Bir ziyaretimiz esnasında, Bediüzzaman Said Nursî'nin hayatı ve temsil ettiği İslâm tefekkürü hakkında hacimli bir çalışma yapmak istediğini ifade eden Cemil Meriç, bu hususta ayrıca Prof. Şerif Mardin'e de bazı tavsiyelerde bulunduğunu anlattı.
Meriç Hoca, aynı arzusunu başkalarıyla da paylaştığını biliyoruz. Ne var ki, böylesi bir çalışmada bulunmaya son yıllarda giderek bozulan beden sağlığı el vermediği gibi, buna ömrü de kifâyet etmedi.
Ama, yine de elinden geldiğince bu meseleyle alâkadar oldu. Hemen her vesileyle Said Nursî ve eserlerini idrak nazarlarına sunmaya çalıştı.
İşte, aşağıda okuyacağınız satırlar, onun bu hususta nasıl bir arzu ve düşünce atmosferi içinde bulunduğunu gösteriyor.
İslâm tefekkürünü temsil eden Bediüzzaman'ın celâdeti, taşıdığı sağlam îmanın tezahürüdür.
Hayatının son yıllarında tanıma şansına nail olduğu Said Nursî ve eserleri ile ilgili olarak, yazılı/sözlü çok tesirli ve sitayişkâr beyanlarda bulunan Meriç, Üstad Bediüzzaman'ın bilhassa "celâdet" noktasında bir kahraman olduğuna ve bu asırda "İslâm tefekkürünü temsil makamı"nda bulunduğuna inandığını söylüyor.
İşte, bu konularla ilgili olarak 1981'de Cemil Meriç'le yapılan bir mülâkattan çok kısacık bir bölüm...
Suâl (İ. Işık): "Vak'a–yı Hayriye'den (Tanzimat'tan) beri (1839) bizde İslâm tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır" diyorsunuz. Bunun...
Cevap (C. Meriç): "Çıkmamıştır. Said Nursî var. Hürmete lâyık başka bir adam tanımıyorum. Ben onu tanıdım.
"Ben, 'Müslüman mütefekkir' deyince, celâdetiyle, cihadetiyle onu tanıdım, başka tanımadım.
"Hepsi 'Pırt!' deyince kaçan, firar eden insanlar. Mehmet Akif de dahil. Bir tane başka göremedim ki...
"Ama, mâzide var. Onları da yazdım. Ben Tanzimat'tan bugüne kadar gelen Türk edebiyatını, Türk düşüncesini gayet iyi bilirim. Bunların arasında iki tanesini çok seviyorum: Cevdet Paşayla Tunus'lu Hayreddin. Ötekiler karışık.
"Namık Kemâl şairdir. Severim, ama şair olarak severim. Aynı zamanda İslâmı müdafaa eden bir şairdir. O tarafını da beğenirim. Diğerlerini de öyle.. Yani, bunlar şairdirler, İslâm tefekkürü diye bir tefekkürün içine giremezler. Ama, İslâmın müdafiidirler.
"Saygı gösteririm. Bahsederken hürmetle bahsederim. Ama, benim uğraşma saham değil bunlar. İnsan her şeyle uğraşmaz, her şeyi bilemez ki...
"Evet, Tanzimat'tan sonra büyük İslâm mütefekkiri yok. Olsaydı, zaten bu hale gelmezdik. Yani olsaydı, bir mücadele olurdu... Hiçbir mücadele olmadı. Giyin dediklerini giydik, atın dediklerini attık. Dili de mahvettik...
"Bütün bu cinayetler olurken, herkes pustu, sindi... Tek sesini çıkaran Said Nursî oldu, o kadar."
Sual (İ. Işık): Bu yüzden mi celâdetine daha fazla önem verdiniz?
Cevap (C. Meriç): "Tabiî, son derece mühim. İslâm, celâdet demektir. Başka bir şey değil.
"Şahsiyet, celâdet demektir. (Yerine göre) kabadayılık demektir. Hiçbir tehlikeye girmeden, hiçbir şey olmaz. Fakaat, o kısım ayrı mesele.
"İslâm tefekkürü bakımından Said Nursî'nin değeri nedir? O ayrı bir tetkik mevzuudur. Bu dâvâda, benim ele aldığım dâvâda, mühim olan insanların insan olması, şahsiyetli olması, kahraman olması, celâdet göstermesidir.
"Bunlar beşerî kıymetlerdir. İslâmın bu kıymetlere sahip olduğuna inanıyorum.
"Elbette. Zaten (İslâmlar) bu kıymetlere sahip olmasaydı, dünyayı istilâ edemez, muzafferiyetler kazanmazdı. Kazandı ve bu celâdeti kaybettiği gün, düştü, sukût etti... Her darbeye, her zıpçıktıya teslim olan bir hale geldi.
"Günahlarımız büyüktür, maalesef. Ve günahlarımızın başında celâdet mahrumiyeti gelir; medenî cesaretten mahrumiyet, yani." (Yeni Devir, 9 Ocak 1981; Ayrıca bakınız: Suffe Yıllığı 1982, s. 262.)
(Devamı var)
Tarihin yorumu = 27 Haziran 1881
Yıldız Mahkemesinde 11 sanık
Sultan Abdulaziz'in tahttan indirilmesi ve katledilmesi hadisesini vüzûha kavuşturmak maksadıyla kurulan Yıldız Mahkemesindeki ilk duruşma başladı.
Yıldız Sarayı karşısında kurulan bir çadırda görülen mahkemeye, aralarında eski Sadrâzam Mithat Paşa ve diğer bazı emsallerinin yanı sıra, Fer'iye Sarayının bekçi ve bahçıvanları da sevk edilir.
Fer'iye Sarayı, tahttan indirilen Sultan Abdulaziz'in önce hapsedildiği, ardından katledildiği yerdir.
Yerli ve yabancı gazetecilere açık tutulan mahkeme, günlerce devam etti. Ardından 11 sanığa muhtelif cezalar verildi. Mahkûm edilenler temyize başvurdular, ancak netice değişmedi.
Sonunda ölüm cezaları Sultan Abdulhamid tarafında kaldırıldı ve mahkumlar Hicaz Eyaletine bağlı Taif'e sürgün edildi. Sürgünler arasında bulunan Mithat Paşa, orada muhafızlar tarafında boğularak öldürüldü. Ölümünden evvel kaleme almış olduğu hatıraları, ibret dersleriyle dolu.
27.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|