|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Ümitsiz hayat ölümdür |
|
Mahallemizde sevdiğim bir baba dostumuz var. İsmini de bilmem. Biz ona “Kaptan Amca” deriz. Gün görmüş, inançlı ve kültürlü birisi. Uzun yıllar gemilerde kaptanlık yapmış, dünyanın dört bir yanını böylelikle dolaşmış. Sohbetine doyum olmaz. Zelzelede evi yıkılınca, küçücük bahçesine Rabbim güzel bir ev yapmayı da nasip etti.
Bir gün bisikletimle yine evinin önünden geçerken selâmlaştık. Hoşbeşten sonra beni bahçesine dâvet etti. “Gel sana bir şey göstereceğim” dedi. Meraklandım doğrusu, çünkü Kaptan Amcanın sürprizleri çoktur. Beni, bir ağacın altına götürdü. “Bak bu kiraz ağacının bir kısmını yeni evin plânına uymak için kesmemiz gerekti. Gönlüm hiç razı değildi. Ama başka da çaremiz yoktu. Ağlaya ağlaya kestim. Ve Rabbime dedim ki; ‘Bu kestiğim kiraz ağacının aynısından tam dokuz tane dikeceğim bu bahçeye, ne olur izin ver, o ağaçların yetiştiğini göreyim. Hatamı telâfi edeyim’ dedim. Rabbim duâmı kabul etti ve iki üç seneye kalmaz onların da meyvelerini yiyeceğiz inşaallah. Bak neredeyse yetiştiler,” dedi. Diktiği dokuz ağacın bana tek tek yerlerini gösterdi. Hayranlıkla izledim ve dinledim kendisini. Kaptan Amca yaman adamdır. Sözünün eri ve ümitli bir insandır.
Hayatta en çok sevdiğim şeylerden biri de böyle ümit dolu, gayret dolu insanlarla sohbet etmektir.
Gerçekten ümit, Rabbimizin bizlere en büyük bir nimetidir. Kur’ân’da belirtildiği üzere; “Rabbimin rahmetinden, büsbütün yolunu şaşırmış olanlardan başka ümidini kim kesebilir ki?” (15-56) buyuruluyor. Ümitli olmak bir emirdir ve ümidini kaybetmemek ise bir duâdır.
İnsan nefsinin bir şeyi özenerek ve isteyerek beklemesine biz “ümit” diyoruz. Dilerim içinizdeki ümit kuşu hiç susmasın, sonsuza dek şakısın inşaallah.
İnsanda ümit olmasaydı, hangi işi yürür, hangi hedefe doğru gidebilirdi ki? Kendi aramızdaki ilişkilerden ve işlerden tutun da, Yüce Allah’ın bütün vaatlerine kulak verip inanmamız hep ümitledir.
Eğer çiftçide bir yarın ümidi olmasaydı, güneşin altında o kadar didinip durur muydu? Öğrencide, hocalık şerefine ulaşmak ya da gerekli bilgiyle donanıp hayata atılıp insanlığa faydalı olmak ümidi olmasaydı, onca yıllar göz nuru döker miydi? Çırakta, elindeki san'at sayesinde bir yerlere gelip kazanmak ümidi olmasaydı, ustasının kahrını çeker miydi hiç?
Elhâsıl dünyada ümitsiz ve gayesiz bir insanı boşuna aramayın bulamazsınız. Hatta ümidim yok, artık bittim tükendim diyenlerin bile sözlerine pek kulak asmayın. Hepsinin içinde gizli ümitler vardır yarınlar için. Yaptığı iyiliklerin ve hayırların, ahirette de olsa mükâfatını görme arzusu bile bir ümit değil de nedir? Bu dünyada ümit satıp para kazananlar dahi yok değil. İşte medyumlar, falcılar; işte astrolog denen şarlatanlar ve üfürükçüler vs.
Kur’ân’da pek çok ümit ve rahmet âyetleri vardır. Bunlardan bir kısmını okuyalım:
“Kullarıma, acıyan, esirgeyen, gerçek bağışlayıcının Ben olduğumu anlat; en can alıcı azabın da Benim azabım olduğunu.” (15/49-50)
“Rahmetim her şeyi kaplamıştır.” (7/156)
“Bilin ki Allah, kişinin kalbine ondan daha yakındır.” (8/24)
“Rabbinizden, günahlarınızın bağışlanmasını dileyin, çünkü O kuşkusuz bağışlayıcıdır.” (71/10)
“Allah, gerçekten günahları affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” (58/2)
Evet Kur’ân’da daha böyle nice sayısız ümit, rahmet ve müjde dolu âyetler vardır. Yeter ki, Kur’ân-ı Kerim’i Allah’ımızın en son ve en yüce kitabı bilip, güzel huylar kazandırmak için gönderildiğini bilelim. Yoksa sadece yazılı olan sûreleri ve âyetleri kaidesiyle okunsun diye değil. Kur’ân’ı ebedî bir hayat kitabı bilmekle, onun sırlarına yaklaşmış oluruz.
Mal, mülk hepsi de bu hayatın rahat geçmesi içindir; ama hayat asla mal toplamak için değildir. Amaç ve araç yer değiştirdiğinde, ümitsizlik, sıkıntı ve rûhî her çeşit hastalık kendini göstermeye başlar. Bu böyledir. Dünya madem fanidir, fani dünyada bu kadar değerli bir varlık olan insanın işi nedir? İşte bütün mesele onu bilmek, onu bulmaktır.
İnsan o kadar kıymetli bir varlıktır ve Allah, insana o kadar değer vermiştir ki, parmak uçlarına kadar her bir insanı farklı kılmıştır. Her insanın değeri ayrıdır. Birinin yerini asla bir başkası dolduramaz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “Bu kâinatın en mükemmel meyvesi, neticesi ve gayesi insandır.”
İnsan yaptığı bir eseri severse, bir anne yavrusunun üzerine titrerse, Allah (cc) yarattığı insanı nasıl sever bir düşünün, bin söyleyin... İnsanın bunu anlaması ve taşıdığı o yüksek değeri kavrayabilmesi için yaratılışına yönelmek, Yaratanına dönmek zorundadır. Onu kim böyle şefkatle yaratmış ve terbiye etmişse, onu bulmaktır yegâne görevi insanın, onu tanımaktır. Bakın Kur’ân’da Rabbimiz ne buyuruyor:
“Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye, kulak, göz ve kalp vermiştir.” (Nahl, 78)
Evet insan kalbini güçlendirmeli ve takviye etmelidir. Kalp, duyguların merkezi ve kumandanıdır. Kalbini güçlendirdiği nispette vücudunda söz sahibi olabiliyor insan. Dilerseniz, İmam Gazali’yi dinleyelim:
“Bilmiş ol ki, bedenin her organı, kendine özgü belirli bir iş için yaratılmıştır. Hastalığı ise, hangi iş için yaratılmışsa onu yapmamasıdır. Ya o işi hiç yapamaz ya da zorla yapabilir. Meselâ elin hastalığı tutamamak, gözün hastalığı görememek gibi şeylerdir. Bunun gibi kalbin hastalığı da hangi iş için yaratılmışsa onu yapamamaktır. Kalp; ilim, hikmet, marifetullah, Allah sevgisi, Allah’a kulluk, Allah’ı anmaktan zevk almak, Allah’ı bütün arzuları üzerine tercih etmek ve bütün şehevî arzularına karşı Allah’tan yardım dilemek için yaratılmıştır. Nitekim, Allah, şöyle buyurmuştur: ‘Cinleri, insanları, Ben, ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım.’ Her organın bir yararı vardır. Kalbin faydası, hikmet ve marifet sayesinde insanı hayvandan ayırmaktır.”
Evet, kul, rahmet yağmurunun inmesi için önce kalbinin yabanî otlardan temizlenmesine çalışacak ki, o kalbinde ekilen tohumdan istenilen ürünü elde edebilmiş olsun. Ümit de bunlardan biridir. Aksi halde insan ümitsizlik girdabında boğulup gidebilir. Hz. Peygamberimizin (asm) o ümit dolu, şefkat dolu sesiyle, Senden diliyoruz ve Senden dileniyoruz:
“Allah’ım gazabından rızana, azabından âfiyetine ve Senden yine Sana sığınırım. Allah’ım, Seni hakkıyla yüceltmekten acizim. Sen, kendini övdüğün gibisin. Allah’ım, isminle ölüp, ismini anarak dirileyim. Ey göklerin, yerin ve her şeyin Rabbi ve Maliki olan Allah’ım, tohumu yarıp bitkileri bitiren, ağaçlar için çekirdeği yaratan, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân’ı indiren Allah’ım, kötülerin kötülüğünden ve bütün canlı varlıkların zararlarından Sana sığınırım. Evvel Sensin, Senden önce bir şey yoktur. Âhir Sensin, Senden sonra bir şey yoktur. Zâhir Sensin, Senden aşikâr olan yoktur. Bâtın Sensin, Senden saklı olan yoktur. Allah’ım, beni Sen yarattın ve Sen öldüreceksin. Hayatım da Senin, ölümüm de Senindir. Öldürdüğünde mağfiret ederek öldür, yaşatırsan beni her türlü tehlikeden koru. Allah’ım, dünyada ve ahirette Senden af ve afiyet dilerim.” (Buhari, Müslim, Nesei, Tirmizi)
Evet ümit, hayatın içinde yepyeni bir hayattır. Ümitsiz bir hayat ise, ölümün ta kendisidir. Ümit dalına ve duâsına tutunan bir insan, ne sarsılır, ne de yıkılır. Çünkü hayat her an yeniden yaratıldığına göre, her an yeni bir imkân, yeni bir doğuş söz konusudur. Bu Allah’a inanmanın dünyadaki acil bir mükâfatıdır. Madem Allah var ve rahmeti her şeyi kuşatmıştır ve her şey O’nun hükmü ve tasarrufu altındadır, o halde mü’minin dünyasında keder, üzüntü, karanlık, ümitsizlik olmamalıdır.
Her sabah yuvalarından meçhul gibi görünen, ama aslında mukadder olan rızklarını aramak için ümitle yola çıkan kuşlar gibi biz de güne ve hayata ümitle başlamalıyız. Şevke, ümide doğru kanatlı günlerimiz olsun, içimiz neşeyle, inançla ve ümitle dolsun.
Son söz Rabbimizin olsun. Sözün özünü, özün sözünü yine Kur’ân söylesin:
“...Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Doğrusu Allah, bütün günahları bağışlar...” (Zümer, 53)
28.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“En büyük hata, kendini hatasız zannetmektir” |
|
“En büyük hata, kendini hatasız zannetmektir.”1 Öyle diyor nefsi terbiyede gıpta edilecek büyük mesafeler kaydetmiş, örnek bir hayat sergilemiş büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri.
Hamuru hata, kusur, eksiklik, yanlışlarla yoğrulmuş nefsi hatasız, kusursuz görmek en büyük hatadır. Onu temize çıkarmak, nefisten başka birşey düşünmemek elbette en büyük hatadır.
Maddeten ve mânen iyi, güzel, faydalı, mükemmel şeyleri elde etmede nefis bir binek olarak işimize yarar. Bizi rıza-ı İlâhiyeye götürmede bir araç olur. Nefis, aslında kötülüklerle değil,—çünkü kötülükler zehirli bala benzer—Rahmâniyetin cilveleriyle zevk ve lezzet alacak biçimde yaratılmıştır. Rızık veren, besleyip büyüten, felâketlerden koruyan, sonsuz merhamet sahibi bir Rabbin himaye ve muhafazası altında bulunan nefis, bu hakikatin idrakinde olduğu sürece nefsin hem kendi başı selâmette olur, hem de kişiye huzurlu bir hayat yaşatır.
Doğrusu bu iken onu hizmetçilikten efendiliğe çıkarmak, hizmetçiye köle olmak demektir.
Nefsinden başka birşey düşünmeyen, sürekli onu yücelten insan, aslında insan ismine dahi lâyık değildir. Çünkü, “Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir. Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya [diğer insanları da düşünmeye] mecburdur. Hayat-ı içtimâiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.”2
Demek yaratılış itibariyle medenî olan insanın nefsini aşması, başkalarını da kendi gibi düşünmesi gerekiyor.
İşte bu eğitim bir ömür boyu gâye edinilecek ve üzerine binâ edilecek kudsî ve ideâl hizmetin temelini oluşturmaktadır. Nefsini aşamamış insanın başkalarına da elini uzatması mümkün değildir. Sağlam temellere oturtulamayan kudsî bir hizmetin müstakimane yürümesi mümkün değildir ve beklenilen sonuç alınamaz. Mağlûp edilmesi gereken ilk düşman o olduğuna göre o mağlûp edilmedikçe diğer düşmanlar nasıl mağlûp edilebilir?
İşin temeli işte budur ve işe temelden başlanılırsa netice alınır. Bütün mesele rezil nefse inat, İslâmın esas ve prensiplerine bütün gönlümüzle teslim olabilmektir. “Nefs-i emmârenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinat iledir. O hablü’l-metîne, temessük iledir.”3
Evet, kopmaz bir kulb olan İslâmiyete sarılma, rezil nefsin istibdadından kurtulmamızı sağlayacaktır. Bu da kötülükleri nefisten, iyilikleri de Allah’tan bilmekle olur. Çünkü kötülüğü isteyen ve işleyen nefistir. Bu konuda bütün sorumluluk nefse aittir. İyilikler ise Allah’tandır. Çünkü iyiliği isteyen ve gerçekleşmesi için gerekli güç ve imkânları ihsan eden O'dur. Nimetler O'nundur. Bunun içindir ki iyilikler gururu değil, şükür ve hamdi gerektirir.
Dipnotlar:
1- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 29; Tarihçe-i Hayat, s. 70.
2- Hutbe-i Şamiye, 52.
3- A.g.e., s. 75.
28.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Cemil Meriç, Said Nursî'yi anlatıyor (4) |
|
Cemil Meriç'in Said Nursî ve eserleri hakkında yazıp söyledikleri, şu mütevazı yazı dizisine sığmayacak kadar çok. Tamamını derleyip toplarsanız, büyükçe bir kitap hacmine rahatlıkla ulaşabilir.
Üstelik, bunlar öyle boş ve eften–püften şeyler de değil. Son derece tutarlı ve manidar ifadeler. Zira, Cemil Meriç, çok düşünen, fakat az öz konuşan bir şahsiyettir.
Buna rağmen, Said Nursî'ye dair sohbetleri ve kaleme aldıkları azımsanmayacak ölçüde bol ve bereketli. Hepsini burada sıralamakla bitecek gibi değil...
Bu sebeple, yazımızı bir yerde noktalamak durumundayız.
Kutay, Nursî'yi değil, kendini anlatıyor
Mütefekkir bir şahsiyet olduğu kadar, münekkit bir düşünür de olan Cemil Meriç, yine bir ziyaretimiz esnasında söz dönüp dolaştı Cemal Kutay'ın Said Nursî hakkındaki çalışmasına geldi. Meriç Hoca, bu hususla alâkalı olarak salonda hazır bulunanları adeta şoke eden şu değerlendirmeyi yaptı:
"Said Nursî hakkında benim ciddiye alabileceğim bir çalışma henüz ortada yok. İyi niyetli birtakım çalışmaların farkındayım. Fakat bunları asla kifayetli buluyor değilim. İlim camiasının dikkatini çekecek, onları akademisyenleri tatmin edecek ve muarızları da dize getirecek evsafta bir çalışma yapmak lâzım. Bakalım, böylesi bir hizmet kime, yahut kimlere nasip olacak...
"Cemal Kutay'ın yaptığı çalışmaya gelince... Kutay, bu kitabında Said Nursî'yi değil, kendini anlatıyor. Ne yazık ki öyle... Keşke böyle bir çalışma hiç yapılmasaydı, böyle bir kitap hiç yayınlanmasaydı. Bediüzzaman'ı ve dâvâsını anlamaktan, anlatmaktan çok uzak bir kitap müsveddesidir bu. Faydadan çok, zararı olduğu kanaatindeyim..."
O gün için, Cemil Meriç tam olarak anlaşılamadı. Ancak, aradan geçen zaman, onun ne kadar haklı olduğunu ortaya koydu. "Türkçe ibadet" aşkıyla yanıp tutuşan Atatürkçü Kutay, tarihçiliğinden çok, yalancılığıyla kayıtlara geçti. Yaptığımız araştırma ve tesbitlere göre, yüzde yüz yalan yere Emirdağ'a gidip günlerce Said Nursî ile görüştüğünü, konuştuğunu, hatta röportaj yaptığını söyledi, durdu... Hakikaten, onların hepsi hayaliydi, yalan ve yanlış şeylerdi.
Nur kalesine çarpan dalgalar
Son olarak, Cemil Meriç'in Said Nursî ve eserleri hakkında "Bu Ülke" isimli eserinde yazdığı yazıdan kısa bir bölüm aktararak nihayet verelim.
“Said’in müridi, bir havariler ormanı. Yekpare ve kesif. Ağaçlar kaynaşmış birbirleriyle. Ve bağrında adsız bir uğultu yükseliyor... Bir fırtına rüzgârına benzeyen Nur Risâlelerinin zaman zaman boğuk, zaman zaman heybetli yankısı.
“Said, dağbaşında vaaz eden bir mürşid. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın... Nass’ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, târihin içinden geliyordu: Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşti. Yâni, Nurculardan önce kelâm var.
“O konuştukça, laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer. Kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi (!) ile Anadolu, tereddütle inanç... Karşı karşıya geldi.
“Nurculuk, bir tepkidir. Kısır ve yapma bir üniversiteye karşı medresenin, küfre karşı îmanın, Batı’ya karşı Doğu’nun isyanı. Her risâle bir çığlık, şuuraltının çığlığı. Zulmün ahmakça taarruzu olmasa, bu münzevi ses böyle sayhalaşır mıydı?
“Tanzimattan beri her hisarı deviren teceddüt dalgası ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler. Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın, devrim yobazları için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki kendi yüz karaları bu. Nurcuları yok farz etmek, gaflet. Nurcular adalarında kendi hayatlarına devam edebilirler. Ama kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi fildişi kulesini yıkarak bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamaya çalışmak.
“Said-i Nursî, bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkürden çok iman."
(Bu Ülke, s. 247)
Tarihin yorumu = 28 Haziran
1363/1963
Yılı değişen Kara Kuvvetleri Günü
TSK'nın en büyük kuvvet birimi olan Kara Kuvvetlerinin "kuruluş günü" 28 Haziran olarak kabul ediliyor.
28 Haziran 1363'te teşkil olunan Yeniçeri Ocağının kuruluş gününe istinat eden bu gelenek, 1963'ten sonra tedricî bir kırılmaya mâruz kalarak değişime uğradı.
1963'te Yeniçeri Ocağının, dolayısıyla Kara Kuvvetlerinin 600. kuruluş yıldönümü vesilesiyle, nisbeten daha çok ses getirecek, daha büyük tesir uyandıracak birtakım etkinlikler düzenlendi.
Aynı günlerde Orkun mecmuasında (Sayı: 18, 15 Temmuz 1963) yazılar yazan Türkçü Nihal Atsız, bu geleneğe itiraz etti ve Kara Kuvvetlerinin Mete Han tarafından MÖ 209'da kurulmuş olduğu iddiasında bulundu. Aynı kişi, aynı iddiayı on yıl sonra bu kez Ötüken dergisinde tekrarladı.
Bu arada (1968) tarihçi Yılmaz Öztuna da, dönemin Genelkurmay Başkanı Cemal Tural'a Türk Kara Kuvvetleri'nin kuruluş tarihinin MÖ 209 olması gerektiği teklifinde bulundu.
Bu minval üzere devam eden gelişmelerle, nihayet Kara Kuvvetleri kuruluş gününün 28 Haziran şeklinde berdevam olmasına rağmen, kuruluş yılının ise, Milattan Önce 209'a çekilmesi benimsenmiş oldu.
Bu tarih, 2005'ten itibaren teşkilâtın brövesine de dahil edilmiş oldu.
28.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kur’ân'da Ebrar |
|
Feyza Hanım: “Kur’ân’da geçen ‘ebrar’ ne demektir? Açıklar mısınız?”
Kur’ân’da kökte “ebrâr” kelimesiyle buluşan birçok kelime geçiyor. Meselâ, aynı kökten gelen “El-Birr”, iyilik, güzellik, salih amel, Allah’ın makbul gördüğü iyi davranışlar, ihlâslı amel ve her türlü iyilik anlamlarında Kur’ân’da geçer.1
“El-Berr” iyilik yapan, iyilik seven, yaptığı her iş sırf iyilik ve hayır olan, asla kötülük sevmeyen ve hiçbir şekilde kötülük yapmayan, iyiliği herkese dokunan, hayırlı işleri ve itaati seven, itaatkâr kullardan hoşlanan mânâlarında Allah’ın isimlerindendir. Yani Allah, Berr’dir. Yani mutlak iyi olan, mutlak iyilik eden, mutlak iyilik seven, iyiliği ve hayrı geniş ve sonsuz olan, iyilikte hiçbir mahlûkunu ihmal etmeyen, kullarına karşı şefkati ve ihsanı bol olandır. Cenâb-ı Hak iyiliği emreder, iyilik yapan salih kullarını katında mükâfatlandırır.
“El-Berr” ismi Kur’ân’da şöyle geçer: “Derler ki: ‘Biz dünyada ailemiz arasında iken Allah’ın azabından korkardık. Allah bize lütufta bulundu. Ve iliklere kadar işleyen Cehennem azabından bizi korudu. Bundan önce biz O’na hep duâ eder, isterdik. Şüphesiz ki O El-Berru’r-Rahîm’dir (Vaadinde sadıktır, pek çok lütuf ve ihsan sahibidir, çok merhamet edicidir.)”2
Eşsiz güzellik, kusursuz ebedî kemâlat, benzersiz olgunluk ve mutlak iyilik sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın bir saadet yurdu ve sırf bir ziyafet yeri olan Cennet’te çok sevdiği kullarına daimî olarak ihsan ve ikramda bulunacağını vaad ettiğini bildiren Bedîüzzaman Hazretleri, yeryüzündeki bütün güzelliklerin Allah’ın hayret verici ve gizli kemâlâtını gösterdiğini, yeryüzünde her baharda gözleri ve gönülleri dolduran bu cömertliğin bâkî Cennet’teki ikramlara birer çağrı niteliği taşıdığını kaydeder.3
Bediüzzaman’a göre, kâinatın yüzünde serilmiş olan ve gâyet güzel, san'atlı, parlak ve süslü bulunan şu mevcûdât; ışık güneşi bildirdiği gibi, eşsiz, benzersiz, misilsiz mânevî bir cemâlin güzelliklerini bildirir; denksiz, gizli, ebedî ve mutlak bir hüsnün ve iyiliğin varlığına işâret eder. Böyle mutlak bir hüsnün ve iyiliğin varlığı ebedî olduğundan, bu iyiliğe yönelenlerin de vücutları Allah’ın izniyle ebedî olacaktır. Sınırsız derecede iyi olan ve iyilik seven Cenâb-ı Hak bunu vaad etmiştir. Kâfir bunu bilmediğinden cahilliğinin kurbanı olarak Allah düşmanı olup çıkmıştır.4
“El-Berr” Kur’ân’da kara parçası mânâsında da geçer.5 “El-Berr” isminin çoğulu “El-Ebrâr”dır. İyilik seven, hayır seven, itaatkâr, iyi ve salih olup mahşeri iyi dereceyle geçerek Cennete ulaşmış kullar için kullanılır. Kur’ân’da muhtelif âyetlerde bu isim de yoğun şekilde geçmektedir.
Buraya ilgili âyetlerden birkaçını alalım:
“Rabbimiz! Biz ‘Rabbinize iman edin!’ diye çağıran dâvetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz! Sen de günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve bize Ebrâr (iyiler zümresi) ile birlikte ölmeyi nasip eyle.”6
“Fakat Rablerinden korkan kimseler için, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar orada ebediyen kalırlar ve Allah katından ziyafetlerle ağırlanırlar. Allah katındaki mükâfat ise, Ebrâr (salih kullar) için dünya menfaatinden daha hayırlıdır.”7
“Muhakkak ki Ebrâr (ihlâs ile kulluk edenler), içine kâfur katılmış şarap ile dolu kadehten içerler. O kâfur, Cennette bir pınardır ki, Allah’ın mü’min kulları içerler ve onu diledikleri tarafa akıtırlar. Onlar adaklarını yerine getirirler ve dehşeti her tarafı kaplayan bir günden korkarlar. Kendi canlarının çektiği yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. ‘Sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz’ derler. ‘Sizden bir karşılık veya teşekkür beklemiyoruz. Yüzlerin asılacağı o dehşetli günde biz Rabbimizden korkarız.’ Allah onları o günün şerrinden korur. Yüzlerine güzellik, gönüllerine sevinç verir. Sabretmelerine karşılık onları Cennetle ve ipek elbiselerle mükâfatlandırır.”8
“Ebrâr (ihlâs ile kulluk edenler) nimetlerle dolu Cennet içindedirler. Füccâr (günaha giren kâfirler) ise Cehennem ateşindedirler.”9
“Ebrâr (ihlâs ile kulluk eden iyi kimseler) ise İlliyyûn’da kayıtlıdırlar. İlliyyûn’un ne olduğunu bilir misin? O apaçık yazılmış bir kitaptır. Ona yüksek derecelerdeki melekler şahittir. Ebrâr (iyiler, salih kullar, hayırsever kullar, itaatkâr kullar) nimetler içindedirler. Koltuklara kurulup etraflarındaki güzellikleri seyrederler. Yüzlerinde o nimetlerin parıltısını görürsün. Onlara, ağzı mühürlü halis bir şaraptan içirilir. Bir şarap ki, ardında nefis bir koku bırakır. İmrenecek olanlar, işte buna imrensin! O şaraba tesnim karıştırılmıştır. Tesnim bir pınardır ki, ondan Allah’ın rızasına yükselmiş olanlar içer. Dünyada iken mücrimler, iman etmiş olanlara gülüp dururlardı. Onların yanından geçerken birbirlerine kaş göz işareti yaparlardı.”10
Dipnotlar:
1- Bakınız: Bakara Sûresi: 44, 177, 189; Al-i İmran Sûresi: 92; Mâide Sûresi: 2; Mücadele Sûresi: 9; 2- Tur Sûresi: 26, 27, 28; 3- Sözler, s. 68; 4- Sözler, s. 69; 5- Bakınız: En’am Sûresi: 59, 63, 97; Yunus Sûresi: 22; Neml Sûresi: 63; 6- Al-i İmran Sûresi: 193; 7- Al-i İmran Sûresi: 198; 8- İnsan Sûresi: 5–16; 9- İnfitar Sûresi: 13-19; 10- Mutaffifîn Sûresi: 18-30
28.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Meryem TORTUK |
Yardımlaşma nereye saklandın? Çık ortaya |
|
Ey yardımlaşma, sen birbirimiz için hayatı kolaylaştıran bir haslettin aramızda, ama şimdi nereye saklandın? Kalbimizin neresine gömüldün, ya da sildik mi seni bencilliğimizin altında ezdik, görünmez mi kıldık?
Hani kimi yerde imeceydi adın, kimi yerde iş birliği, kimi yerde emeklerin birleştirilmesi, ama aslında gönül gönüle bir yürüyüşün adıydın. Hep birlikte türküler, şarkılar, hikâyeler eşliğinde başlanan işler göz açıp kapayana kadar biter, sen de kalpten bir teşekkür olarak dilimize dökülüp, gülen gözlerle geçerdin aramızdan. İşte şimdi hepimiz ardından, “Ne oluyor bize ki, önceden birbirimize omuz verip işlerimizi kolaylaştırırken, şimdi engellemeye çalışıyoruz?” diye sorar olduk. Korkar olduk birinden bir yardım istemeye ve birine bir yardıma koşmaya. “Acaba yanlış mı anlaşılırım, nasıl karşılanırım? Bunun altından bir şey çıkar diye mi düşünülürüm?” sorularıyla artık seni en uzağımıza atmış durumdayız.
Seninle ilgili anlatılanlar masallardan fırlamış gibi geliyor şimdi bize. Ya da çocukluğumuzun pembe maviliklerinde kaybolan bir düş gibi…
Hadi koş gel yine aramıza. Hafiflesin ağırlıklarımız, omuz omuza yürümenin tadına yeniden varsın dimağımız. Kalbimizin, ruhumuzun, düşüncelerimizin ağırlığında yürüyemez olduk. Çünkü yüreğimizi dinlendireceğimiz candan bir dosta da hasretiz aramızdan çekip gittiğinden bu yana. Artık gözlerimize bakarken bile, “acaba?”lar gelip geçiyor zihinlerimizden.
Bir eşyayı taşırken, “Şunun ucundan tutacak birileri yok mu?” diye bakıyoruz etrafımıza, ama nafile. Kimseye de diyemiyoruz ki, “Bu çok ağır bana bir yardım eder misiniz?” diye. Çünkü en masumundan isteğimizin bile karşı tarafta nasıl yankılanacağını bilemiyoruz…Yine kuşkular ve acabalarla mütereddit, üç kat yorgun ve bitkin bir halde kendi işimizi kendimiz yapmaya koyuluyoruz.
Hani teknoloji kolaylaştırdı hayatın bir çok alanını, herkes teknolojinin gücünden faydalanıyor, o yüzden de kimsenin kimseye ihtiyacı yok diye mi, düşünmeye başladık? Teknolojinin soğuk gücü aramıza girince, gücün yorumu da mı değişti? Oysa güç, kalplerdeki sımsıcak beraberliğin yüzlerdeki tebessümü değil miydi? Bir işin omuz omuza bitirilmesinden sonra yorgun bedenlerden gözlere yansıyan huzur ve mutluluğun diğer adı…
Bir de önceden erkekler bayanlara elinde büyük bir paket varsa yardıma koşar, onu elinden alıp taşırdı. Ah ki, bu da artık yok. Otogara gelen yirmi kiloya yakın paketimi taksiye taşırken etrafımda bana sadece, “Çok ağır mı?” diye soran erkeklere “Önceden erkekler, bayanlara ‘Çok ağır mı?’ diye sormak yerine, yardım ederlerdi. Şimdi seyredip, soru sormaktan öteye gitmiyorlar. Haklısınız, yardımlaşmak enayilik artık” dediğimde, senin yokluğunun ne kadar büyük bir yük olduğunu anladım…
Aslında çok önceden beri aramızdaki yokluğunun farkındaydık. Buna üzülüyorduk, ama kendi kendimize bir şeylere kalkışıp düzeltecek yetkinliğimiz de elimizden alınmış ah ki ne ah!
Mü’min olmanın sıfatlarındandı aslında birbirine yardıma koşma. Kur’ân yardımlaşmanın faziletlerinden söz ederken, Peygamberimiz (asm) buyuruyordu, “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz” diye. Kardeşliğin en büyük hasletlerinden biri olarak aramızda bizi birbirimize bağlayan büyük bir güçtün… Yokluğun iplerimizi gevşetti ve bizi buz gibi yabancılara çevirdi…
Hadi yeniden dön aramıza ve kuşku duymayalım varlığının aramızdaki güzelliğinden. Soru olma zihnimizde, koskocaman bir halat ol, kalplerimizi birbirine bağlayıp, işlerimizi kolaylaştıran…
28.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Hayatımız(da) futbol |
|
Elimde çayım, televizyonda izlediğim Türkiye’nin maçları… Yana yakıla, keyif veya üzüntüyle izlediğim maçların sonunda yorumları izlerken, içimde “Ne oluyoruz yahu!” diye bir ses kıpırdamıyor değil. Sonuçta bir oyun olan futbol, neredeyse iç dünyamın tamamını işgâl edecek. Önce Portekiz maçı gibi vahim bir sonuç, ardından hep son dakikalarda güldüğümüz İsviçre, Çek ve Hırvat maçları… İçim bir hoş oluyor. Çayımı yudumlarken, İsviçre burçlarına bayrağımızı diktik sanıyorum. Türkiye’deki belirsizlik, zamlar, geçim sıkıntıları ve gerçek gündeme ait somut veriler gözümde yok oluyor. O andan itibaren, ben de kitle psikolojisiyle “Bekle bizi Almanya” demeye başladım.
Almanya bizi beklerken, sokaklar duâ doluyordu. Yaşlı amca, “Televizyona duâ okuyup üflüyorum” diyordu. Şaşırdım… Birinin “A” dediğine diğerinin “B” dediği güzelim yurdum insanı nasıl olmuştu da bir oyundan ibaret olan futbolda ortak bir ülkü tutturmuştu? O an sanki Almanya’yı yenersek, ülke olarak gökkuşağının altından geçecek ve refah seviyesi yüksek, bilimsel ve teknolojik anlamda bütün dünyaya önder bir ülke olacaktık. Öyle olmayacaksa, kazandığımız maçların ardından, “Bugün için doğdunuz” naraları eşliğinde neden zafer sarhoşu oluyorduk? Yahut Almanya karşısında aldığımız yenilgi, neden küçük büyük hemen herkesi ağlatıyor ve müthiş bir hayal kırıklığı yaşatıyordu?
Ahmet Bey iki üç aydır ödeyemediği kirayı unutmuş, “Gördün mü, bu sefer şans yanımızda değildi. Sabaha kadar uyuyamadım. Nasıl da yenildik keferelere…” diye sinirli sinirli konuşuyor. Meltem Hanım, “Gözyaşlarımı tutamadım, ağladım” derken, anne şefkatini esirgemiyor. Hani biraz çabalasam, ben de ayak uyduracağım; ama yine de bazı şeyleri oldum olası aklım almıyor. Bir zamanlar Necip Fazıl’ın, “Bir yuvarlak, yirmi iki avanak” diye tanımladığı futbol, bizimle dalga mı geçiyordu ne? Yoksa her yüzyılın kendisine göre afyonlandığı bir eğlence sisteminin yeni adı mı oluyor futbol? Öyle ya; müthiş paraların döndüğü acayip bir sektör hâline gelen futbol, maddî ve manevî hiçbir katkısı olmadığı hâlde, neden beğenilsin ki?
Bunları düşünürken, Roma döneminde düzenlenen Gladyatör dövüşleri aklıma geliyor. Bütün Romalıların Kolezyum’da toplanarak izlediği dövüşlerle futbol arasında bir ilgi kuruluyor zihnimin en dip yerinde. Düşünün bir kere… İçinde ayak kırılmaların, hilelerin, kıran kırana mücadelenin, estetik hareketlerin ve dahi hayatta hazla ilgili ne varsa hemen hepsinin bulunduğu müthiş bir şölen olan futbol, neden diğer sporların önüne geçmiştir? Gladyatörlerin dövüşlerini izlerken, her ne kadar insanların tattıkları vahşi hazlarsa da, günümüzde futbolda bunun yumuşak şekli ve nispeten insancıl yönü insanı hazdan haza sürüklüyor. Hele o her türlü tutkunun simgesi olan topu takip ederken, kim bilir hangi hayalin bilinçaltından sürüklemesiyle doyumsuz bir zevk alıyoruz.
Hep merak etmişimdir; futbolu estetik bir öge olarak sunan ve topu istediği gibi ayağında evirip çeviren Avrupa ekolü, aynı mahareti dünyayı parmaklarında da oynatırken yapmıyor mu? Portekiz festival havasında yaşar, İspanya vurucu ve mücadeleci kimliğiyle ön plana çıkar, Fransa büyüklük taslar, Almanya her yolu mübah görür, İtalya “bekle ve gör” edası takınır ve Hollanda, “Beni de unutmayın” havasında racon kesmeye çalışır… Türkiye ise bunu hayat memat meselesi yapar ki, o yüzden kazandığımız maçların ardından kalp krizleri yaşanıyor, silâhlar sıkılıyor ve çoğu zaman da günahsız insanlar serseri kurşunlara hedef oluyor. Olsun, işin ucunda zafer var (!)
Anlaşılan futbol revaçta olduğu sürece, daha çok tahlil yapacağız. Hele ki, geçenlerde izlediğim bir haber kuşağında AB’de birliği sağlamak ve anlaşmazlığı gidermek amacıyla bir Avrupa futbol takımı kurma fikrinin ortaya atıldığını görünce, meselenin ne kadar ciddî olduğunu düşünmeye başladım. Eee, futbol bu, şakaya gelmez. Spor yazarlarının deyimiyle: Futbol matematik değildir.
28.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
“Ha bu iktidardan bizi kurtarun da!” |
|
Havaların ısınması, Türkiye’nin ‘yaz tatili’ne girmiş olması siyasetteki harareti düşürmeye yetmedi. Bir yandan iktidar partisine karşı açılan ‘kapatma dâvâsı’, öte yandan ‘yeni 28 Şubat planları’nın yapıldığı yönündeki haber ve iddiâlar siyasî harareti de arttırıyor.
Siyasetin geleceğiyle ilgili belirsizlik, siyasî partileri de tedirgin ediyor. Bilhassa muhalefet partileri, her an yapılabilecek bir ‘erken genel seçim’ için şimdiden hazırlık yapma telâşında.
Bu cümleden olarak, Demokrat Parti de bir yandan tabanını toparlamaya çalışırken, bir yandan da muhtemel bir ‘baskın seçim’e hazırlıksız yakalanmamak için çalışmalarını hızlandırmış görünüyor. DP Genel Başkanı Süleyman Soylu, iki ay önce başlattığı ve ‘halkla birlikte siyaset’ olarak isimlendirdiği “beyaz yürüyüş”ün Karadeniz ayağı için Rize ve Tarabzon’a iki günlük bir gezi düzenlemişti. Dâvet üzerine biz de bu geziyi takip etme imkânı bulduk.
Hemen ifade edelim ki, siyasî parti aktörleri, Soylu’yu ‘genç’ görme hatasına düşmesinler. Çünkü Soylu, 39 yaşında olmasıyla ‘genç’tir, ama siyasete sonradan gelen bir isim değildir. Genel Başkan olduğu siyasî çizginin her kademesinde görev alarak ve aldığı görevlerin de hakkını vererek bu noktaya gelmiştir.
‘Beyaz yürüyüş’ün Karadeniz ayağı için Rize’nin Çayeli ilçesinde yapılan parti kongresine katılan Soylu, partililere anlamlı mesajlar verdi. Türkiye’nin gündemini meşgul eden “Kimin sözü dinlenecek?” sorusunun cevabı bu mesajlardaydı. Bürokrasi anlayışıyla siyaset yapan bir kısım muhalefet partileri, korku üreterek bazı tartışmalı kavramları ‘kurucu irade’ olarak dayatmak istiyor. Soylu ise, yaptığı her konuşmada bu dayatmaya itiraz ediyor ve “Bizim için bir tek ‘kurucu irade’ var, o da milletin iradesidir” diyor. Milletin hür iradesini önceleyen, onu esas almak gerektiğini hatırlatan bu yaklaşımın taraftar bulmaması mümkün değil.
Tabiî ki ‘beyaz yürüyüş’ esnasında ortaya çıkan görüntüler, sağlıklı bir değerlendirme yapmak için yeterli değildir. Nihayetinde millet ciddî geçim sıkıntısı çekiyor ve şu an için siyasî bir hava yok. Hemen hiçbir parti ‘seçim çalışması’ yapmıyor. Bu şartlar altında millete gitmek, onlarla temas kurmak, konuşmak, tartışmak; her siyasetçinin göze alabileceği bir iş değil. Başlı başına bu ‘yürüyüş’ bile bir cesaret işi. Soylu’nun ‘beyaz yürüyüş’ünü biraz da bu yönüyle değerlendirmek lâzım.
Karadeniz çok sayıda siyasetçi çıkardığı için, ‘hemşehrilik siyaseti’ ağır basan bu yapı içerisinde yer bulmak kolay değil. DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun baba ocağı da Trabzon’un Of ilçesi. Hem Mesut Yılmaz, hem de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da Karadenizli (Rize) olduğu dikkate alınırsa Mecliste temsil edilmeyen bir partinin genel başkanının ‘yer bulması’nın zorluğu biraz daha iyi anlaşılır.
Bütün bunlara rağmen, DP, yeni Genel Başkanına yürekten sahip çıkmış görünüyor. ‘Yer bulma’nın en zor olduğu Çayeli ilçe girişinde DP konvoyunun önünü kesen ve DP Genel Başkanı Soylu’ya haykıran bir hanım ‘seçmen’; milletin ne kadar çaresiz, kızgın ve arayışta olduğunu herkese gösterdi. Hanım seçmen şöyle diyordu: “Ha bu iktidardan bizi kurtarun da!”
Çayeli böyle diyorsa, “beyaz yürüyüş” hedefine ulaşacak demektir...
28.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Demokratik direnç dersi… |
|
eçtiğimiz gün Demokrat Parti’nin düzenlediği Doğru Yol Partisi’nin kuruluşunun 25. yılı kutlamasında, Türk demokrasisi ve siyaseti için birçok mesaj verildi.
Kurucular adına konuşan eski bakanlardan Esat Kıratlıoğlu’nun dikkat çektiği özellikle DYP’nin kuruluşundaki gayretler, demokratik mücadele bayrağı…
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbe ve “postmodern darbe”ler dönemindeki baskıları nazara veren Kıratlıoğlu’nun anlattığı 12 Eylül’ün ardından DYP’nin kuruluşu sırasında gösterilen demokratik direnç, dünden bugüne bütün yakın siyasî tarihten siyasete yol gösterici bir ışık.
Demirel ve arkadaşlarının Zincirbozan’da olduğu esnada, ancak 11 gün tahammül edilen Büyük Türkiye Partisi’nin ihtilâl idaresince re’sen kapatılmasından sonra kendisinin de içinde bulunduğu beş kişilik heyetin DYP’nin kurulması için canla başla yaptıkları çalışmalar, antidemokratik dayatmalara karşı demokratik şuurun şahâne bir örneği.
Tesbit edilen kurucuların peş peşe “ihtilâl konseyi” tarafından veto edilmesi, Ankara’da sürekli tâkip edilmelerinden ve dinlenilmelerinden dolayı her gün birkaç yer değiştirip toplantılarını başka başka bürolara ve evlere taşımaları, hatta vazgeçirmek için açıkça tehdit edilmeleri; Anadolu’da 13 bin beş yüz ismin tesbiti ve parti teşkilâtı için müracaatlarının sağlanması hususunda yaptıkları çalışmalar…
Ve onca veto ve baskıdan sonra nihâyetinde DYP’nin kurulması, seçimlere girmesi; devamında birinci parti olup yeniden iktidara gelmesi…
“İNANÇ HAKKI, EĞİTİM
HAKKIYLA TAKAS EDİLEMEZ”
Kıratlıoğlu’nun söylediği beş kişiden biri de Necmettin Cevheri. Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi hükûmetlerinde çeşitli bakanlıklarda bulunmuş ve Başbakan Yardımcılığı yapmış, okuyan, araştıran bilge bir devlet adamı olan Cevheri, engin siyasî tecrübesiyle son siyasî süreçteki gelişmeleri değerlendiriyor.
Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi iktidarlarında Türkiye’nin maddî ve mânevî kalkınma hamlesini hatırlatan Cevheri, her birine birer misal veriyor.
Türkiye’de seksen bin imam ve müezzine kadro verilerek devlet memuru yapıldığını, bunun hiçbir gerginlik ve sıkıntıya sebep olmadığını anlatıyor. Keza maddî kalkınmaya misal olarak da GAP’ı gösteriyor.
“12 Eylül olmasaydı 19 Eylül’de GAP’ta barajın temelini atacaktık. Diğer barajlar daha önce yapılmıştı. Ne var ki GAP’taki yüzde 15 sulamanın ötesine geçilemedi, ancak yüzde 5 yapıldı. Özal da, Anasol hükûmetleri de, AKP de GAP’ı hep ihmal etti” diye yakınıyor.
Son zamanların çokça tartışılan başörtüsü yasağı hakkında, “Eğitim hakkı ve inanç hakkı bir insanlık hakkı; eğitim hakkı inanç hakkıyla takas edilemez” tesbitini yapıyor. Başörtüsü yasağına karşı yasa çıkarılmasının yanlış olduğunu; zira yasanın bu defa “kamuda yasaklamayı” öngören bir yasal düzenlemeyi gerektireceğini belirtiyor.
Son süreçteki sıkıntının “Cumhurbaşkanı seçimi”yle başladığına işâret eden Cevheri, “Gerginlik, başörtüsü hakkındaki anayasal değişikliklerle tavan yaptı. Başbakan inisiyatif göstermeliydi; Cumhurbaşkanlığı konusunda başka bir formül bulmalıydı” diye konuşuyor.
Son genel seçimlerden sonra Meclis’te kendisine “340 milletvekilinin anlamı”nı soran genç bir milletvekiline, “Buna çok dikkat etmelisiniz; kendi rakibiniz artık kendinizsiniz” dediğini aktaran Cevheri, demokrasilerde milletin emânet ettiği demokratik irâdeyi ve siyasî sorumluluğu taşımanın, taşıyabilmenin çok önemli olduğunu bildiriyor.
DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ…
Başbakan’ın partisini grubunda “Bu trenden inen bir daha binmez” çıkışının oldukça “anlamlı” olduğunu, bunun “tehdit”in ötesinde “trene binmenin kendi elinde olduğu; parti kapatılsa da, ‘izni’yle ancak trene binileceği, milletvekillerinin bölgelerindeki seçmen desteğinin hiçbir önemi olmadığı” anlamına geldiğini ifâde ediyor. “Bence bu daha vâhim” diyor. Oysa Demirel’in bazen olurdu ki bir maddeyi gruptan ya da yönetim kurulundan geçirmek için canı çıkardı” diye olaylarla naklediyor.
Osmanlıların daha şimdi ancak sekiz bin nüfuslu - küçük bir kasaba olan Söğüt’ten çıkıp dörtyüz askerle bir Osmanlı devletini kurduğunu kaydeden Cevheri, günümüzdeki “laiklik” tartışmalarını ve din ve vicdan hürriyetini şu sözlerle değerlendiriyor:
“Osmanlı padişahlarına “Zıllüllah” (Allah’ın hâkimiyetinin gölgesi) denirdi, “Halife-i ruy-u zemin” denilirdi. “Peygamberin vekili” denilirdi. Ama Osmanlı bırakın Müslüman’a; Ermeni’ye, Rum’a, gayr-ı Müslime bile her türlü hürriyet ve müsâmahayı gösterirdi. Din ve vicdan hürriyeti tam mânâsıyla işliyordu. Ne var ki Osmanlının Ermeniye, Ruma gösterdiği müsâmahayı şimdi biz birbirimize göstermiyoruz…”
Cevheri’nin değerlendirmeleri, demokratik direnç ve sorumluluk şuuru açısından ibret verici derslerle dolu…
28.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Gezi Eki Pdf
|
|
|
|
|
|