"Gerçekten" haber verir 29 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tesettür Risâlesi keşfedilirken (11) : KADINLAR İÇİN EN ETKİLİ GÜVENLİK: TESETTÜR



eçtiğimiz hafta Tesettür Risâlesinin Dördüncü Hikmeti üzerinde durmuştuk. Burada tesettürsüzlüğün evlenme kararını etkilediğini, en asrî gencin dahi eşinin açık saçık olmasını istemediğini, dolayısıyla bekâr kalıp muhtemelen fuhşa gireceğini belirtir Bediüzzaman Hazretleri.

Peygamberimizin (asm) “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle iftihar edeceğim” hadisini aktarır. Tesettürsüzlüğün dolaylı olarak nüfus artışını da etkilediği çıkarımını yapmak yanlış olmayacaktır onun bu tesbitlerinden. Nitekim “cinsel özgürlüğün” egemen olduğu Batı ülkelerinde yaşlı nüfusun fazlalığı, genç nüfusun azlığı büyük bir problemdir.

Bu çalışmamızda da geçen hafta bitiremediğimiz Dördüncü Hikmet’in son paragrafları üzerinde durmaya çalışalım.

DÖRDÜNCÜ HİKMET (3)

“Memleketimiz, Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada düello gibi çok şiddetli vasıtalarla açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin karısına pis nazarla bakan boynuna kefenini takar sonra bakar. Hem memâlik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar o memleket gibi bârid ve camiddirler. Bu Asya yani âlem-i İslâm kıt’ası ona nispeten memâlik-i hârredir. Malûmdur ki muhitin insanın ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O bârid memlekette soğuk insanlarda hevesât-ı hayvaniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık saçıklık belki çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta medar olmaz. Fakat seriütteessür ve hassas olan memâlik-i harredeki insanların hevesât-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyiç edecek açık saçıklık elbette çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta ve neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebeptir. Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder. O vakit her ayda on beş gün kadar hayız gibi ârızalar münasebetiyle kadından tecennüp etmeye mecbur olduğundan nefsine mağlûp ise fuhşiyâta da meyleder.”

KIYAS-I FASİT

Yani yanlış kıyas. Bediüzzaman Hazretleri “Anadolu’nun İstanbul’a ve İstanbul’un Avrupa’ya mukayese edilmesini” böyle tanımlar. Özellikle haysiyet kırıcı neşriyatıyla İslâm ahlâkını sarsan, halkı yanlış yönlendiren gazeteleri, kaleme aldığı makaleleri ile reddeder. “Elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Erkeğe tiyatrocu karı libası yakışmaz. Avrupa’nın hissiyâtı İstanbul’da tatbik olunmaz” der. (Divan-ı Harb-i Örfî, Beşinci Cinayet)

Başka bir eserinde de bir dükkân, bir kışla olan Avrupa’nın tarla, cami hükmünde olan Asya ile mukayese edilemeyeceğini; zira kışla ile mescid vaziyetinin bir olmadığını ifade eder. Çoğu peygamberin Asya’da, ekser felsefecinin Avrupa’da zuhurunun kaderin bir işareti olduğunu belirtir. Asya’yı din ve kalp geliştirecektir. Felsefe din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemelidir. Sonra İslâm dinini, Hıristiyanlığa kıyas edip, Avrupa gibi dine lâkayt olmak büyük bir hatadır. (Mektûbât, 26. Mektub Beşinci Mesele)

Memleketimizin Avrupa’ya kıyas edilmemesi gerektiğinin birinci sebebi düello gibi “çok şiddetli vasıtalarla” açık saçıklık içinde bir derece namusun muhafaza edilmesidir.

DÜELLOYA DÂVET EDİYORUM!

Düello kelimesinin lûgat anlamı, hakareti tâmir için iki kişi arasında, hususan Avrupa’da şahitler önünde yapılan silâhlı çarpışma olarak verilir. Klâsik Batı edebiyatının seçme eserlerinde düello sahneleri önemli bir yer tutar.

Onurunun zedelendiğine inanan kişi, muhatabını düelloya dâvet ettiğinde, suçlayan ve suçlanan arasındaki dâvâyı yargıçlar delil bularak çözemezse tarafların çarpışmasını isterdi. Haklı olanın yenilmeyeceğine inanıldığından düelloyu kaybeden eğer ölmemişse, suçu ispatlanmış sayılarak cezalandırılırdı.

OLDUKÇA CAYDIRICI BİR METOT!

Memleketimizin Avrupa’ya kıyas edilmemesi gerektiğinin ikinci sebebi, genelde soğuk iklime sahip olan Avrupa ülkelerinde yaşayanların mizaçlarının da iklimleri gibi soğuk olmasıdır. Ama sıcak Asya ülkeleri öyle mi?

İKLİM, İNSANI ETKİLER

Batı dünyasında tıp ilminin kurucusu olarak kabul gören Hipocrates de, İslâm bilginlerinden İbni Haldun da aynı gerçeğe işaret eder. “Mukaddime” isimli eserinde iklimin insan karakteri üzerinde etkili olduğunu anlatır İbni Haldun.

İbni Haldun’a göre hayvan, bitki ve madenlerin insanların mizaçları üzerinde tesiri vardır. (Haldun, 1982, c.1, s. 332-352)

Bediüzzaman Hazretleri, Hipocrates ve İbni Haldun’un bilim tarihine mâl olmuş bu bilgilerini tasdik eder.

BİYOMETEOROLOJİ

Binlerce yıllık bu bilgi birikimi, günümüzde bir bilim dalının doğmasına da sebep olmuştur: Biyometeoroloji.

Biyometeoroloji, iklim ve hava durumunun insan üzerindeki etkilerini inceler.

Her şey bir yana iklimin kültür üzerindeki etkileri aslında belirgindir. Sözgelimi halk oyunlarında Karadeniz’in hırçın dalgalarını aksettiren müzik ve hareketler, yöre insanının da değişken mizacını anlatır. Ege’nin sıcak ikliminin akislerini zeybek ve efe oyunlarında müşahede etmek mümkündür.

Evet, iklim insanların mizacını, müziğini, giyimini, ekonomisini, her şeyden önemlisi ahlâkını etkiler.

BARİD BİR MEMLEKET: İSVEÇ

Avrupa’yı etkileyen ve “Cinsel Özgürlük!” sloganıyla gerçekleştirilen harekette İsveç merkez konumundaydı. “68 Kuşağı” olarak adlandırılan bir nesil bütün Avrupa ülkeleri gibi İsveç’te de sınırsız cinsellikle yetişti. İsveç Hükûmeti diğer ülkelerden farklı olarak hukukî açıdan da bütün kanunları bu değişim doğrultusunda düzenledi. Fakat geçen zaman, uygulamanın hatalarını ortaya çıkardı. Cinsel hastalıklar, gayr-i meşrû çocuk sayısındaki artış, boşanmalar, yaşlı nüfusun çoğalması, kadınlarda depresyon olaylarının artması yeni hukukî düzenlemeleri gündeme getirdi.

Bediüzzaman Hazretlerinin “O bârid memlekette soğuk insanlarda hevesât-ı hayvâniyeyi tahrik etmek ve iştihayı açmak için açık saçıklık belki çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta medar olmaz” cümlesini okuyup da, hatasından dönen İsveç’i hatırlamamak mümkün değil.

NESLİN ZAAFİYETİ

Sıcak memleketler diyarı ve çoğu İslâm ülkesini barındıran Asya’da tesettürsüzlük neslin zayıflamasına varan problemler getirir der Bediüzzaman Hazretleri.

Üstelik açık saçıklıkla devamlı tahrik olan ve kuvvetten düşen erkeğin, her ay en fazla 15 gün kadınlığa mahsus özürden dolayı eşine de yaklaşamadığından nefsine mağlûp olup fuhuşa girme tehlikesi de mevcuttur.

Yetişen yeni neslin zayıf bünyesi ile türlü çeşit hastalıklarla boğuşmasında tesettürsüzlüğün de etkili olduğunu hiç düşünmüş müydünüz?

Erkeğin güçten düşmesi, bünyesi zayıf çocukların doğumu ve fuhuş tehlikesi…

Evet bunlar büyük ölçüde tesettürsüzlüğün yol açtığı problemlerdir der Bediüzzaman.

DÖRDÜNCÜ HİKMET (4)

“Şehirliler, köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde, bedevîlerde derd-i maîşet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle, hem şehirlilere nispeten nazar-ı dikkati az celp eden masume işçi ve bir derece kaba kadınların kısmen açık olmaları hevasât-ı nefsâniyeyi tehyice medar olamadığı gibi serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan şehirdeki mefâsidin onda biri onlarda bulunmaz. Öyle ise onlara kıyas edilmez.”

KÖY KADINLARI

Evet, Bediüzzaman Hazretleri yazımızın başında ifade edildiği gibi köylerin İstanbul’a, İstanbul’un Avrupa’ya mukayese edilmesinin yanlış olduğunu ifade edip, sebeplerini açıklar.

Güneşten kavrulmuş, toprakla hemhâl olmaktan yorulmuş, geçim derdiyle meşgul köy kadınları ile bakımlı şehir kadınlarını da aynı şekilde değerlendirmek yanlıştır.

SICAK-KALABALIK-SUÇ

Sosyal psikologların yapmış olduğu deneyler sıcak ve kalabalık ortamlarda saldırganlık duygularının arttığını, dolayısıyla suç oranlarının yüksek olduğunu göstermektedir. Yani büyükşehirlerdeki hayat, kırsal bölgelere kıyasla çok stresli ve suç işlemeye meyillidir. Buna işsiz erkekleri de eklerseniz şehirlerde kadınların güvenliğini tehdit eden ne kadar çok sebep olduğu ortaya çıkar.

Gerçekten de köylerle mukayese edildiğinde şehirlerde işsiz erkekler daha fazladır. Kıraathane, cafe, bar adı altında sokaklara taşan görüntüleriyle, boş gözlerle, sözlerle Bediüzzaman’ın tâbiriyle “serseri”lik yapmaktalar.

Suça meyilli böyle insanlar şehir güvenliği ve özellikle kadınlar açısından tehlikeli.

Saldırganı bayıltıcı spreylerden, savunma sporlarının öğretildiği karete, judo kurslarına kadar güvenlik için ayrı bir sektörün oluştuğu günümüz ortamında kadınların alabileceği en etkili tedbir tesettür emrine riâyet olsa gerek. Öyle değil mi?

29.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Başörtüsünün şiirleşen gözyaşları



Aziz okurlarım, mazur görünüz, yine duygularımla huzurunuzdayım. Mantığın, muhakemenin, fikrin, vicdanın ve hukukun rafa kaldırıldığı bir hengâmede; hayallerime, duygularıma, şiirlerime ve edebiyatıma sığınmayı yeğlerken, sizleri de bu “çaresizlik” çaresine, bu “çıkışsızlık” çıkışına dâvet ediyorum. Hal-i pür melâlimizi edebî nüktelerin hazzına dalarak, ağlayışlarımızın gülüşüyle, gülüşlerimizin ağlayışıyla ıslanarak zikredelim. Sıkıntılarımızı ve dertlerimizi tesbih taneleri gibi çekerek “Hû” diyelim. Dünyamızın, maddemizin, mal ve bedenimizin mahvına razı olma pahasına, ruhumuzun ve mânâmızın, efkâr ve idealimizin kurtulmasına çalışalım.

Bir zamanlar, “Sonu ağlamak olan “gülmek” lezzet vermiyor, / Gülüşüm sona kalsın, “ağlamak” istiyorum” demişim.. Farkında olmadan, yüzbinlere tercüman olmuşum.. O yüzbinlerden biri de, gazetemiz yazarlarından Faruk Çakır’ın kendisiyle röportaj yaptığı İclal Nur kızımızdır. O da gülüşünü, bütün bir milletin güleceği zamana saklayarak, şimdilik ağlamayı tercih edenlerden olmuştur. Hem de zayıf ve ümitsiz görünmemek için, gözyaşlarını içine akıtarak.. Hem de kendi derdini unutup, imtihana girebilmek için, pişmanlık ve mahcubiyet içinde istemeyerek başlarını açanların acıklı hallerini düşünerek..

Demek ki, tarih tekerrür ediyormuş. Tam çeyrek asır önce yaşananlar, gafletimiz, siyasî sakarlığımız, yol ve metod bilmezliğimiz, kısacası Ahirzaman Müceddidi’nin içtimaî ve siyasî reçetelerine riayetsizliğimiz sebebiyle hâlâ cascanlı önümüzde duruyormuş.. İşte tam çeyrek asır önce üniversite kapısında başını açmak zorunda bırakılan bir kızımızın şiirleşen gözyaşları:

Masum kız ağlıyordu, şöyle geçerken gördüm.

Görmeliydim, çünkü ben ne sağır, ne kördüm..

Ağlıyordu, kapatıp ellerini yüzüne,

Bakmadan İstanbul’un neş’eli gündüzüne..

Mevsim kıştı, ay Şubat, günü sanırsın bahar..

Yaklaştım masum kızın, az yakınına kadar..

Âlem pürneşe olup, ağlarken böyle biri,

Oldum ben oracıkta bir kulak misafiri..

Ve konuştu, dönerek bir kız arkadaşına,

Pişmanlık duygusunu, katarak gözyaşına..

“Nasıl ağlamayayım, çünkü başımı açtım.

İşim görülsün diye, sanki buna muhtaçtım(!)”

Konuştukça ağlıyor, ağlıyordu masum kız,

Kalbî duygularından alarak sürekli hız..

“Yalandır, doğru değil başka söz, başka yorum!

Örtünmek istiyorum, örtünmek istiyorum!.”

.............................................................

.............................................................

Çare olmamış lâkin, açılmış olmak o an,

“Her zaman açmalısın başını” demiş dekan.

Dedim: Söyle, kaçıncı sınıftasın, ey bacı!

Dedi: “Son sınıftayım, olacağım eczacı.”

...............................................

Olmak mı lâzım, yani hamiyetsiz, vicdansız?

Dedim, hükmüm yok bari, olaydım keşke kansız!..

Evet, “Sessiz Esen Yel” adlı kitabımızdan kısmen aktardığım bu şiir, o zamandan bu zamana nelerin hâlâ değişmediğini, artarak devam ettiğini gösteriyor. Yine o zamandan, yani bir çeyrek asır öncesinden bir anekdot:

12 Eylül sonrası, üniversitelerde başörtüsü yasağı yürekleri acımasızca yakarken, tıp fakültesi son sınfta olan kızcağızın babası müftüymüş. Bir gün aniden kapıdan geri çevrilince şaşkına dönmüş.. Vicdanen, kalben ve imanen işin içinden çıkamayınca “fetva” için babasına koşmuş.. Babası, meseleyi kızının kalbine ve gönlüne havale etmekle beraber, yarım ağızla “Altı ay içinde nasıl olsa diplomanı alıp kurtuluyorsun. Bu süreyi, okulda başını açarak, dışarda takarak geçirebilsen..” diyebilmiş. Kızı da bunu “fetva” kabul edip gitmiş.. Bir süre sonra, yüzü ağlamaklı, fakat içi ferahlı, manen muzaffer eda ile babasına dönmüş, “baba yapamadım, başımı açamadım” demiş..

— Neden kızım?

— Babacığım, insanların meraklı bakışları arasında, şu elim bir kaç defa başıma gidip döndü. Ama her defasında elim boş döndü. Ve bir an şöyle düşündüm: “Evet, okulun bitmesine altı ay süre var ama, ömrümün bitmesine ne kadar süre kaldığını bilmiyorum ki.. Ya bu süre içinde ölürsem..”

Babanın gözlerinden akan yaşlar, kızının alnına kondurduğu öpücüğe karışmış..

29.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Enaniyet yerinde kullanılmadığında felâkete yol açar



ıldız böceğini bilirsiniz. Gecenin karanlığında ışık saçan bir böcektir. Kendi ışıkçığına güvenen bu küçük yaratığın bu yüzden gecenin karanlığında kaldığını da biliriz.

Ya bal arısı? Bu çalışkan yaratık ise kendine güvenmediği için, gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış bir vaziyette görür.

Sözler isimli eserinde yıldız böceğiyle bal arısı örneğini veren, “Kendine, vücûduna ve enaniyetine istinat etsen; yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen, fânî vücûdunu, o vücûdu sana veren Hàlikın yolunda fedâ etsen, bal arısı gibi olursun. Hem fedâ et. Çünkü şu vücud, sende vedîa ve emanettir”1 diyen Bediüzzaman Hazretleri, insanın, enaniyetine dayanıp dünya hayatını gâye-i hayal ederek geçim derdi içinde geçici bazı lezzetler için çalıştığında gâyet dar bir daire içinde boğulup gideceğine dikkat çeker. Üstelik kendine verilen bütün cihaz, âlet ve ince duygular haşirde ondan şikâyet ederek aleyhinde şehadet edecekler ve dâvâcı olacaklardır. Kendini misafir bilip misafir olduğu Zât-ı Kerîm’in izni dairesinde ömür sermayesini sarf ettiğinde ise, geniş bir daire içinde uzun bir ebedî hayat için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra da âlâ-yı illiyyîne, yani yücelerin yücesine kadar gidebilir.2

Yıldız böceği gibi enaniyetine güvenen kimse, işte böyle sıkıntılar içerisindedir. Enaniyetine değil de, sonsuz güç kuvvet sahibi Rabbine güvendiğinde ise hem dünyada, hem de ahirette huzur bulmaktadır.

Bütün bu tehlikeler, enaniyetin mahiyetini kavramamak ve yerinde kullanmamaktan kaynaklanmaktadır.

Peki nedir bu enaniyet? Niçin verilmiştir? Nerede kullanılacaktır?

Ene de denilen enaniyet, Âdem Aleyhisselâm’dan şimdiye kadar insanlığın etrafına dal budak salan nûrânî bir tûbâ ağacı ile, müthiş bir zakkum ağacının çekirdeği hükmünde bir duygudur.

Mânâ-yı harfî gibi; mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren bu duygunun biri hayra, biri de şerre bakan iki yüzü vardır. Hayra bakan yüzü ile, yalnız feyzi, verileni kabul eder; kendi îcad edemez. O yüzde fâil değil; îcaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar, bu yüzde ise fâildir, fiil sahibidir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle enaniyet, mânâ-yı harfî yönüyle hassas bir mizan, doğru bir ölçü birimi, ihata edici bir fihrist, mükemmel bir harita, câmi bir âyna ve kâinatın güzel bir takvimidir.3 Aynı zamanda termometre gibi, Cenâb-ı Hakk’ın sınırsız sıfatlarını anlamak için bir ölçü birimidir. Bu duygu ile insan “Benim ilmim bu kadardır. Gücüm şu kadardır” gibi sınırlı kàbiliyetleriyle Cenâb-ı Hakkın sonsuz, sınırsız sıfatlarını kavramaya çalışır.

Mahiyeti, özelliği ve nerede kullanılacağını belirttiğimiz enaniyet, yerinde ve maksadına uygun kullanılmaması hâlinde ise nice felâketlere sebep olabilmektedir. Bunun üzerinde de bir sonraki yazımızda duralım.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 221; 2- A.g.e., s, 338.; 3- Îman ve Küfür Müvazeneleri, s. 145.

29.06.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Ahlâkî yozlaşma sınır tanımıyor



Sıcaklar bahanesiyle açılıp saçılmalar aldı başını gidiyor. Her türlü müstehcenlik dolu dizgin. Caddelerde sokaklarda insanın ar damarını çatlatan, insan olmanın şerefini ayaklar altına alan çirkin mi çirkin insan manzaraları...

Ancak gizli mahfillerde işlenen iğrenç hâl ve tavırlar; artık pervasızca herkesin gözleri önünde, cadde ortalarında sergileniyor. Hiç kimsede çıt yok. Kendi adıma söylüyorum; mecbur kalmadıkça çarşı pazara çıkmıyorum. Mecbur kaldığım zamanlarda da âcilen, işlerimi bitirir bitirmez evime dönüyorum.

Bu arada insan sormadan edemiyor, malûm çevreler hangi hakla, hangi niyetle baskı altında olduklarını, istedikleri hayatı yaşayamadıklarını söyleyip habire hükûmete yükleniyorlar. “Mahalle baskısı” var dediklerinin bir mantığı, bir dayanağı var mı gerçekten? Kumarhaneler harıl harıl çalışıyor... Adım başı tekel bayileri gece gündüz demeden alış verişte. Açık veya kapalı yerlerde içki âlemlerini görmeyen yok. Sigara ve içki, uyuşturucu alışkanlığı ilköğretim okullarına kadar girmiş.

Dünyanın neresinde bu sınır tanımaz yaşantı biçimi var? Veya insanlık tarihinde sınırsız hürriyetin bir tarifi var mı? Şehevâni, nefsânî duyguları tatmin etmenin özgürlükle bir alâkâsı var mı? Öyle dahi olsa, şahsî keyiflerimizi, zevklerimizi tatmin için çevremizdeki insanları rahatsız etmeye hakkımız var mı?

Görünen o ki, Türkiye “hem suçlu, hem güçlü” insanların yaşadığı bir ülke... Güçlü bir azınlığın, haklı fakat sessiz bir çoğunluğa hükmettiği bir memleket... Pervasız bir azınlığın, sesi soluğu çıkmayan büyük bir çoğunluğu esir aldığı bir ülke... Her türlü gayr-i ahlâkî yaşantının, her çeşit sefihliğin “şahsî özgürlük” adı altında sonuna kadar yaşanılması âdet haline getirilen bir yurt.

Ucu dinimize, kudsî değerlerimize dokunmadığı veya onlara bir zarar ziyan olmadığı sürece, siyasetle, siyâsî iktidarla alâkalı hiçbir meseleyi dillendirmeye, yazmaya prensip olarak niyetli değilim. Yazdıklarımı takip edenler, bunun böyle olduğunu bilirler. Çünkü siyâsî yazıları yazan diğer arkadaşlar var. Ama bakıyorsunuz ki, gerek siyasî iktidardan, gerekse muhalefet dediğimiz partilerden veya milletvekillerinden, inançlarımıza, kudsî değerlerimize öyle hücumlar, öyle tecavüzler oluyor ki; “Bu siyasî bir meseledir, beni alâkadar etmez” diyemiyorsunuz. Ve işte böyle durumlara girildiğinde, bizde makul olan cevap hakkımızı kullanıyoruz ki, zaten bu çeşit yazılara da siyasî yazı denemez.

Maalesef acı bir gerçektir ki, bizler ülfet sâikasıyla farkında olmasak da, uzunca bir süredir ülkemizde korkunç bir ahlâkî yozlaşma yaşanıyor. İnsanımızı tehdit eden bu ahlâkî erozyon maalesef gittikçe artıyor. Bu yozlaşmadan en çok zarardîde olanlar da başta tâife-i nisâ olmak üzere çocuklar ve gençlerdir.

Bu duruma sebebiyet verenler var... Bu acı felâkete karşı lâkayt kalıp seyirci olanlar var... Sebep olanlar belli... Medya dediğimiz, internet, televizyon, gazete ve dergiler... Tamamen kontrolsuz, denetimsiz bir şekilde çirkin yayınlarına devam etmekte olan bu yayınların yaptıkları dehşetli tahribâtı ifadeye dilimiz, kalemimiz kâfî gelmez.

Bu tehlikeli gidişe seyirci kalanların başında da, ne acıdır ki, birinci derecede sorumlu anne ve babalar var. Anne-baba olmayı, sadece evlenip çoluk-çocuk sahibi olmak veya onların karınlarını doyurmak olarak bilen böylesi valideynlere söylenecek o kadar söz var ki... Yine de hesap günü gelmeden, anne-baba olmanın sorumluluğunu derk edip, çocuklarına sahip çıkmalarını temennî ediyoruz.

Kötü gidişe, ahlâkî yozlaşmaya karşı sorumluluk taşıdığı halde, seyirci kalmayı tercih eden kurum da devletimiz... Ve devletin en önemli bir kurumu olan hükûmet... Vatandaşını maddî ve mânevî tehlikelerden korumakla vazifeli devletimiz ve muhafazakâr görünümlü hükûmetimiz, ne yazık ki bazı sorumluluklarının farkında değil.

29.06.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur'ân'da hidâyet kavramı



Nuray Hanım: “Kur’ân’da geçen ‘hidayet’ kavramını Bediüzzaman nasıl açıklamıştır?”

Bakara Sûresi, Kur’ân-ı Kerim’in hem bir hidayet rehberi, hem bir hidayet kaynağı olduğunu beyan eden âyetle başlar. Âyet şöyledir: “Elif Lâm Mim. Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir hidayet rehberidir.”1

Bedîüzzaman Hazretlerine göre bu âyet, Kur’ân’ın hem istikamet yolunu göstermekle görevli olduğunu, hem de kendisinin bizzat cisimleşmiş bir hidayet nuru olduğunu ilân ediyor.2 Yani cisimleşen hidayet nurundan Kur’ân meydana gelmiştir. “Hidayet-i Kur’ân öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikati idrak edilemez. Ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihatası ilmen kabil değildir.”3

Bu ifadeden anlaşılıyor ki, Kur’ân’ın hidayeti, kalbimizin en ince bir doğruluk arzusundan, dünyanın İslâmiyet’e yakın olsun, uzak olsun tüm bölgelerinde “iyi ve doğru” olarak kabul gören her değer yargısına kadar kuşatmıştır. Yani dünyanın neresinde olursa olsun, her iyi olan anlayış, her doğru olan kavrayış, her hak olan kabulleniş, her güzel olan değer yargısı ve her isabetli olan (yanlış ve batıl olmayan) yaşayış Kur’ân’ın hidayetine dâhildir. Kur’ân dünyayı hidayetiyle kuşatmıştır. Meselâ Müslüman olsun olmasın, bir Japon’un çalışkanlığı ve özverisi, bir Alman’ın temizliği ve dürüstlüğü, bir Avrupalının insan hak ve hürriyetleri ile ilgili anlayışı, bir yamyamın adaleti, bir Afrikalı’nın sabrı ve metaneti ve sair insanlarca kabul görmüş ve doğru olan ne kadar anlayış ve kavrayış varsa hepsi Kur’ân’ın öz malıdır. Bütün güzel kavramlar Kur’ân’dan akmıştır ve bütün dünyayı sarmıştır.

Nitekim Üstad Hazretleri, Kur’ân hakikatlerinin bin üç yüz sene zarfında insanoğlunun kemiyeten beşte birini, keyfiyeten ve insaniyeten yarısını arkasına aldığını, yani inanış ve teslimiyet itibariyle beşte birini, kavramlarını ve değerlerini kavrayış, kabulleniş ve uygulayış itibariyle de insanlığın yarısını etkilediğini beyan ederek Kur’ân hidayetinin kuşattığı alanı nazara verir.4

Meyvesi iki dünyanın saadeti olan ve neticesi de kendisi gibi hidayet olan “hidayet”in büyük bir nimet, vicdanî bir lezzet ve ruhun Cenneti olduğunu beyan eden5 Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Fatiha Sûresindeki “İyyâke nestaîyn” yani “Yalnız Senden yardım isteriz” ibaresinden hemen sonra gelen “İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm” yani “Bize dosdoğru yol için hidayet ver” talebinin, yardımı hidayet alanına tahsis ettiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, “İhdinâ” kelimesi dört masdardan türemiştir ve dört mânâya işarettir. 1- Mü’min hidayet isterse “ihdinâ” dinde sebat ve devam mânâsını ifade eder. 2- Zengin olan hidayet isterse, malda ve şükürde ziyade mânâsını ifade eder. 3- Fakir olan hidayet isterse, darlığın geçmesini ve genişliğe kavuşmayı ifade eder. 4- Zayıf olan isterse yardım ve muvaffakiyet mânâsını ifade eder. İç ve dış duygulara, afakî ve enfüsî delillerin ve burhanların gösterilmesi hidayet hâlidir ki, bu, insanlık tarihi boyunca peygamberlerin gönderilmeleri ve kitapların indirilmeleri ile mümkün ve vaki olmuştur.6

En büyük hidayetin, perdenin kaldırılması ile hakkı hak, batılı da batıl görmek / göstermek olduğunu kaydeden Bedîüzzaman Hazretleri, “İhdinâ” ile istenen “sırat-ı müstakim”i özetle şöyle tefsir eder:

Ruha üç büyük kuvvet verilmiştir. Bunlar:

1- Kuvve-i Şeheviye: Faydalı şeyleri isteme ve cezb etme kuvveti.

2- Kuvve-i gazabiye: Zararlı şeyleri def etme kuvveti ve kabiliyeti.

3- Kuvve-i akliye: İyi ile kötüyü ayırma ve tanıma kabiliyeti ve gücü.

Bu kuvvetlere yaratılışça sınır konulmamış, ancak şeriatça sınır konulmuştur. Şeriatın koyduğu sınırlara uyulmaz ise ortaya abartılı, canavarca ve insanlık dışı birçok batıl uygulama şekilleri çıkacaktır.

İşte hidayet, bu kuvvetleri adaletli biçimde kullanmak demektir ki, şehvet kuvvetinde “iffet ve namus”, gazap kuvvetinde “şecaat, yiğitlik ve kahramanlık”, akıl kuvvetinde ise, “ilim ve hikmet”tir.7

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 1; 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 42; 3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 43; 4- Asâ-yı Mûsâ, s. 51; 5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 62; 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 28; 7- A.g.e., s. 29

29.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Kemalizm ve Atatürkçülük”, Fransız İhtilâlinden beslendi



Topluma sosyal ve kültürel cepheden yön verme projesinin bir ismi olan “yüce önderlik”, 1789’larda Fransız İhtilâlinden gelip, “deccalizmin” etkisinin sürdüğü başka ülkelere resmen sıçramış; değişik isim ve ideolojiler altında o toplumların yapısına göre şekillenmiştir. Tabiî ki, adı “din” değilse de, diğer yerleşik dinlerin yerini almıştır. Fakat “resmî” kanaldan, “resmî din” olarak... Eski SSCB’de Stalin, Çin’de Mao, Arnavutluk’ta Enver Hoca, Kore’de Kim İl Sung, Türkiye’de M. Kemal tarafından temsil edildi “yüce önder”lik.

“Siyasal din”in en karakteristik özelliği, yerleşik din yerine, “mitolojik bir soyun mitolojik değerlerini” yerleştirme faaliyetidir. Stalin’in devrimleri, Mao’nun kültür devrimi, M. Kemal’in ilke ve inkılâpları, yâni CHP’nin “altı oku”, bunun tipik örnekleridir. İlkeler, “siyasal din”in inanç ve neredeyse ibâdet manzûmesidir. M. Kemal de, Gündüz Aka’nın “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya yeter!” gibi benzer sözleriyle, “yüce önder” ilân edilmişti. Ders kitapları, resmî çevreler hep şunu terennüm ede gelmişti: “Yurdu kurtaran M. Kemal’dir. Türk ulusunu o yeniden yaratmıştır!”

Zaten, ilk okullardan üniversitelere kadar onun efsâne, mitolojik kişiliği nazara veriliyordu. Her vesîle ile, “saygı duruşu”na geçiliyor, takdis ediliyor, karşısında kıyamda duruluyordu... Müslümanlık yerine, “Atatürkçülük” ikame edilmek isteniyordu: “Atatürk’ü sevmeyen Türk değildir, Müslüman da değildir”1 deniliyordu.

“Atatürkçülük Manifestosu”nun 5. ve 12. sayfalarına bakanın nazarına hemen ilişir: “Öz dinimize gelince, o da Atatürkçülükle tüm bağdaşmaktadır. Öz Müslümanlık, pırıl pırıl bir Avrupalılıktır. Ezan ve ibâdetler öz Türkçe olsun. Camiler Atatürkçülük eğitim yuvaları olmalıdır. Vaiz yazıları Ankara’dan gönderilmelidir.” Aynı kitabın ikinci sayfasına göz attığımızda, “Hiç unutmam, bir akşam Atatürk, ‘Eskiyi temelinden dinamitle söküp atmalı ki, yerine yenisi kurulabilsin...” cümlelerinin yer aldığını görürüz.

Bilhassa 1924’lerden 1950’lere, ondan sonra da “Atatürkçü” çevrelerin, okullarda, kitaplarında, dünyalarında, M. Kemal’i, “yüce önder”, “efsane, mitolojik değer” şeklinde algıladığı ve öyle de lânse ettiği müşahede edilir. Müslüman Türklerin hayatında önemli mevkilere sahip olan tarihî şahsiyetlerin türbe ve mezarlarının ziyaretlerinin yasaklanıp, Anıtkabir ziyâretlerinin resmî bir teâmül, bir görev hâline getirilmesi, hiç şüphesiz ki bu inanışın sadece bir parçasını yansıtmaktadır.

Şimdi M. Kemal’in, yâni CHF-CHP’nin “din reformu” listesini tarihleri ile birlikte sıralayalım:

7 Ocak 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu yer alır ve bütün okullar Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanır; dinî eğitim veren medreseler de böylece kapatılır. Hilafet ve Vekâlet-i Şer’iyye 3 Mart 1924’te kaldırılır. 8 Mart 1924’te dinî mahkemeler kapatılır. 8 Nisan 1924’te Adli Teşkilât Kanunu ile şer’î mahkemeler lağvedilir. 25 Kasım 1925 tarihinde, 671 sayılı Şapka İktisâı Kanunu (Şapka giyileceğine dair kanun) çıkar. 30 Kasım 1925’te tekke, zaviye ve türbeler kapatılır; tarikatlar ve dinî kisve yasaklanır. 10 Ocak 1926’da Milâdi takvime geçilir. Yine 1926’da, Müslümanların alkollü içki satması serbest bırakılırken; M. Kemal’in heykel ve resimleri kamu kurum ve müesseselerine konmaya başlanır. 17 Şubat 1926’da İsviçre’den Medenî Kanun, 1 Mart 1926’da İtalya Ceza Kanunu tercüme edilir ve “Türk Ceza Kanunu” diye sunulur. Almanya’dan “Türk (Nasıl Türk olduysa!) Ticaret Kanunu” getirilir. 28 Mayıs 1927’lerde, hükûmet kararıyla, kamu binalarındaki tuğralar ve Kur’ân harfleriyle yazılmış olan kitabe ve yazıların kaldırılması kanunlaşır. 3 Şubat 1928’de ilk Türkçe hutbe, Yerebatan Camii’nde okutulur.

1928 yılında M. Şemsettin’i, ibâdet ve caminin modernizasyonu amacıyla, İstanbul Üniversitesinde kurulmuş bir komisyonda görürüz. Komisyonun hazırladığı önergeye göre, dinî törenler, temiz ve düzenli biçimde yerine getirilecek, ibâdet dili Türkçe olacaktır. Ayrıca, dinî âletler, estetik çekicilik taşıyacak biçimlere kavuşturulması, dinî hizmet verenlerin Kur’ân’ı, toplumsal içeriği kavramış kişiler olmaları gerekiyordu.2

3 Nisan 1928’de, Anayasanın ikinci maddesi olan, “Bu devletin dini, din-i İslâmdır” ibaresi çıkarılır. 1 Kasım 1928’de İslâm dininin kaynağı olan Kur’ân harfleri, Harf İnkılâbı adı altında yasaklanır; 1 Ocak 1929 tarihinde, Arapça harflerle dilekçe yazılması ve kitap basılması yasaklanır. Ulema tamamen bertaraf edilmiştir.

1 Eylül 1929’da ilk ve orta öğretim okullarında “Arapça” ve “Farsça” dersleri kaldırılır. 22 Ocak 1932’de çıkarılan bir kanunla, bütün camilerde ezanın Türkçe okunması kararlaştırılır ve 22 Ocak 1932’de Yerebatan Camii’nde Türkçe okunmaya mecbur edilir. 6 Şubat 1933’de de resmî bir emirle yurt sathında, bütün camilerde, mescidlerde Türkçe ezan okunması mecburiyeti getirilir. Bu arada, basın-yayın hayatındaki bütün dinî neşriyat ve tefrikalar yasaklar listesine alınır. Haftanın resmî tatil günü, Cuma’dan Pazar’a alınır. 25 Kasım 1934’te, “Efendi, bey, paşa, hanım, hanımefendi, hacı, hoca, molla, hazret...” gibi lâkap, ünvan ve kelimeler yasaklanır. Ve laiklik ilkesi, 1937’de Anayasa’ya sokulur. Yalnız, 1924’ten beri tatbik edilen laiklik, “liberal” değil, “jakoben”dir. Yani “totaliter, keyfîdir.”

Dipnotlar:

1- Dr. Engin Arın, Atatürkçülük Manifestosu, s. 9.

2- Prof. Dr. Şerif Mardin, s. 228.

29.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




İslam YAŞAR

O ARTIK BEDİÜZZAMAN



İnziva, en güzel mânevî irtifa kazanma vesilesiydi.

Molla Said’in inzivaya çekilmekten maksadı zikirle, evradla ruhen tekâmül ederken, tefekkür ve temâşâ ile idrakini genişletmek; Kamusu Okyanus’u ezberleyerek de ilmini, irfanını, tefekkürünü terennüm etme kabiliyeti kazanmaktı.

Orada geçen beş altı aylık zaman içinde bu hedeflerine büyük ölçüde ulaştı. Arapça büyük bir lûgat olan Kamus’u, Sin harfine kadar ezberledi. Kubbenin önündeki karıncaların yaşayışlarından ‘çalışkanlık, yardımlaşma, vazifeşinaslık, intizam’ gibi cumhuriyeti tedaî ettiren içtimaî dersler aldı.

Karıncaların bu fıtrî hasletlerine mükâfâten yemeğinin tanelerini onlara verirken, kendisi bedenen yemeğin suyu ile iktifa etti, ama ruhen mânevî gıdalarla beslenerek mâneviyât büyükleri ile âlem-i misâlde sık sık görüşüp hemhâl olacak uhrevî merhaleler kazandı.

Nitekim, ilk fiilî irşad vazifesini de, orada yaptığı mânevî mükâlemede ‘hocam’ dediği ve Bağdat’a gidip türbesini ziyaret etmek istediği Abdulkadir Geylânî’den aldı.

“Miran Aşireti Reisi Mustafa Paşa yine âsîleşti. Ahâliye zulmediyor. Git onu hidayete dâvet et. Zulümden vazgeçip namaz kılmasını söyle. Şayet seni dinlemezse onu öldür.”

Aslında Mustafa Paşa gibi Hamidiye Alaylarının kumandanı ve büyük bir aşiretin reisi olan iri yarı, zalim bir adama karşı on beş, on altı yaşlarında bir çocuğun yapacağı bir iş değildi bu.

Fakat madem ki emir Abdulkadir Geylanî gibi tasarrufu devam eden kerâmet ehli büyük bir zâttan gelmişti, muhatabı da ilmi ve cesareti ile iştihar eden Meşhur Molla Said’di, o iş behemehal yapılırdı.

Bu hâlet-i ruhiye içinde hareket eden Molla Said, 1894 yılı yazında vuku bulan bu gaybî tavziften sonra hemen hazırlandı. Mustafa Paşanın karşısına derviş kıyafeti içinde çıkmak sözünün tesirini azaltacağından, aşiret ağalarına mahsus bir elbise diktirip giyindi, gümüş saplı hançerini taktı, kılıcını kuşandı ve aşiretin yaylasına doğru yola çıktı.

Yaylaya vardığında, aşiret subayına kendisini tanıtarak maksadını anlatıp Paşa ile görüşmek istediğini söyledi ve birlikte Paşanın çadırına gittiler. Mustafa Paşanın orada olmadığını görünce kılıcını çıkarıp çadırın direğine astı ve döşeğin üzerine oturup beklemeye başladı.

Paşa geldiği zaman herkes saygıyla ayağa kalktığı hâlde o kalkmadı. Bu harekete kızan Paşa onun Molla Said isminde bir hoca olduğunu öğrenince niçin geldiğini sordu. O da meseleyi anlatıp tebliğini yaptı.

Daha bıyığı bile terlememiş bir çocuğun karşısında böylesine pervasız hareket etmesine kızan Paşa sinirlerini yatıştırmak için dışarı çıkıp biraz dolaştı ve tekrar niçin geldiğini sordu.

“Ya zulmü bırakıp namaza başlayacaksın, ya da seni öldüreceğim” dedi.

Paşa direkte asılı duran kılıcı gösterip küçümseyen bir tavır takınarak “Bu pis kılıçla mı?” diye sorunca Molla Said kılıç gibi sert ve keskin bir cevapla mukabele etti:

“Kılıç kesmez, el keser...”

Karşısındaki delikanlının tavır, hareket ve sözlerinden, zekâsının ve ilminin kılıcından daha işlek olduğunu anlayan Mustafa Paşa, onu âlimleri ile münâzarâya dâvet etti.

Molla Said bu dâveti kabul edince, âlimleri yenemediği takdirde kendisini nehre atmakla tehdit etti. O bütün âlimleri yenmek gibi bir iddiada bulunmadı, ona da kendisini nehre atamayacağını hatırlattı.

Ardından, münâzarâyı kazandığı takdirde, sözünde durmazsa kendisini öldürmek için bir mavzer vermesini söyledi. Paşa bunları kabul edince birlikte Cizre’ye hareket ettiler.

Saatler süren yolculuk sırasında birbirleriyle pek konuşmadılar. Molla Said, Dicle Nehri kenarındaki Bani Hanı’nda toplanan âlimlerin yanına vardığında, ilimlerinden şüphe etmediği için onlara soru sormayacağını, ama soracakları sorulara cevap vereceğini söyledi.

Münâzarâ usûllerine pek uymayan bu teklife şaşıran âlimler zor soru sorma telâşıyla kitap karıştırırken çaylarını içmeyi bile unuttular. Molla Said, kendinden emin olmanın rahatlığıyla onların çaylarını da içerken sordukları kırk kadar soruyu cevaplandırdı.

Bir soruya yanlış cevap verdiği hâlde âlimlerin fark etmediğini, Said’in hatasını anlayınca cevabın doğrusunu söylediğini, âlimlerin o zaman tam olarak mağlûbiyeti kabul ettiklerini gören Paşa, zulümden vazgeçip namaza başlayacağına söz verdi, ona da bir mavzer hediye etti.

O seneyi Cizre’de medresede dersler, camilerde vaazlar vererek geçiren Molla Said, tekrar zulmetmeye başlayan Mustafa Paşayı şiddetli bir şekilde ikaz etti. Paşanın oğlu Abdülkerim Beyin, babası adına özür dileyerek bir süre onunla görüşmemesini istemesi üzerine maceralı bir yolculuktan sonra çölü geçerek 1895 yılında Nusaybin üzerinden Mardin’e geldi.

Şeyh Eyub Ensarî Efendinin konağında misafir olarak kalan Molla Said, bir yandan Şehide Camii’nde halka dersler verirken, diğer yandan âlimlerle münâzarâlar yapıp şehrin ileri gelenlerinin ilmî ve fikrî sohbetlerine katıldı.

Kendisi için bir nev'î siyasî intibah vesilesi olan o sohbetlerde, Cemaleddin Efganî’nin talebesi ile ve Sünusî Tarikatine mensup dervişle tanıştı. Onlardan kendi mesleklerinin yanı sıra İslâm âleminin durumu ve İttihad-ı İslâm hareketi hakkında da bilgi aldı.

Umumiyetle şehrin ileri gelenlerinin konaklarında yapılan ve değişik fikre, düşünceye, harekete mensup kişilerin katıldığı sohbetlerde, Osmanlı Devletinin siyaset hayatına ve içtimaî yaşayışına yeni giren meşrûtiyet, hürriyet gibi mefhumlar tartışılırdı.

Meşrûtiyeti, ‘Başkalarına zarar vermeden her istediğini yapma hürriyeti’ şeklinde tarif eden askerler, memurlar ve mektepliler hararetle müdafaa ederken medrese ve tekke mensupları şeriat adına karşı çıktıklarından aralarında şiddetli tartışmalar oluyordu.

Bu münâkaşalara müdahil olmadan önce meşrûtiyet ve hürriyet hakkında bilgi sahibi olmak isteyen Molla Said, bu maksatla aralarında Namık Kemal’in hürriyet fikrini işlediği Rüya adlı eserinin de bulunduğu çeşitli kitaplar okuyunca tartışan tarafların hürriyeti tam anlamadığını fark etti.

Bunun üzerine bazı sohbetlerde hürriyetin; bir insana, her istediğini, her zaman yapma hakkı vermediğini, bu harekete şeriat adına karşı çıkmanın da doğru olmadığını anlattı.

“Meşrûtiyetin ruhu şeriattır, hayatını da ondan alır. İnsanın hürriyeti Allah’a ibadeti netice verir. İman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o kadar iyi parlar. Asr-ı Saadet buna en güzel örnektir” diyerek hürriyet hareketine şeriat adına sahip çıktı.

Molla Said’in bu gibi mâkul izahları, Hüseyin Çelebi Paşa gibi mutedil mizaçlı insanlar tarafından takdir edilirken mollalar ve mektepliler, bu kanaatleri tartışmak yerine taraftarlarını ona karşı kışkırtmaya çalıştılar.

Buna mukabil, o da cesur birkaç hamle ile onları korkutup caydırma cihetine gitti. Mollaların saldırmak için fırsat kolladıkları günlerden birinde arkadaşı Kasım’la birlikte Ulu Cami’nin minaresine çıktı.

Onların oraya saklandıklarını zannederek caminin etrafını saran mollalar, yüksekliğinden dolayı müezzinlerin bile çıkmaya çekindikleri minarenin şerefesinin korkulukları üzerine çıkan Molla Said’in kollarını açarak gezinmeye başladığını görünce korkup kaçtılar.

Bu sayede o tehlikeyi savuşturan Molla Said, Mardin sokaklarında devriye gezen zaptiyelerin de katıldığı ve birinin yaralandığı bir başka hadiseye de karışınca mutasarrıf Selânikli Mehmed Enis Efendi tarafından Bitlis’e sürgün edildi.

Molla Said’i iyi tanıyan ve pek çok cesur hareketine şahit olan jandarmalar, giderken kaçmasından korktukları için onu bir ata bindirdiler, ayaklarına palanga vurup ellerine kelepçe takarak yola çıktılar.

Suçsuz olduğuna inanmasına rağmen hakkında verilen karardan da, kendine yapılan muameleden de pek müteessir olmayan Molla Said, bir süre gittikten sonra namaz vakti girince jandarmalara namaz kılacağını söyleyerek palangayı açıp kelepçeyi çözmelerini istedi.

Bu talebin kaçmak için bahane olmasından endişe eden jandarmalar kelepçeyi açmayınca onun, “Namazın kerâmetidir” dediği fevkalâde bir hâl vuku buldu ve kelepçe açıldı, palanga çözüldü. Molla Said de hiçbir şey olmamış gibi sükûnet içinde gidip abdestini aldı, namazını kıldı ve jandarmaların yanına gelip onları tekrar takmalarını istedi.

“Biz şimdiye kadar muhafızınızdık, bundan sonra hizmetkârınızız” dedi, hayretler içinde kalan ve önceki hareketlerinden dolayı özür dileyen jandarmalar.

Molla Said, onların bu hareketlerini takdir etmekle birlikte, kendilerine verilen vazifeyi tam olarak yerine getirmelerini isteyince, tekrar kelepçeyi takıp bukağıyı bağladılar ve yola o şartlarda devam ettiler.

Molla Said, silâhlı jandarmalar eşliğinde elleri ve ayakları bağlı olarak iki yıl kadar önce sürgün edildiği Bitlis’e vardığında Vali Ömer Paşa onu çok iyi karşıladı ve evinde misafir etti.

Paşanın konağında kendisine tahsis ettiği odada kalmaya başlayan Molla Said, ilme, san'ata, edebiyata âşinâ olan Paşanın zengin kütüphânesinden de faydalanarak hem eski bilgilerini tazeleyip ezberlediği kitapları tekrarladı, hem de yeni bilgiler öğrenip kitaplar ezberledi.

Yaşı itibariyle henüz reşid sayılmasına rağmen, kendisi İslâm’ın emirlerine hassasiyetle riayet ederken, dînen günah sayılan hâl ve hareketlerin alenen yapılmasına, yapanın kim olduğuna bakmadan şiddetle karşı çıktı.

Bir gün valinin bazı memurlarla birlikte içki içtiğini haber alınca, silâhını alıp onların bulunduğu yere gitti. İçkinin haram olduğunu ifade eden âyet ve hadisleri hatırlattıktan sonra, ağır ifadeler kullanarak derhal işreti bırakmaları gerektiğini söyledi.

Bu hareket, belki kendisine saygısızlık gerekçesiyle cezalandırılabilirdi, ancak onun valinin nazarındaki itibarını daha da arttırdı. Hiç itiraz etmeden oradan ayrılan Ömer Paşa sonra onu makamına çağırdı ve kendisini üstad addettiğini söyleyerek konağında ikamete devam etmesini istedi.

Molla Said’in Bitlis’te tekrar iştihar etmesini içine sindiremeyen bazı kişiler, eşi öldüğü için konakta altı kızı ile birlikte yaşayan Paşanın ona duyduğu itimadı sarsmak için muhtemel bazı iddialar ortaya atarak vehmini tahrik ettiler.

Söylenen sözlerin de tesiriyle hiddetle konağa gelen Paşa, Said’in değil kızları ile konuşup görüşmek, onlardan birinin temizlik yapmak için odasına girmesine bile izin vermeyip kovduğunu öğrenince rahatladı.

Molla Said, Bitlis’te kaldığı zaman içinde mahallin büyük âlim, meşayih ve hocalarından istifade ederek mantık, sarf, nahiv, tefsir, hadis, fıkıh gibi İslâm dininin temel bilgilerine vukufiyetini arttırdı.

Onlardan biri de Nakşî Şeyhi Muhammed Küfrevî Hazretleri idi. Ondan son dersini aldığı günün gecesinde, rüyasında hocasının kendisini çağırdığını görerek uyanan Molla Said; sabahleyin, rüyayı gördüğü vakitte hocasının vefat ettiğini öğrenince, onu son bir defa daha göremediği için üzüldü.

Bu şekilde beş yıl kadar süren bu seyahat ve muvakkat ikametler sırasında pek çok ibretli hadise yaşayan, memleketin perişan hâlinin, milletin cehaletinden geldiğini gören, siyasî yönden intibaha gelen ve Bediüzzaman sıfatı ile iştihar eden Molla Said, yeni bir hayat merhalesinin eşiğine geldiğini anladı.

Zamana yön verecek bir merhaleydi bu.

Zira o, artık her hâli ile Bediüzzaman’dı.

29.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Siyasetin Demokrat Parti’ye ihtiyacı



Demokrat Parti’nin DYP’nin kuruluş yıl dönümünde verilen önemli mesajlardan biri de demokrasiye yapılan darbelerle siyasetin dağıtılmasının Türkiye’ye pahalıya mal oluşu; Maddî ve mânevî kalkınmanın önünü kesişi…

Bu bakımdan Esat Kıratlıoğlu’nun, Demokrat Parti’nin iktidara gelişinde 78 bin yerleşim biriminden sadece 13 köyde elektrik olduğu hatırlatması kayda değer. Vatandaşın o güne kadar greyderi, dozeri tanımaması da…

Bugün “özelleştirme” adı altında “satmakla bitiremedikleri” eserlerin çoğu; havaalanları, barajlar, hidroelektrik santralleri, kara yolları; hemen hemen hepsi DP-AP-DYP’nin eseri. Ezân-ı Muhammedi’yi aslıyla okutan da, seksen bin imam hatibi devlet memuru yapıp resmen maaşa bağlayan da, beşyüze yakın imam hatibi, onlarca ilâhiyat fakültesini ve binlerce Kur’ân kursunu açan da Demokratlar…

12 Eylül öncesinde Başbakan Demirel’in sıkıyönetim komutanlarına, “Para ise para, araç ise araç, yeter ki bu terörün önünü kesiniz” dediğini hatırlatan Kıratlıoğlu’nun, “11 Eylül günü bakanlar kurulu toplantısı vardı. Kızılay meydanına afiş asacak, bomba asacak bir terörist çıkmamıştır. Ama göz göre göre Kızılay meydanına bombalar asılmıştır!” cümlesi, terörün amaçlı imalinin anlamlı bir ifâdesi.

Bir yurt gezisinde Diyarbakır’da bir yerel komutanın “Komutanım terörü bitirelim” talebine, ihtilâl lideri Evren’in “onun da zamanı gelecek” sözü ve Org. Bedrettin Demirel’in, “Paşam, ihtilâl yapmaya ne zaman karar verdiniz?” sorusuna, “Bir yıl önce” cevabıyla “ihtilâl için ortamın olgunlaşmasını bekleme” itirafı, Türkiye’deki demokrasi serüveninin âdeta bir turnusol kâğıdı…

“DEMOKRATLARIN NEFESİ KESİLMEK

İSTENİYOR”

Görünen o ki her haliyle Türkiye’de demokrasiyi, temel hak ve hürriyetleri katleden darbeler için plân kurulmuş. Önce darbeye karar verilmiş, ardından zemin hazırlanmış. Ama ne garip ki, gerçek darbeler hep Demokrat Parti’ye karşı yapılmış. Diğerlerine ise “travmatik tepki”yle oy getirecek “taktikli”, dahası danışıklı dövüş kokan siyasî senaryolarla millet nezdinde “mağdur” gösterilip oylarını arttırmakla kalınmış. Parti kapatılmaları dahil…

Bu bakımdan DP Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun dile getirdiği “demokrat misyona nefes aldırmayacak” baskı ve tezgâhlara mâruz bırakılmasının arkasında bu hep bu tuzak var.

Milletin avukatlığını yapan DP yüzde 57’lere varmıştı. “Yeter söz milletindir” dâvâsını devam ettiren ve yüzde 54’ü aşan Adalet Parti’nin kapanmasından sonra “Konuşan Türkiye” için bütün baskılara rağmen mücadele eden, onca baskı ve vetoya karşı 1991’de yüzde 27 ile birinci parti olan DYP’yi önce yüzde 12’lere, peşinden 9.5’a ve nihâyetinde 5.4’lere düşürmenin gerisinde hep bu tezgâh var…

Buna karşı “din adına siyaset” zihniyetinden gelen partilerin “kutsal ittifak”tan bugünkü “muhafazakâr demokrat” iddiasındaki AKP’ye uzanan süreçte sürekli oylarının arttırılmasına sebebiyet veren peşpeşe muvazaalı krizler de enteresan…

Demokrasinin mimarı, maddî ve mânevî kalkınmanın motoru demokrat misyonun teşkil ettiği merkez sağın özellikle parçalanmaya itilmesi, Soylu’nun ifâdesiyle millet irâdesini hâkim kıldıran Demokratların her fırsatta “âdeta nefesinin kesilmek istenmesi”, dahası “nefes almaya dahi tahammül edilmemesi” bu tezgâhın bir parçası…

Siyasî otoritelerin değerlendirmesiyle, son seçimlerde en az yüzde 15 oyla Meclis’te denge unsuru ve antidemokratik dayatmalara karşı demokratik terbiye ve dirençle siyasette arabulucu ve hakem olacak olan DYP’nin Anavatan’la birleşme vetiresinin inkıtaa uğratılması da bunun içindi.

“AKP, HANGİ DEMOKRATİK DİRENCİ

GÖSTERMİŞ?”

Demokratlığın Menderes’in resminin yanına kendi resmini yapıştırmak olmadığını söyleyen Soylu’nun “Tayip Erdoğan bunu hak edecek hangi demokratik direnci göstermiş?” sorusu, Türkiye’de siyasetin seviyesini su yüzüne çıkarması açısından oldukça mânidar.

“Demokrasinin özümsenmesi” üzerine kurulacak “sistem”in Türkiye’de yine demokrasinin mimarı Demokrat Parti’yle olacağını; büyük ve yiğit misyonun kökleri ve gelenekleri üzerine yükselecek siyasetin demokratikleşmesi için ellerinden gelen bütün gayreti göstereceklerini belirtmesi, siyasette oyalanma ve avutma oyununun iflâsına işâret…

Keza DP’nin renginin belli olduğunu, kimsenin partiye renk veremeyeceğini, “bu partinin rengi milletin rengidir” tesbitiyle alternatif olduğunu söylemesi, siyasetin geleceğine âdeta ışık tutuyor. Bundandır ki iç ve dış ifsad odakları, DP’nin bugünkü durumuna bile tahammül edemiyor; sürekli kumpas kuruyor…

Ve siyasî kavgalar, kutuplaşmalar, kamplaşmalar, travmalar ve krizlere karşı Türkiye’nin demokrasiyi yeniden inşa edecek, devletle milleti barıştırıp demokratik barış ve muvâzeneyi sağlayacak Demokrat Parti’ye olan ihtiyacı bir defa daha ortaya çıkarıyor…

29.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

CHP'nin cızırtılı telefonu



Telefonlar CHP’nin başına dert olmaya devam ediyor. Önder Sav’ın bir gazeteci ile cep telefonuyla konuşurken “no” tuşu yerine “yes” tuşuna basması hâlâ hafızalarda.

Baykal’ın son olarak Sabah yazarı Yavuz Donat’la yaptığı görüşmesi de telefonun azizliğine uğramış! Telefonun sürekli “cızırtı” yapması yüzünden görüşememişler. Bunun üzerine telefonu kapatıp tekrar görüşmeye çalışsalar da başta düzelir gibi olmuş, sonra cızırtı tekrar başlamış. (Yavuz Donat, Sabah, 17.6.2008)

Üçüncü anlatacağımız telefon meselesi de Baykal’ın telefon konusundaki hassasiyetini ya da çekingenliğini gösteriyor!

Malûm Türkiye Hırvatistan’ı yenerek Avrupa Futbol Şampiyonasında yarı finale yükselmişti. Bu galibiyetin ardından pek çok kişi Fatih Terim’i arayıp tebrik etmişlerdi. En ilginç tebrik ise telefon konusunda başı dertte olan Baykal’dan geldi. Baykal, telefonda konuşmak yerine “cep telefonu” (SMS) mesajı ile tebrik etmiş.

Bu da, sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi gibi bir şey oldu. Tavsiyemiz CHP’lilerin artık bu teknolojiyi bırakıp dumanla haberleşmeleri… Böylece her telefona işleri düştüklerinde haber olmaktan kurtulmuş olurlar.

* * *

TRAVMA

Türkiye travmatik bir ortamdan geçiyor. Bir cümle yüzünden Türkiye’nin gündemi değişebiliyor. Birkaç kelime etrafında fırtınalar koparılıyor. AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın yabancı bir gazeteye verdiği beyanat yüzünden, fikrini söylemeyen kalmadı. İstifa etmesini isteyenden tutun da, hakarete varan sözler söylendi. Burada sözlerin tahlilini yapmayacağım. Fırat’ın söylediği söz şuydu: “Türk toplumuna travma yaşatıldı. Bir gecede kıyafetlerini ve dillerini değiştirmeleri söylendi...”

Peki bu sözleri eleştirenlere şunu hatırlatsak travma yaşamazlar mı? Bir sabah kalkıyorsunuz konuştuğunuz ve yazdığınız diliniz değişmiş. Türkçe konuşurken, Çince konuşma mecburiyeti getirilmiş…

Travma (sarsıntı) yaşamam diyebilen çıkar mı? Bir de böyle değerlendirin bakalım…

* * *

ARKADAŞ

Salı günü partilerin grup toplantıları olur. Haftanın siyasî gündemi de parti genel başkanlarının burada yaptığı konuşmalardan sonra belirlenir. Bu yasama döneminde ilk olarak MHP, peşinden AKP, DTP ve CHP grupları toplanıyor.

Bu hafta, DTP hariç bütün parti grupları toplandı. İktidar kulisinde kapatma dâvâsının etkisinden mi bilinmez bir sessizlik hâkimdi. Bu sessizliği bozan, 70 yaşlarındaki Ömer Uçar oldu. Durumunu anlattıktan sonra bir rüyasını başbakana anlattı. “Sayın Başbakanım düşümde gördüm, iyi olacak...” dedi.

Sonradan anlaşıldı ki, Ömer Dede, Başbakan’la Kırklareli Pınarhisar Cezaevi’nde kaldığı dönemden tanışıyorlarmış. Uçar gazetecilere, Başbakan’a cezaevinde 4 ay 10 gün hizmet ettiğini anlattı. Ömer Dede, Erdoğan ile Adana’da iftar çadırında oruç açtığı için “oruç arkadaşı” olduklarını söyledi.

Üç arkadaşlık unutulmaz, hapis, askerlik ve okul arkadaşlığı. Buna bir de oruç arkadaşlığı eklenmiş oldu.

* * *

BİR GİZLİ OLMAYAN YEMEK DE KÖŞK’TE…

Geçtiğimiz hafta gizli yemeklerden bahsederken büroda arkadaşlarla yediğimiz bir yemekten bahsetmiştik. Hafta boyunca arayan okuyucularımız bu yemekte ne konuşulduğunu sordular ama ser verdik sır vermedik.

Hafta içinde de bu gizli yemeklerin birisinin ev sahibi olan Faruk Loğoğlu’nun katıldığı gizli olmayan fakat basına kapalı olan bir yemek daha yenildi. Bu yemekte ASAM Başkanı Loğoğlu’nun yanı sıra, TEPAV Başkanı Güven Sak, SETA Vakfı Başkanı İbrahim Kalın da vardı. Bu sefer ev sahibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dü. Gül, bundan önce de Köşk’te bazı ilim ve fikir adamlarına yemek vermişti.

“Basından gizlenen önceki yemek”te futbol konuşulduğu açıklanmıştı. Son yemekte anlatıldığına göre tavla oynanmamış millet ve ülke meseleleri konuşulmuş.

Önümüzdeki haftalarda bu yemekler devam edeceğe benziyor. Onlar yedikçe biz de yazmaya devam edelim… Yedikleri içtikleri onların olsun da ne konuşulduğunu kamuoyu merak ediyor…

29.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tasarrufa çağrı



Arzu edilmese de yenilenmiş bir ekonomik krizin kapıya dayandığına dair işaretler çoğaldı. Elektriğe yapılan yüksek miktarda zammı, diğer zamların takip edeceği anlaşılıyor.

Tabiî ki ‘zam’ bir neticedir. Hangi hükûmet olursa olsun belli ölçülerde zam yapacak. Ancak yapılan son elektrik zammının gerekçesi çok farklı. Bir bakan, yaptığı açıklamada “Bu zammı tasarrufa teşvik için yaptık” derken, Enerji Bakanı, “Buna şükredin, daha fazla zam olabilirdi” anlamına gelecek sözler sarfetmiş. (AA, 28 Haziran 2008)

Elbette her şeyde olduğu gibi enerjide de tasarrufa şiddetle ihtiyaç vardır. Ancak yapılan zammı bu gerekçeyle açıklamaya çalışmak Türkiye ve dünya gerçekleriyle örtüşmez. Hele hele, “Bu zamma ses çıkarmayın, itiraz etmeyin; yoksa daha fazla zam da yapabilirdik” anlamına gelecek sözler de doğru sözler değildir.

İtiraz edilen noktalardan biri de, gerekiyorsa zamların zamanında yapılmaması. Hükûmet, bir yılı aşkın bir zaman elektriğe zam yapmamakla övündü. E, şimdi ne oldu? Yüzde 1 ya da yüzde 2’lik zamlar yapmak mümkün iken, beklendi ve bir anda yüzde 20 zam yapıldı. Bu zammın faturasını sadece vatandaşın ödeyeceği düşünülmesin... Hükûmete de bir fatura ödetilir...

Hadisenin tasarruf yönü ise her zaman gündemde tutulması gereken ve desteklenmesi gereken bir konudur. Ancak burada da asıl tasarrufu devletin yapması gerekir ki millete örnek olunsun. Oysa tam tersi yapılıyor. Vatandaşa tasarruf çağrısı yapılırken, devlet kurumları israf denizinde yüzüyor. Hükûmet, tasarrufu teşvik etmek noktasında samimî ise, bir an önce devletin öncülük yaptığı bir tasarruf kampanyası açılmalıdır. Ama bu kampanya ‘sözde’ değil ‘özde’ bir kampanya olmalı...

Bu kampanyanın başarıya ulaşması için ‘devlet’ yöneticilerinin sembolik hareketler yapmasında da fayda var. Meselâ bir gün ‘özel oto’ yerine onlar da ‘toplu taşıma’ araçlarıyla ‘iş’e gitsin. Ya da 200 milyar liralık lüks otomobillerinden birini satıp, bu kampanyaya öncülük etsin... Böyle bir kampanya açmak ve öncülük etmek çok mu zor?

Meselâ bazı devlet daireleri bu günlerde ‘buz’ gibi. Sebebi basit: Havalar sıcak ve bu dairelerde çalışan klimalar en yüksek ayarda. Devlet daireleri de klimalarını ‘normal’ bir ayarda tutsa ne olur? Hatırlamak lâzım, geçen yıl Japonya, daha az enerji harcansın diye memurların kravat takma mecburiyetine son vermiş ve ‘beyaz gömlek giyme yasağı’ getirmişti. Benzer projeler Türkiye’de de uygulanamaz mı?

Zaten inancımıza göre ‘israf’ haramdır. Her zaman ve her yerde ‘israf’tan kaçmak, ömür boyu tasarruf etmek durumundayız. Öyle ise tasarruf kampanyasının temelinde bu anlayış olmalı. Ne yazık ki Türkiye’yi ‘idare edenler’ hadiseye bu noktadan yaklaşmaya cesaret edemiyorlar. Böyle olunca da tasarruf kampanyaları sadece ‘sözde’ kalıyor ve hayat bulmadan sönüyor...

Ömür boyu tasarruf için bir ‘ampül’ de biz söndürelim...

29.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

“Vız vız, jive hingivin jimin”



Bir hikâyede anlatıldığı üzere, “Vız vız, jive hingivin jimin” (1) diyen adamın durumuna düşeceğiz. Çünkü bal arılarını da kaçırıyoruz. Kimbilir hangi hareketimizden dolayı onların da yaşama alanlarını daraltıp kendimize yaptığımız gibi o serbetçileri de dünyadan kaçırdık.

“Beşerin bulaşık eli”(2) karıştığı her şeyi berbat ediyor. Evet günümüze kadar insanların fıtrata müdahaleleri sonucu bir çok hayvan ve bitki türü yok olduğu gibi, günümüzde de aynı tehlike bal arılarının başındadır. ABD’de geçtiğimiz kış, arıların yüzde 35’i kayboldu. 87 temel ürün arılar sayesinde üretiliyor. Newsweek dergisinin araştırmasına göre iki yıl önce arıların yüzde 30’unu kaybeden ABD, geçtiğimiz yıl yüzde 35’lik kayıp yaşadı. Brezilya, Hindistan, Çin ve Avrupa’da panik devam ediyor.

İngiltere arıcılar birliği “2018 yılında İngiltere sınırlarında tek bir arı bile kalmayabilir. 330 milyon dolarlık tarım endüstrisi çökebilir” diyor. ABD bal üreticileri ise, “trilyon dolarlık tarım endüstrisi tek bir sendeleme ile parça parça olmaya hazır kristal gibi” diyerek tehlikeye dikkat çekmiş. Uzmanlar, arıların nüfusu azalmaya devam ederse gıda krizinin de korkunç bir boyuta ulaşabileceğini, 115 tarım ürününün yüzde 87’si arılar tarafından döllenerek üretiliyor. Arıların yok olması kiraz, elma, greyfurt, avokado, salatalık, lahana üretimini tehlikeye atmaktadır.

Alman Bilim adamı Albert Einstein, “Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanın sadece 4 yıl ömrü kalır” demiştir. Zehirli bir böceğin eliyle bize şifalı balı yediren Allah (cc) o böceğe meğer başka ne kadar da görevler yüklemiş. Evet, demek insan ne kadar aciz ki, yaşaması ‘zehirli bir böceğin’ yaşaması ve görevini yapmasına bağlı. Demek arıyı basit bir ‘böcek’ olarak görmemek gerekir. İnsanlığın hayatında önemli bir yer tuttuğu içindir ki Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerim’de bir sûreye Nahl (arı) adını vermiştir. Ayrıca insanın hayatının nasıl da ince bir tele bağlandığını görüyoruz.

Bir zehirli böcek görevini yapmazsa insanlığın hayatı durabilecek. Bir yapay oluşum olan şehirlerin artması şüphesiz hayvanların yaşama alanlarını daraltmıştır. Suların kirliliği, gürültünün artması da şüphesiz ki sebeplerden sayılabilir. Gürültü bütün organizmalara zarar verdiği gibi, özellikle arıyı da ürkütür. “Rabbin bal arısına ilham etti: Dağlardan, ağaçlardan, insanların kurduğu kovanlardan kendine evler edin.” (3) “Nasılki en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azim bir istifade yolunu açarak... (4)

İnsan hayatını korumak için “Levazimati beytiye” olarak ifade edilen bütün hayvan türlerini de koruması gerekiyor. Çünkü kendisinin de hayatı hayvanların hayatının devamına bağlıdır.

DİPNOTLAR:

1- Edebî bir hikâye: Tanın (vızıltı) senden, bal benden. Bal hızsızlığı yapan bir kişinin boş kovanlara yabancı arıları koyup onlarla konuşurken söylediği ifadeler.

2-Lem’alar, 304; 3-Nahl suresi, 65; 4-sözler, 236

29.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır