incelediğimizde, karşımıza semavî dinlerle problemli “Batı felsefesine mensup feylesofların” çıktığını görüyoruz. Yani, fıtratı bilmeyen, örnek şahsiyetleri tanımayan, Yaratıcının insanla ilgili reçetesini okumamış, fenlere materyal düşüncelerle yöneldiği gibi, insanı da materyal olarak ele alan Avrupalı feylesofların eserleriyle yetişen “psikoloji uzmanlarının” insanımıza ne kadar faydalı olup olmadıklarını, yerinde ve neticeleriyle incelemek gerekiyor.

Hayatımızın kısm-ı azamı Avrupa’da geçtiğinden, Türkiye´deki değişimin bazı karelerini maalesef kaçırıyoruz. Geleneksel ailemiz içinde eriyip kaybolan problemlerin, günümüzde “buzdağı” şekline girip insanımızı tedirgin ettiğini, nesiller arası tatlı nizaların isyana dönüştüğünü, nesilleri birbirine bağlayan hürmet ve sevgi köprülerinin ciddî hasarlar gördüğünü, ebeveyn ile evlâd arasındaki kudsî şefkat ve itaatin tahrip edildiğini, cemiyeti ayakta tutan merhamet, emniyet ve muavenet duygu bağlarında korkunç kopmalar yaşandığını müşahhas örnekleriyle göremiyordum. Bu kaybolan, yaralanan ve zarar gören duyguları “felsefe ile” doldurma veya tamir etme gayretinin ise, fıtrî boşluğun neticesi olduğuna dikkatlice incelediğimizde anlıyoruz.

Laikliğin din yerine ikàmesinden önce, İslâm cemiyetinde Peygamberimizin (asm) ahlâkî prensipleri, Sünnet-i Seniyyesi ve Medine-i Fazıla geleneğiyle giderdiğimiz sıkıntılarımıza rağmen, Batı felsefesine bu gün teveccüh edişimizin sebepleri elbette çoktur. Fakat geçen zamanlar arasında mukayese yapma fırsatı bulduğumuzda, 12 Eylül öncesi ve sonrası Türkiye’sini farklı şekillerde değerlendirme imkânını bulabiliriz. Tarihimizin en münafıkâne ihtilâllerinden biri olan 12 Eylül öncesinde, Müslümanlar kimlikleriyle hayatı yaşıyorlardı. Bildikleri kadarıyla İslâmî mentalitelerini dışa vuruyor; duruşunda, selâmında, evinde, yemek ve içmek adabında ve hatta giydiği elbisesinde kimliğini ibrazdan kaçınmıyorlardı. Meşum ihtilâl evvelâ korkuttu ve sonra bir kaç fiske ile belli dînî cemaatleri zabt u rabt altına aldı. Ardından verdiği rüşvetlerle gönlünü kazanmaya veya en azından susturmaya çalıştı. Sünnet-i Seniyye ve fıtratın karşıtını temsil edenlerle ihtilât içine giren Müslümanların rotalarında değişimler yaşandı. Din karşıtı modernitenin idare ettiği bu değişim ve dönüşüm detaylarını az çok hepimiz bildiğinden, tasvirine ihtiyaç duymuyoruz. Fakat burada önemli bir çizgi kırılması yaşandı: Farkına varmadan Sünnet-i Seniyye´den uzaklaştık. Zaten henüz kültüre dönüştürmediğimiz Peygamber pratiğinden; medya, okul, kültürel kurum, basılı neşriyat ve sinema kullanılarak İslâmiyetle hiç alâkası olmayan bir hayat, gizlice bize dikte edildi. Kur’ân ve sünnetten kopan nazarlar Batı felsefesinin mahsûlü olan “hayat ve kültüre” kilitlenince, kompleks hastalıkları, tereddîler, köklerinden kaçma ve karakterlerde kimyasal değişimler başladı. Bu değişimlerin ruhlarda yaşattığı depremin neticesinde musibetzedeler, din karşıtı çevrelerin desteğiyle hayata sunulan psikolojik merkezlere yöneldi.

Bir başka ifade ile Kur’ân ve sünnetin dünyalarımızdan ayrılışıyla birlikte önce manevî boşluklar oluştu ve ardından da çöküntüler. Peygamberimizi (asm); gaflet, cehalet ve zaruretlerinden dolayı tanıyamamış insanlarımızın, dinsiz felsefeyi okuyarak uzman olan “dert babalarına” müracaatı da gayet normaldi.

Peygamberler coğrafyası olmayan Avrupa’da, bu trajedi yüz seneyi aşkındır yaşanıyordu. İmkânsızlıkları belki de buna cevaz vermişti. Ya bizde? Geleneğe hakim dinin kendi içinde gayet ucuz ve kolaylıkla çözdüğü problemleri, sıradağlar haline gelmiş bu haliyle, elbette ki felsefe çözemeyecek. Peygamberler coğrafyasının dert ve problemlerinin çözümü, elbette ki vahiyde olacaktı. Milyonları kolkola ve dizdize, gayet ümitli ve mutluca yüzyıllardır yaşatan “Sünnet-i Seniyyenin,” mütecâviz dinsizlerin emrindeki münafık ve mülhitlerce coğrafyamızdan çıkarılmaya çalışılması, milletimiz için büyük felâketin başlangıcı sayılır.

Dinî imaj, söz, sembol, giysi, hareket ve bütün görüntülerden rahatsız olan ülkemizdeki gizli komiteler, İslâmiyeti hayattan tamamen silerlerken; Avrupa’da bile kabul görmeyen dinsizlik ve ahlâksızlığın uç noktalarını ülkemizde sergilemek istemeleri buna müşahhas delildir.

İnsanlar dindarlıklarını saklıyorlar. Selâm vermiyorlar. Sakal ve bıyık tıraşlanmakla kalmıyor, çeneye “top sakal” koyuyor. Evler Batılıların dizaynına özenilerek tefriş ediliyor. Bütün bu menfîliklere sebep, elbette ki bizim Kur’ân’a ve Peygambere merdane sahip çıkmayışımızdır. Hastalıklar önce ruhlarda başladı… Materyalist felsefe sahibi psikologların çare olamadıklarını birlikte görüyoruz. Ruhlara yerleşen hastalığın uzuvlarda yüzlerce yeni hastalıklar şeklinde hastahanelere yansıdığını ilim adamları söylüyorlar.

Görülen o ki, Kur’ân ve Sünnetteki bir çizgi kırılması hem dünyamızı karartıyor, hem de ahiretimizi tehlikeye atıyor. Merdâne bir şekilde Kur’ân ve Sünnete dönmekten başka çare var mı?

27.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nefs-i emmâreye itimat edilmez



Eserleri dünyanın kırk diline çevrilen; okuyan, araştıran her ruhu mest eden Risâle-i Nur Külliyatı gibi altı bin sayfalık nadide bir külliyatı asrımız insanlarına armağan eden Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri der ki: “Nefs-i emmâreme itimat edemem. Nefis kusursuz olmaz”1

Bilindiği gibi eğitilmemiş, kötülüğü emreden nefse nefs-i emmare denilir. Eğer insan nefs-i emmâresine itimat ederse, bu daha düşmanla mücadeleye girmeden önce teslim-i silâh eden kimseye benzer.

Nefsini devamlı kusurlu gören kazanır. Hatta “İstiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü’yet-i hüsn-ü amele müreccahtır [İstiğfara götüren kusurunu anlama, gurura sevk eden amelini güzel görmeye tercih edilir.]”2

İnsan değil sadece kusurunu bilmek, kusurunu görüp söyleyenlere de kızmamalı, memnun olabilmelidir. Bu hususta da şöyle der Bediüzzaman Hazretleri: “Ben nefsim ile müsalâha etmemişim. Çünki terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir.”3

Hatta bu hususta eziyet, sıkıntı ve tazyiklere katlanmayı bile göze aldığını söyler, “Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise helâl ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslâh-ı hal eder; hem ona keffaretü’z-zünûb olur”4 derdi.

Demek insanın hayatta hiç mi hiç unutmaması gereken bir husus varsa o da nefistir. Nefsin mahiyetini, düşmanlığını, insana daima tuzaklar hazırladığını bilmeyen insan hayatın imtihanını kaybeder. Bediüzzaman Hazretleri şunu telkin eder insana: “İnsan nisyandan [unutkanlıktan. İnsan kelimesinin kökü olan nisyanda da unutkanlık anlamı vardır] alındığı için, nisyana mübtelâdır. Nisyanın en kötüsü de nefsin unutulmasıdır. Fakat hizmet, sa’y, tefekkür zamanlarında, nefsin unutulması, yani nefse bir iş verilmemesi dalâlettir. Hizmetler görüldükten sonra, neticede, mükâfat zamanlarında nefsin unutulması kemâldir.”5

Kâinatın Efendisi (asm), “Senin en zararlı, en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir”6 diye ne kadar anlamlı bir ikazda bulunmuş.

Dipnotlar:

1- Emirdağ Lâhikası, 2: 122.

2- Nurun İlk Kapısı, s. 138.

3- Şuâlar, s. 421; A.g.e., s. 392.

4- Şuâlar, s. 393.

5- Mesnevî-i Nûriye, s. 224.

6- Keşfü’l-Hafa, 1:143.

27.06.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Adana-Ankara salonları



Elindeki bîhemta eser senin günlük hadisâtı değerlendirmen için bir mercek, bir kılavuz ve bir rehberdir. Hz. Mevlânâ, Divan-ı Kebirinde “Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin madenini ara” buyurmakta. Yani onu işlet, çalıştır diyor. Çağımızı ışıklandıran ve nurlandıran Risâle-i Nur eserleri—sağcısıyla, solcusuyla insafla bakıldığında—hakikaten, dertlerimize devâ ve hadisât-ı âleme çıkış yolları içinde derc edildiği görülecektir.

Bu itibarla, dâvet olunduğumuz Antakya dâvetinin birinci basamağı olan ve her dem uğradığımız ve çok kıymetli gönül erbablarını sinesinde muhafaza eden Adana şehrimizin Zübeyir Gündüzalp sitesinin konferans salonunda birinci sohbetimizde “Hz. Bediüzzaman ve Rusya’daki İslâmî gelişmeler” üzerinde durduk. Bugünlerde durulması da elzemdir. Çünkü bilen de konuşuyor, bilmeyen de. Rusya dünyaya açılınca ve içinden yeni muhtariyetler ve yeni cumhuriyetler çıktıkça daha çok anlaşılıyor.

Kolay değil, Rusya Federasyonu 7 federal bölgeden oluşur. Devlet yapılanması içinde 21 cumhuriyet vardır. 143 milyonluk Rusya Federasyonu, Doğu Avrupa ile kuzey Asya’ya yayılmış ve 17.075.400 km²’lik yüzölçümü ile dünyanın en geniş ülkesidir. Rusya’da bütün okullarda değişik isim ve unvanlarda görev yapan 1.712.000 öğretmen ve 1.251 üniversite mevcuttur. Bu itibarla, başta Türkiye olmak üzere komşu ülkeler her cihetle teşrik-i mesailerini, sağlam ve dürüstlük esasları üzerine kurmalıdırlar. Hz. Bediüzzaman yüz yıl önce diyor ki: “Yakînim var ki, istikbâl semâvâtı zemin-i Asya / Bâhem olur teslim, yed-i beyzâ-ı İslâma.”1 Onun için ölçüleri kaçırmadan hareket edilmelidir. Mersinli can dostların da iştirak ettiği bu sıcak gecede, tarihin serin sahifelerinden menfezler açtık.

Bir gün sonra, esas dâvetli olduğumuz mekân, Habib-i Neccar diyarı, bir çok dinlerin ve kültürün hazinesi olan Hatay ilimizde idik. Antakya’daki vakıf binasındaki sohbetimiz Adana’daki faslımızın ayrı bir rengi ve özellikle Bediüzzaman ve Rusya ağırlıklı idi. Ertesi gün ise; Saplama ve Alkan ailelerinin Gürkan Düğün Salonundaki çok kalabalık ve çevrenin, Hatay 19. dönem milletvekili Nureddin Tokdemir Beyin, siyasî partilerin ve cemaatlerin önde gelenlerinin iştirak ettiği düğünleri idi. Çok öncelerden dâvetli olduğumuz bu örnek nitelikteki düğünde “Aile hayatı ve Hz. Peygamber (asm)” başlıklı mini bir konferans verdik. Bir kaç kelâmı özetle şöyle:

Evliliğin meyvesi, Hz. Bediüzzamanın ifadesiyle merhamet ve muhabbettir. Çocuk ikinci planda gelmektedir, evliliğin en güzeli beka bulmasıdır. Aile hayatının model şahsiyetleri peygamberlerdir. Çıkış yolları ve denge sistemi Peygamberimizin (asm) ve peygamberlerin aile hayatıdır, iyi okunmalı ve yaşanmalıdır. Herkes kendine göre rehber olursa, âlem çarşısındaki manzaralar ortaya çıkar.

Son 5 yılda, aile içi şiddetten 1300 kadının öldürülmesi acı değil mi? 2008 itibarıyla yalnız Türkiye’de resmî boşanmaların 230 bin dosyaya çıkması? Bu cihetle müsbet ve örnek düğünlere vesile olan ailelere teşekkür ediyor, evlenen genç kardeşlerime iki cihan saadeti niyazında bulunuyoruz. Meyveleri inşaallah “merhabet ve muhabbet” olsun. Ayrıca bu güzel diyarlarda emeği geçen bütün ailelere ve bu aziz dâvâya gönül veren gönül insanlarına, ağabey ve kardeşlerime, en kalbî şükranlarımı sunuyorum.

Dipnotlar:

1- B. S. Nursî, Şuâlar, s. 656, Yeni Asya Neş.

27.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Kemalizm, Atatürkçülük” travma ve reformlar



AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat: “‘Devrimler nedeniyle travma yaşandı’ dedim. Yalan mı? Bir gecede tekke ve zaviyeler kapanmadı mı? Şeyhülislâmlık sona ermedi mi? Dünyanın her yerinde devrimler böyle yapılıyor. Türkiye’de de böyle yapıldı. Türkiye’de de bir travmaydı. Devrimler uzun bir içselleştirme sonunda oturdu. Bir gecede yaşanan her şey travmadır.”

1924’ten beri, Türkiye’de uygulanan sistemin, doktrinin adına ister “Atatürkçülük”, ister “Kemalizm!” deyin, travmaydı. Sosyal barışı, ilerlemeyi sağlayamadı. Buyurun, “Kemalizmden ve Atatürkçülükten” beslenmiş dünya çapında kimimiz var? İlim adamımız, san'atkârımız, kâşifimiz var mı? “Kemalizm veya Atatürkçülük”ten uzaklaştığımız nisbette fukaralıktan, cehaletten uzaklaştık.

Örnek mi istersiniz? Buyurun, 1924-1950 arası, Kemalizmin katı olarak uygulandığı devirdir. Kemalist-solcular da bunu söylüyor zaten: 1950’lerden sonra Kemalizm’den, Atatürkçülükten saptık!.. Zaten her on yılda bir yapılan darbeler de, Kemalizmdeki sapmaları, tekrar rayına oturtmak içindi. Hepsinin bildirisinde bu var… İşte 50 öncesi, fakirlik, cehalet dizboyu… Buyurun, 50’den sonra, Kemalizmden uzaklaşıldığı nisbette ilerleme var, terakkî var, zenginlik var.

Buyurun, “Atatürkçülük” adına yapılan darbeler tarihine bakınız: Her darbe, milleti, ülkeyi, 10-20 sene geriye götürmedi mi? Peki nedir bu “Kemalizm veya Atatürkçülük”?

Siyaset bilimci ve sosyolog Prof. Şerif Mardin: “Kemalizm kuru bir ideolojidir. Bizim cumhuriyet öğretimizde ‘iyi, doğru ve güzeli derinliğine araştıralım’ diye bir şey yok.”

Prof. Göle: “Kemalizm, Atatürkçülüğü boğdu.

“Kemalizm bugün (Mahçupyan’ın da ifade ettiği gibi) bir tarikat görünümüne sahiptir. Belli ritüelleri, davranışları, müritleri, efendileri, ermişleri ve dervişleri olan bir tarikattır. Bu kavramlar toplumda var olan geleneksel kavramların üzerine oturtulmaya çalışılmaktadır ancak bunun becerildiğini söylemek mümkün değildir.”

“Kemalizmin” ne olduğunu anlamak için, Tanzimat sonrasına kısaca bakmak gerekir. Osmanlı’nın bazı aydınlarının reform ve içtihad talepleri, özellikle 1908’li yıllarda, “materyalist” görüşlere sahip olan Jön Türk Devrimi’yle birlikte hız kazanır ve su üstüne çıkar. 1918’e kadar da etkili çıkışlar yaparlar. Bu on yıllık devrede, Bücher’in, kaba materyalizmi yerine, deizme (yâni, “ilâhçılık” diye tercüme edilen, her türlü vahyi, ilhamı ve dolayısıyla vahyin bildirdiği Allah’ı, dini inkâr ederek sadece akıl ile idrâk edilen bir Allah’ın varlığını kabul eden, teşbihi ve teslisi reddeden ekol, anlayış, inanç) meylettiler. Bu sayede, pozitivist reformları gerçekleştirmeyi, hem de dinlerin en mükemmeli kabul ettikleri İslâmiyeti yüceltmeyi hedefliyorlardı. Bu arada, 1917 yılında, evlilik ve âile hukukunda köklü bir reformu da gerçekleştirdiler. Baha Tevfik Bücher’in kaba materyalizmi yerine İslâmiyet kisvesi adı altında da Celal Nuri, deizmi getiriyordu. Musa Carullah da, reformistlerin başında yer alıyordu.1 Medreseli olan Şemsettin Günaltay da, başta Batı’nın saldırılarına karşı İslâmî bir program sunduğu halde, 1928 yılından sonra, bu reformist hareketlerde çok büyük bir rol alır.2

Jön Türklerin ideoloğu olan Ziya Gökalp de, Türkçe ibâdeti savunanlardandı. Ona göre, din kollektif bir paydayı temin ettiği için var olmalı, ancak duâlar ve ibâdetler Türkçe olmalıydı. “Atatürk”ün reform siyaseti, dinin bir rol üstlenmesinin reddedildiği bir düzen içinde, yeni bir kolektif kimlik oluşturmaktı.3 Cumhuriyet, resmen pozitivizmi temel bir ideolojik temel olarak kabul eder. Ve bu sahada da iki karşıt uç gelişti: "Biz, kimliğimizden ne kadar uzaklaşırsak o kadar modern oluruz" anlayışı. Buna karşı da, “Kimliğimize ne kadar çok sarılırsak ve hiçbir yeniliğe geçit vermezsek, o kadar gelenekçi ve dindar oluruz” diyenler.4 Oysa Türkiye, hem Doğulu, hem Batılı olmak, hem kendisi gibi kalmak, hem de evrenselleşmek zorundaydı.5 Aslında, rejimin temelleri de sakat atılmıştı. “Cumhuriyet”in içi, “hürriyet, adâlet ve demokrasi” ile doldurulması gerekirken, bu isim altında, “sosyalizm ve bolşevizm” prensipleri yerleştirildi. Bunu Bediüzzaman, sosyal feraseti ile keşfederek deşifre eder: “Tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyâde işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor.”6

Dipnotlar:

1- Prof. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursî Olayı, s. 224-225. 2- A.g.e., s. 228.; 3- Prof. Dr. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim, İst., 1998, s. 71.; 4- Mümtaz’er Türköne, Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi, s. 9.; 5- age, s. 29.; 6- Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, s. 174.

27.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Cemil Meriç, Said Nursî'yi anlatıyor (3)



Bir ziyaretimiz esnasında, Bediüzzaman Said Nursî'nin hayatı ve temsil ettiği İslâm tefekkürü hakkında hacimli bir çalışma yapmak istediğini ifade eden Cemil Meriç, bu hususta ayrıca Prof. Şerif Mardin'e de bazı tavsiyelerde bulunduğunu anlattı.

Meriç Hoca, aynı arzusunu başkalarıyla da paylaştığını biliyoruz. Ne var ki, böylesi bir çalışmada bulunmaya son yıllarda giderek bozulan beden sağlığı el vermediği gibi, buna ömrü de kifâyet etmedi.

Ama, yine de elinden geldiğince bu meseleyle alâkadar oldu. Hemen her vesileyle Said Nursî ve eserlerini idrak nazarlarına sunmaya çalıştı.

İşte, aşağıda okuyacağınız satırlar, onun bu hususta nasıl bir arzu ve düşünce atmosferi içinde bulunduğunu gösteriyor.

İslâm tefekkürünü temsil eden Bediüzzaman'ın celâdeti, taşıdığı sağlam îmanın tezahürüdür.

Hayatının son yıllarında tanıma şansına nail olduğu Said Nursî ve eserleri ile ilgili olarak, yazılı/sözlü çok tesirli ve sitayişkâr beyanlarda bulunan Meriç, Üstad Bediüzzaman'ın bilhassa "celâdet" noktasında bir kahraman olduğuna ve bu asırda "İslâm tefekkürünü temsil makamı"nda bulunduğuna inandığını söylüyor.

İşte, bu konularla ilgili olarak 1981'de Cemil Meriç'le yapılan bir mülâkattan çok kısacık bir bölüm...

Suâl (İ. Işık): "Vak'a–yı Hayriye'den (Tanzimat'tan) beri (1839) bizde İslâm tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır" diyorsunuz. Bunun...

Cevap (C. Meriç): "Çıkmamıştır. Said Nursî var. Hürmete lâyık başka bir adam tanımıyorum. Ben onu tanıdım.

"Ben, 'Müslüman mütefekkir' deyince, celâdetiyle, cihadetiyle onu tanıdım, başka tanımadım.

"Hepsi 'Pırt!' deyince kaçan, firar eden insanlar. Mehmet Akif de dahil. Bir tane başka göremedim ki...

"Ama, mâzide var. Onları da yazdım. Ben Tanzimat'tan bugüne kadar gelen Türk edebiyatını, Türk düşüncesini gayet iyi bilirim. Bunların arasında iki tanesini çok seviyorum: Cevdet Paşayla Tunus'lu Hayreddin. Ötekiler karışık.

"Namık Kemâl şairdir. Severim, ama şair olarak severim. Aynı zamanda İslâmı müdafaa eden bir şairdir. O tarafını da beğenirim. Diğerlerini de öyle.. Yani, bunlar şairdirler, İslâm tefekkürü diye bir tefekkürün içine giremezler. Ama, İslâmın müdafiidirler.

"Saygı gösteririm. Bahsederken hürmetle bahsederim. Ama, benim uğraşma saham değil bunlar. İnsan her şeyle uğraşmaz, her şeyi bilemez ki...

"Evet, Tanzimat'tan sonra büyük İslâm mütefekkiri yok. Olsaydı, zaten bu hale gelmezdik. Yani olsaydı, bir mücadele olurdu... Hiçbir mücadele olmadı. Giyin dediklerini giydik, atın dediklerini attık. Dili de mahvettik...

"Bütün bu cinayetler olurken, herkes pustu, sindi... Tek sesini çıkaran Said Nursî oldu, o kadar."

Sual (İ. Işık): Bu yüzden mi celâdetine daha fazla önem verdiniz?

Cevap (C. Meriç): "Tabiî, son derece mühim. İslâm, celâdet demektir. Başka bir şey değil.

"Şahsiyet, celâdet demektir. (Yerine göre) kabadayılık demektir. Hiçbir tehlikeye girmeden, hiçbir şey olmaz. Fakaat, o kısım ayrı mesele.

"İslâm tefekkürü bakımından Said Nursî'nin değeri nedir? O ayrı bir tetkik mevzuudur. Bu dâvâda, benim ele aldığım dâvâda, mühim olan insanların insan olması, şahsiyetli olması, kahraman olması, celâdet göstermesidir.

"Bunlar beşerî kıymetlerdir. İslâmın bu kıymetlere sahip olduğuna inanıyorum.

"Elbette. Zaten (İslâmlar) bu kıymetlere sahip olmasaydı, dünyayı istilâ edemez, muzafferiyetler kazanmazdı. Kazandı ve bu celâdeti kaybettiği gün, düştü, sukût etti... Her darbeye, her zıpçıktıya teslim olan bir hale geldi.

"Günahlarımız büyüktür, maalesef. Ve günahlarımızın başında celâdet mahrumiyeti gelir; medenî cesaretten mahrumiyet, yani." (Yeni Devir, 9 Ocak 1981; Ayrıca bakınız: Suffe Yıllığı 1982, s. 262.)

(Devamı var)

Tarihin yorumu = 27 Haziran 1881

Yıldız Mahkemesinde 11 sanık

Sultan Abdulaziz'in tahttan indirilmesi ve katledilmesi hadisesini vüzûha kavuşturmak maksadıyla kurulan Yıldız Mahkemesindeki ilk duruşma başladı.

Yıldız Sarayı karşısında kurulan bir çadırda görülen mahkemeye, aralarında eski Sadrâzam Mithat Paşa ve diğer bazı emsallerinin yanı sıra, Fer'iye Sarayının bekçi ve bahçıvanları da sevk edilir.

Fer'iye Sarayı, tahttan indirilen Sultan Abdulaziz'in önce hapsedildiği, ardından katledildiği yerdir.

Yerli ve yabancı gazetecilere açık tutulan mahkeme, günlerce devam etti. Ardından 11 sanığa muhtelif cezalar verildi. Mahkûm edilenler temyize başvurdular, ancak netice değişmedi.

Sonunda ölüm cezaları Sultan Abdulhamid tarafında kaldırıldı ve mahkumlar Hicaz Eyaletine bağlı Taif'e sürgün edildi. Sürgünler arasında bulunan Mithat Paşa, orada muhafızlar tarafında boğularak öldürüldü. Ölümünden evvel kaleme almış olduğu hatıraları, ibret dersleriyle dolu.

27.06.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Gazeteci! Dünyayı kim yarattı?



Hep haklı onlar olduğu için hakkın ve hukukun tarifi yapılamaz yanlarında… Her şeyi bilirler. Sadece yayıncılık denen yarı yalancılığı bildikleri halde. Kimseyi beğenmezler, kim onları beğeniyorsa!.. Fayda eğer onların gönüllerini okşuyorsa vardır. Yoksa onların nazarında her şey faydasız ve boş sadece onlardan işaret bekliyorlar, menfaatleri canlı ve hayattar olsun diye…

Bir tek haklı tarafları var, her gün ölüp her gün dirilmek. Bunun tafrası da yetiyor zaten! Kendisini tekmilen yetiştirene az rastlanıyor. Lâkin okuyucu denen bilmezler ordusu onları çok iyi yetiştiriyor. Öğretiyor ve eğitiyor. Milleti eğitmek ve millete bir şeyi değil her şeyi öğretmek üzere kendilerini sahneye atan bilmezler aktörlerine…

Doğuştan bilge, yetişme tarzlarından dolayı haklı ve millet adına kendini vekil gören basınbazlar ordusu. Ordu kelimesinin tarifini Türkiye’de dahil olursanız zaten kahraman Türk ordusundan çok uzaklardasınız demektir… Senin namına ölçerler, biçerler, yazarlar, çizerler ve ipini çekiverirler. Müsbet anlamda ve müsbet işlerde pek az çalışmaya soyundukları için kafa yordukları müsbet hiç faaliyetleri yok denebilir. Azınlığın azınlığı “Edepli ve mektepli” muharrirlerimiz, yazarlarımız ve cerideci gazetecilerimiz istisna tabiî ki!...

Ne gülünç ve bir zor hakikatın isbatına soyunmuşlardır. Bir bilseniz beğendikleri ve doğru yanlış her istedikleri doğrudur. Beğenmedikleri ve doğru yanlış her istemedikleri yanlıştır… Fikrin, yayıncılığın ve neşriyatın dik âlâsı olmak ancak aklı susturmak ve hisleri ve nefsi çalıştırmakla olabiliyorsa işte öyle bir şey küçük bir pencere kabilinden bunlar hep başarılıdır… Ama kafanı değil gövdeni bu küçük pencerede zorlayabiliyorsan ve bunun isbatına çalışabiliyorsan işte bu gazetecilik!...

Edebiyat; kamu görevi, halkı aydınlatmak, vatan, millet vs… Esas; menfaatli, nefsi işler halkı kandırmak ve vatana millete ihanet vs. Ahir zaman insanının özelliğidir olmayan özelliklerle görünmek… Bu iki kavramın arasına daha iki bin tanımı yerleştirebilirsiniz. Gazeteciler ise tanımlar üstüdür…

Sadece ve sadece bildiği doğru ve yanlışları kendi görüş ve fikirleri olduğunu üstüne basa basa söylemek ve yazmak görevleri iken her biri neşriyat ve yayının dev dalgaları zannı ve bilirliği içinde okuyucuya dolayısıyla millete hükmetmeye, ezmeye, sindirmeye ve yönetmeye hazır gazeteciler!

Gazeteci kendi aklına güvendiği kadar okuyucunun aklına da güvenebilmeli…

Gazeteci kendi fikir ve görüşlerini doğru bildiği kadar, milletinin fikirlerinin doğruluğuna kanaat getirebilmeli.

Gazeteci dünyayı ben yarattım havalarından ziyade, kendisi de dahil olmak üzere dünyayı yaratan Birinin olduğuna en az kendisi kadar inanmalı.

Gazeteci hep ölçüp, biçip kesip katlama olarak yaptığı yayıncılığın bir gün kendisini de aynı şekilde işleme tabi tutacağını bilmeli.

Gazeteci gazetecilik yapmalı, gazetecilik yapmayanları da aynı şekilde muhatap almamaya gayret göstermelidir… Herkes her işi bilmek ve yapmak zorunda değildir, olmamalıdır da…

Bilgilendirici, rehber, haber verici gazetecilik varken…kendinizi zora sokmayın…

27.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

MHP’nin çıkışında kurumsal gölge



Başbakan Erdoğan son grup toplantısında MHP lideri Devlet Bahçeli’ye adeta patladı. Haftalardır cevap vermeyen Erdoğan, birikmiş cevap hakkını sert bir şekilde kullandı.

Bahçeli, uzun zamandır AKP’nin kapatılma dâvâsına yönelik önerilerde bulunuyordu. Önce “klonlanma” sonra da “bir bilen olma” teklifini yaptı.

Bahçeli’nin amacı ne olabilir?

Burada iki yorum var. Birincisi, Bahçeli AKP’yi “velev ki” sözleriyle başlayan, başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakan kanun değişikliği gibi bir düzenlemeye zorlamak.

İkincisi, kapatılma dâvâsı ile bunalan AKP’yi ve Erdoğan’ı tahrik ederek “travma”ya girmesini amaçlamak.

Birinci yorum pek gerçekçi görünmüyor. Bahçeli’nin AKP’yi ilgilendiren bir konuda direk müdahale sayılabilecek teklifinin parti tarafından kabul görmesi beklenmeyen bir durumdu.

Hele hele başörtüsü düzenlemesinden sonra AKP cenahından “Kandırıldık, MHP’nin oyununa geldik” pişmanlıklarından sonra bunu beklemek fazla saflık olurdu. O halde ikinci şık yani AKP’yi “travma”ya sürükleme amacı daha ağırlık kazanıyor.

Yeri gelmişken Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği başörtüsü düzenlemesiyle ilgili bir notu da ileteyim. Bu konuda çok şey söylendi, yazıldı. Kapatılma dâvâsının açılmasından sonra MHP’nin çıkışındaki soru işaretleri de gündeme geldi.

Bir kere, MHP’nin çıkışının AKP’yi bu düzenlemeyi hazırlamaya ittiği bir gerçek. Eğer MHP bu çıkışı yapmasaydı “velev ki” ile başlayan tartışmalar 3-4 gün sürecek, ardından yerini başka konulara bırakacaktı.

Erdoğan’ın MHP’nin çıkışını reddetmemesiyle ilgili kulislere yansıyan bir yoruma göre Erdoğan, MHP’nin “haydi çözelim” çıkışından cesaret aldı. Bunu kuru bir cesaret olarak yorumlamamak lâzım.

Her zaman toplumsal mutabakatın sağlandığını, kurumsal mutabakat peşinde olduklarını söyleyen Erdoğan’ın devlet kurumlarıyla sıkı ilişkileri olan MHP’den böyle bir çıkışın gelmesini, mutabakatı aranan kurumlardan yeşil ışık yakıldığı, en azından üniversitelerde başörtüsünün serbest olmasına cevaz verildiği izlenimi aldığı ileri sürülüyor.

Bu izlenim neticesinde MHP ile işbirliğine gidiliyor ve hepimizin bildiği başsavcılığın dâvâsına kadar gelen bir süreç başlıyor.

Kapatma dâvâsının açılmasından sonra, AKP’liler başörtüsü düzenlemesinin altında MHP’nin de imzasının bulunduğu halde hakkında herhangi bir dâvâ açılmamasını buna bağlıyorlar.

27.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Senaryolar ve seçim



Ankara siyasette yaşanan tartışmalarla hayli sıcak bir yaz geçiriyor.

Bir yanda AKP ve DTP’nin kapatılma dâvâları, diğer yanda Genelkurmay tarafından hazırlandığı ileri sürülen “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Plânı” hakkındaki tartışmalar ve son olarak da AKP Genel Başkan Yardımcı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın “travma” sözü havayı iyice ısıtmış durumda.

AKP hakkındaki kapatılma dâvâsında yazılı olarak “son sözler” söylendi. Şimdi gözler, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın Salı, AKP yetkililerinin de Perşembe günü vereceği “sözlü savunmalar”a çevrildi. Sözlü savunmalardan sonra Mahkeme raportörü esas hakkındaki raporunu hazırlayacak. Rapor üyelere dağıtıldıktan sonra üyeler Başkan Haşim Kılıç’ın belirleyeceği günde kapatma istemini esastan görüşmeye başlayacak. Dâvâ sonucunun Temmuz sonu ya da Ağustos başında açıklanabileceği kulislerde konuşuluyor. Bu kulislere göre de senaryolar yazılmaya başlandı.

* * *

İktidar kanadı “parti kapatılmayacak” dese de muhalefet partileri AKP’nin kapatılacağından emin ve sonrasının planlarını yapmaya başladılar bile. Erken seçim, ara seçim, seçimlerin mahallî seçimlerle birleştirilmesi gibi konular kulislerde dile getiriliyor. Partiler erken veya baskın bir seçim için alttan alta çalışmalara başlıyorlar.

Öyle görülüyor ki, her yıl Temmuz ayının başlarında tatile giren Meclis çalışmalarına devam edecek. Bu durumda kimse Ankara’dan ayrılmak istemiyor. Zaten ayrılmaları da zor…

CHP ile seçimlerden bu yana hep kavgalı olan Başbakanın, bazı hassas konularda (cumhurbaşkanlığı seçimi, anayasa değişikliği gibi) desteğini aldığı MHP ile de kavgaya girmesi seçimin bir işareti olarak görülüyor. Çünkü, Bahçeli bundan önce de sert eleştiriler yapıyordu ancak Erdoğan cevap vermemeyi tercih ediyordu.

Özellikle bir süreden beri bu konuda AKP için tuzak sayılabilecek “öneriler” sunan MHP lideri Devlet Bahçeli’nin son grup toplantısında dile getirdiği senaryolar, seçimlerden bu yana Bahçeli’ye cevap vermemeye özen gösteren Tayyip Erdoğan’ı bile çileden çıkardı. “Başbakan bir bilen olarak kenara çekilsin” diyen Bahçeli’ye “Demokratik siyasette kimin kenara çekileceğine, kimin ülkeyi yöneteceğine millet karar verir” diyen Erdoğan’ın sözleri yerinde bir cevap olmuştur.

“Klonlama” ile işe başlayan Bahçeli önceki hafta “AKP kapatılsa da, kapatılmasa da bugünden başka bir parti kurulmalı. AKP’de sadece siyasî yasak istenilen 39 isim kalmalı. Diğer milletvekilleri yeni partiye geçmeli, yeni başbakan ile yeni hükümet kurulmalı” derken bu hafta, kurulacak yeni partinin de kapatılacağını söyledi. Bahçeli, AKP’nin kapatılması durumunda “Çok bilinmeyenli ve karmaşık bir denklem” olacağını söylerken, siyaset kurumunun en kötü durum senaryosuna şimdiden hazırlıklı olmasını istiyor. Olabilecek senaryoları sıralarken “rejime sahip çıkılması” üzerinde duruyor.

* * *

Kapatma dâvâsı devam ederken de, senaryolar seçim üzerine yazılıyor. Seçimlerin üzerinden daha bir yıl dahi geçmeden tekrar seçimin konuşulması demokrasinin sağlıklı işlemediğinin bir göstergesi olarak görülebilir. Sandık her zaman çaredir, ancak böyle her yıl tekrarlanacak bir seçimin neye çare olduğu, milletin seçtiklerinin seçime zorlandığı şartlarla beraber tartışılmalıdır.

Anayasa Mahkemesinde yargı süreci devam ederken siyaseti yeniden tanzim etmeye çalışanların, “Biz nasıl buradan kârlı çıkarız” telâşına düşmeleri, siyaseti, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü bir kenara atmaları ibretle izleniyor. Ara rejim formülü teklif edenler en başta milletin iradesine karşı saygısızlık yapıyorlar.

Şu aşamada yapılacak olan şey, siyasetin normalleştirilmesi, milletin siyasete güveninin arttırılmasıdır. Yoksa ara rejim, “Sen git başkası gelsin” türü yaklaşımlar demokrasinin hiçbir yerinde yoktur. Siyasetteki inatlaşma ve kavganın da Türkiye’yi nerelere götürdüğü de geçmiş tecrübelerle görülmüştür.

27.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır