eçtiğimiz gün Demokrat Parti’nin düzenlediği Doğru Yol Partisi’nin kuruluşunun 25. yılı kutlamasında, Türk demokrasisi ve siyaseti için birçok mesaj verildi.
Kurucular adına konuşan eski bakanlardan Esat Kıratlıoğlu’nun dikkat çektiği özellikle DYP’nin kuruluşundaki gayretler, demokratik mücadele bayrağı…
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbe ve “postmodern darbe”ler dönemindeki baskıları nazara veren Kıratlıoğlu’nun anlattığı 12 Eylül’ün ardından DYP’nin kuruluşu sırasında gösterilen demokratik direnç, dünden bugüne bütün yakın siyasî tarihten siyasete yol gösterici bir ışık.
Demirel ve arkadaşlarının Zincirbozan’da olduğu esnada, ancak 11 gün tahammül edilen Büyük Türkiye Partisi’nin ihtilâl idaresince re’sen kapatılmasından sonra kendisinin de içinde bulunduğu beş kişilik heyetin DYP’nin kurulması için canla başla yaptıkları çalışmalar, antidemokratik dayatmalara karşı demokratik şuurun şahâne bir örneği.
Tesbit edilen kurucuların peş peşe “ihtilâl konseyi” tarafından veto edilmesi, Ankara’da sürekli tâkip edilmelerinden ve dinlenilmelerinden dolayı her gün birkaç yer değiştirip toplantılarını başka başka bürolara ve evlere taşımaları, hatta vazgeçirmek için açıkça tehdit edilmeleri; Anadolu’da 13 bin beş yüz ismin tesbiti ve parti teşkilâtı için müracaatlarının sağlanması hususunda yaptıkları çalışmalar…
Ve onca veto ve baskıdan sonra nihâyetinde DYP’nin kurulması, seçimlere girmesi; devamında birinci parti olup yeniden iktidara gelmesi…
“İNANÇ HAKKI, EĞİTİM
HAKKIYLA TAKAS EDİLEMEZ”
Kıratlıoğlu’nun söylediği beş kişiden biri de Necmettin Cevheri. Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi hükûmetlerinde çeşitli bakanlıklarda bulunmuş ve Başbakan Yardımcılığı yapmış, okuyan, araştıran bilge bir devlet adamı olan Cevheri, engin siyasî tecrübesiyle son siyasî süreçteki gelişmeleri değerlendiriyor.
Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi iktidarlarında Türkiye’nin maddî ve mânevî kalkınma hamlesini hatırlatan Cevheri, her birine birer misal veriyor.
Türkiye’de seksen bin imam ve müezzine kadro verilerek devlet memuru yapıldığını, bunun hiçbir gerginlik ve sıkıntıya sebep olmadığını anlatıyor. Keza maddî kalkınmaya misal olarak da GAP’ı gösteriyor.
“12 Eylül olmasaydı 19 Eylül’de GAP’ta barajın temelini atacaktık. Diğer barajlar daha önce yapılmıştı. Ne var ki GAP’taki yüzde 15 sulamanın ötesine geçilemedi, ancak yüzde 5 yapıldı. Özal da, Anasol hükûmetleri de, AKP de GAP’ı hep ihmal etti” diye yakınıyor.
Son zamanların çokça tartışılan başörtüsü yasağı hakkında, “Eğitim hakkı ve inanç hakkı bir insanlık hakkı; eğitim hakkı inanç hakkıyla takas edilemez” tesbitini yapıyor. Başörtüsü yasağına karşı yasa çıkarılmasının yanlış olduğunu; zira yasanın bu defa “kamuda yasaklamayı” öngören bir yasal düzenlemeyi gerektireceğini belirtiyor.
Son süreçteki sıkıntının “Cumhurbaşkanı seçimi”yle başladığına işâret eden Cevheri, “Gerginlik, başörtüsü hakkındaki anayasal değişikliklerle tavan yaptı. Başbakan inisiyatif göstermeliydi; Cumhurbaşkanlığı konusunda başka bir formül bulmalıydı” diye konuşuyor.
Son genel seçimlerden sonra Meclis’te kendisine “340 milletvekilinin anlamı”nı soran genç bir milletvekiline, “Buna çok dikkat etmelisiniz; kendi rakibiniz artık kendinizsiniz” dediğini aktaran Cevheri, demokrasilerde milletin emânet ettiği demokratik irâdeyi ve siyasî sorumluluğu taşımanın, taşıyabilmenin çok önemli olduğunu bildiriyor.
DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ…
Başbakan’ın partisini grubunda “Bu trenden inen bir daha binmez” çıkışının oldukça “anlamlı” olduğunu, bunun “tehdit”in ötesinde “trene binmenin kendi elinde olduğu; parti kapatılsa da, ‘izni’yle ancak trene binileceği, milletvekillerinin bölgelerindeki seçmen desteğinin hiçbir önemi olmadığı” anlamına geldiğini ifâde ediyor. “Bence bu daha vâhim” diyor. Oysa Demirel’in bazen olurdu ki bir maddeyi gruptan ya da yönetim kurulundan geçirmek için canı çıkardı” diye olaylarla naklediyor.
Osmanlıların daha şimdi ancak sekiz bin nüfuslu - küçük bir kasaba olan Söğüt’ten çıkıp dörtyüz askerle bir Osmanlı devletini kurduğunu kaydeden Cevheri, günümüzdeki “laiklik” tartışmalarını ve din ve vicdan hürriyetini şu sözlerle değerlendiriyor:
“Osmanlı padişahlarına “Zıllüllah” (Allah’ın hâkimiyetinin gölgesi) denirdi, “Halife-i ruy-u zemin” denilirdi. “Peygamberin vekili” denilirdi. Ama Osmanlı bırakın Müslüman’a; Ermeni’ye, Rum’a, gayr-ı Müslime bile her türlü hürriyet ve müsâmahayı gösterirdi. Din ve vicdan hürriyeti tam mânâsıyla işliyordu. Ne var ki Osmanlının Ermeniye, Ruma gösterdiği müsâmahayı şimdi biz birbirimize göstermiyoruz…”
Cevheri’nin değerlendirmeleri, demokratik direnç ve sorumluluk şuuru açısından ibret verici derslerle dolu…
28.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|