Sıcaklar bahanesiyle açılıp saçılmalar aldı başını gidiyor. Her türlü müstehcenlik dolu dizgin. Caddelerde sokaklarda insanın ar damarını çatlatan, insan olmanın şerefini ayaklar altına alan çirkin mi çirkin insan manzaraları...
Ancak gizli mahfillerde işlenen iğrenç hâl ve tavırlar; artık pervasızca herkesin gözleri önünde, cadde ortalarında sergileniyor. Hiç kimsede çıt yok. Kendi adıma söylüyorum; mecbur kalmadıkça çarşı pazara çıkmıyorum. Mecbur kaldığım zamanlarda da âcilen, işlerimi bitirir bitirmez evime dönüyorum.
Bu arada insan sormadan edemiyor, malûm çevreler hangi hakla, hangi niyetle baskı altında olduklarını, istedikleri hayatı yaşayamadıklarını söyleyip habire hükûmete yükleniyorlar. “Mahalle baskısı” var dediklerinin bir mantığı, bir dayanağı var mı gerçekten? Kumarhaneler harıl harıl çalışıyor... Adım başı tekel bayileri gece gündüz demeden alış verişte. Açık veya kapalı yerlerde içki âlemlerini görmeyen yok. Sigara ve içki, uyuşturucu alışkanlığı ilköğretim okullarına kadar girmiş.
Dünyanın neresinde bu sınır tanımaz yaşantı biçimi var? Veya insanlık tarihinde sınırsız hürriyetin bir tarifi var mı? Şehevâni, nefsânî duyguları tatmin etmenin özgürlükle bir alâkâsı var mı? Öyle dahi olsa, şahsî keyiflerimizi, zevklerimizi tatmin için çevremizdeki insanları rahatsız etmeye hakkımız var mı?
Görünen o ki, Türkiye “hem suçlu, hem güçlü” insanların yaşadığı bir ülke... Güçlü bir azınlığın, haklı fakat sessiz bir çoğunluğa hükmettiği bir memleket... Pervasız bir azınlığın, sesi soluğu çıkmayan büyük bir çoğunluğu esir aldığı bir ülke... Her türlü gayr-i ahlâkî yaşantının, her çeşit sefihliğin “şahsî özgürlük” adı altında sonuna kadar yaşanılması âdet haline getirilen bir yurt.
Ucu dinimize, kudsî değerlerimize dokunmadığı veya onlara bir zarar ziyan olmadığı sürece, siyasetle, siyâsî iktidarla alâkalı hiçbir meseleyi dillendirmeye, yazmaya prensip olarak niyetli değilim. Yazdıklarımı takip edenler, bunun böyle olduğunu bilirler. Çünkü siyâsî yazıları yazan diğer arkadaşlar var. Ama bakıyorsunuz ki, gerek siyasî iktidardan, gerekse muhalefet dediğimiz partilerden veya milletvekillerinden, inançlarımıza, kudsî değerlerimize öyle hücumlar, öyle tecavüzler oluyor ki; “Bu siyasî bir meseledir, beni alâkadar etmez” diyemiyorsunuz. Ve işte böyle durumlara girildiğinde, bizde makul olan cevap hakkımızı kullanıyoruz ki, zaten bu çeşit yazılara da siyasî yazı denemez.
Maalesef acı bir gerçektir ki, bizler ülfet sâikasıyla farkında olmasak da, uzunca bir süredir ülkemizde korkunç bir ahlâkî yozlaşma yaşanıyor. İnsanımızı tehdit eden bu ahlâkî erozyon maalesef gittikçe artıyor. Bu yozlaşmadan en çok zarardîde olanlar da başta tâife-i nisâ olmak üzere çocuklar ve gençlerdir.
Bu duruma sebebiyet verenler var... Bu acı felâkete karşı lâkayt kalıp seyirci olanlar var... Sebep olanlar belli... Medya dediğimiz, internet, televizyon, gazete ve dergiler... Tamamen kontrolsuz, denetimsiz bir şekilde çirkin yayınlarına devam etmekte olan bu yayınların yaptıkları dehşetli tahribâtı ifadeye dilimiz, kalemimiz kâfî gelmez.
Bu tehlikeli gidişe seyirci kalanların başında da, ne acıdır ki, birinci derecede sorumlu anne ve babalar var. Anne-baba olmayı, sadece evlenip çoluk-çocuk sahibi olmak veya onların karınlarını doyurmak olarak bilen böylesi valideynlere söylenecek o kadar söz var ki... Yine de hesap günü gelmeden, anne-baba olmanın sorumluluğunu derk edip, çocuklarına sahip çıkmalarını temennî ediyoruz.
Kötü gidişe, ahlâkî yozlaşmaya karşı sorumluluk taşıdığı halde, seyirci kalmayı tercih eden kurum da devletimiz... Ve devletin en önemli bir kurumu olan hükûmet... Vatandaşını maddî ve mânevî tehlikelerden korumakla vazifeli devletimiz ve muhafazakâr görünümlü hükûmetimiz, ne yazık ki bazı sorumluluklarının farkında değil.
29.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|