Aziz okurlarım, mazur görünüz, yine duygularımla huzurunuzdayım. Mantığın, muhakemenin, fikrin, vicdanın ve hukukun rafa kaldırıldığı bir hengâmede; hayallerime, duygularıma, şiirlerime ve edebiyatıma sığınmayı yeğlerken, sizleri de bu “çaresizlik” çaresine, bu “çıkışsızlık” çıkışına dâvet ediyorum. Hal-i pür melâlimizi edebî nüktelerin hazzına dalarak, ağlayışlarımızın gülüşüyle, gülüşlerimizin ağlayışıyla ıslanarak zikredelim. Sıkıntılarımızı ve dertlerimizi tesbih taneleri gibi çekerek “Hû” diyelim. Dünyamızın, maddemizin, mal ve bedenimizin mahvına razı olma pahasına, ruhumuzun ve mânâmızın, efkâr ve idealimizin kurtulmasına çalışalım.
Bir zamanlar, “Sonu ağlamak olan “gülmek” lezzet vermiyor, / Gülüşüm sona kalsın, “ağlamak” istiyorum” demişim.. Farkında olmadan, yüzbinlere tercüman olmuşum.. O yüzbinlerden biri de, gazetemiz yazarlarından Faruk Çakır’ın kendisiyle röportaj yaptığı İclal Nur kızımızdır. O da gülüşünü, bütün bir milletin güleceği zamana saklayarak, şimdilik ağlamayı tercih edenlerden olmuştur. Hem de zayıf ve ümitsiz görünmemek için, gözyaşlarını içine akıtarak.. Hem de kendi derdini unutup, imtihana girebilmek için, pişmanlık ve mahcubiyet içinde istemeyerek başlarını açanların acıklı hallerini düşünerek..
Demek ki, tarih tekerrür ediyormuş. Tam çeyrek asır önce yaşananlar, gafletimiz, siyasî sakarlığımız, yol ve metod bilmezliğimiz, kısacası Ahirzaman Müceddidi’nin içtimaî ve siyasî reçetelerine riayetsizliğimiz sebebiyle hâlâ cascanlı önümüzde duruyormuş.. İşte tam çeyrek asır önce üniversite kapısında başını açmak zorunda bırakılan bir kızımızın şiirleşen gözyaşları:
Masum kız ağlıyordu, şöyle geçerken gördüm.
Görmeliydim, çünkü ben ne sağır, ne kördüm..
Ağlıyordu, kapatıp ellerini yüzüne,
Bakmadan İstanbul’un neş’eli gündüzüne..
Mevsim kıştı, ay Şubat, günü sanırsın bahar..
Yaklaştım masum kızın, az yakınına kadar..
Âlem pürneşe olup, ağlarken böyle biri,
Oldum ben oracıkta bir kulak misafiri..
Ve konuştu, dönerek bir kız arkadaşına,
Pişmanlık duygusunu, katarak gözyaşına..
“Nasıl ağlamayayım, çünkü başımı açtım.
İşim görülsün diye, sanki buna muhtaçtım(!)”
Konuştukça ağlıyor, ağlıyordu masum kız,
Kalbî duygularından alarak sürekli hız..
“Yalandır, doğru değil başka söz, başka yorum!
Örtünmek istiyorum, örtünmek istiyorum!.”
.............................................................
.............................................................
Çare olmamış lâkin, açılmış olmak o an,
“Her zaman açmalısın başını” demiş dekan.
Dedim: Söyle, kaçıncı sınıftasın, ey bacı!
Dedi: “Son sınıftayım, olacağım eczacı.”
...............................................
Olmak mı lâzım, yani hamiyetsiz, vicdansız?
Dedim, hükmüm yok bari, olaydım keşke kansız!..
Evet, “Sessiz Esen Yel” adlı kitabımızdan kısmen aktardığım bu şiir, o zamandan bu zamana nelerin hâlâ değişmediğini, artarak devam ettiğini gösteriyor. Yine o zamandan, yani bir çeyrek asır öncesinden bir anekdot:
12 Eylül sonrası, üniversitelerde başörtüsü yasağı yürekleri acımasızca yakarken, tıp fakültesi son sınfta olan kızcağızın babası müftüymüş. Bir gün aniden kapıdan geri çevrilince şaşkına dönmüş.. Vicdanen, kalben ve imanen işin içinden çıkamayınca “fetva” için babasına koşmuş.. Babası, meseleyi kızının kalbine ve gönlüne havale etmekle beraber, yarım ağızla “Altı ay içinde nasıl olsa diplomanı alıp kurtuluyorsun. Bu süreyi, okulda başını açarak, dışarda takarak geçirebilsen..” diyebilmiş. Kızı da bunu “fetva” kabul edip gitmiş.. Bir süre sonra, yüzü ağlamaklı, fakat içi ferahlı, manen muzaffer eda ile babasına dönmüş, “baba yapamadım, başımı açamadım” demiş..
— Neden kızım?
— Babacığım, insanların meraklı bakışları arasında, şu elim bir kaç defa başıma gidip döndü. Ama her defasında elim boş döndü. Ve bir an şöyle düşündüm: “Evet, okulun bitmesine altı ay süre var ama, ömrümün bitmesine ne kadar süre kaldığını bilmiyorum ki.. Ya bu süre içinde ölürsem..”
Babanın gözlerinden akan yaşlar, kızının alnına kondurduğu öpücüğe karışmış..
29.06.2008
E-Posta:
[email protected]
|