Geçtiğimiz hafta sonu yönetim kurulumuzla birlikte İstanbul’da hizmetlerimizle ilgili üç güzel toplantı yaptık. İnşaallah bunların semeresini kısa zamanda hep birlikte yaşar ve yaşatırız.
İstanbul’dan da genel müdürümüz ve abone müdürümüzle beraber İzmir’e gittik. Gayemiz, gazetemizin okuyucularına mübarek Ramazan ayında vermeyi tasarladığı promosyon hakkında o bölgede bulunan okuyucu ve temsilcilerle fikir teâtisinde bulunmak ve diğer güzel projeleri yerinde paylaşmaktı.
Bu güzel faaliyet benim için güzel bir tevafuka da sahne oldu. ABD’li yazarımız Robert Miranda,—Müslüman olduktan sonraki adıyla Davud Ali Selâm—ve çok değerli ilim adamı, kırk yılı aşkın ABD’de bulunan Prof. Dr. Süleyman Kurter Hocamızın birkaç günden beri İzmir’de olduğunu öğrendim.
Prof. Dr. Süleyman Kurter Ağabeyin ismini, risâleleri tanıdığım 1970 yılında kendi memleketi olan Kırıkhan/Hatay’da görev yaparken duymuştum ama hiç görüşmemiştim. Bu güzel tevafuk sonucu, üç dört saat İzmir büromuzda Y. K. üyemiz muhterem Hasan Şen Ağabey, yılların hizmetkârı Selahaddin Akyıl Ağabey ve diğer ehl-i hizmet ağabey ve kardeşlerin de bulunduğu bir sohbet ortamında muhabbetimiz devam etti.
Bir gün önce İzmirlilerin rehberliğiyle Barla’ya giden bu değerli misafirlerimizden Davud Ali Selâm kardeşimize Barla hakkındaki hissiyâtını sordum. İçten ve samimî anlatışından çok etkilendim. Bu hissiyâtı kayıtlara geçirmek istedim ama yanımda kayıt cihazım olmadığı için belli bir zamandan sonra söylediği fikirleri tekrar etmesini istedim:
O İngilizce konuşarak tekrar ederken, alabildiğim beni çok etkileyen hissiyâtlarını ve müstesna fikirlerini siz değerli dostlarla paylaşmak istedim.
“Bediüzzaman’ın bulunduğu mübarek mekânlara Barla ve Isparta’ya gitmişsiniz, intibâlarınızı ve hislerinizi bizimle paylaşır mısınız?” diye sordum.
“Hay hay memnuniyetle.
“Bediüzzaman’ın risâleleri yazdığı mekânlarda dolaşırken, onun evinin penceresinden dünyaya bakarken, o büyük çınar ağacına tırmanmasını, bahçe ve kırlarda gezmesini, kısacası bütün tabiatla beraber olup, kırıksız ve kesintisiz, insanlığı ve kâinatı kuşatan hakikatlere ulaşmasının sırlarını ve o andaki hâlet-i ruhiyesini yaşamaya çalıştım.
“Onun gezip dolaştığı yerleri gezerken, kalbine ilhâmen gelen o müstesna fikirlerin çok yüksek bir İlâhî ilham olduğunu ve onları, ruh ve kalp dünyasının o temizlik ve berraklığıyla, en ilmî, en modern bir şekilde, insanlığın ihtiyaç ve anlayışına uygun olarak insanlığın önüne koyduğunu bütün netliğiyle hissedebildiğimi sanıyorum.
“Barla’daki evinde, o basit mekânda durup, pencereden tabiata bakıp, oradan dünyayı seyredip bazı fikir ve hükümler çıkarmak bizim için çok zor. Fakat Bediüzzaman için o günkü şartlarda çok kolay olduğu gibi ileriki zamanlar ve insanlar için bir birikim ve güç olduğunu hissedebildim.
“Bediüzzaman’ın, o günün dünya ve Türkiye şartlarında evinin penceresinden ve çınar ağacının dalları arasından dünyayı seyrederken, inananların, İslâmiyet’i ve modern çağın gereklerini ‘hakikat mesleğine’ uygun olarak yaşayabileceklerini ortaya koymasının ne kadar önemli olduğunu ve bunu başaramazlarsa çok şeylerde geride kalacaklarının plânlarını ve tesbitlerini en mükemmel bir şekilde yaptığını hissettim.
“O günkü ve bugünkü şartlarda demokrasiyle İslâmiyet’in nasıl te’lif ve tefsir edileceğinin, teknolojiye karşı mevcut şartlarla nasıl mücadele ve cihad edileceğinin ve bu tür sosyal hayatta nasıl ayakta kalınıp yaşanabileceğinin çözümlerini burada ürettiğini bütün kalbimle hissettim.
“Bediüzzaman’ın evinde bulunan her şey ve o günkü şartlarda yazılan kitapların hepsi sanki cansız varlıklar değil, cıvıl cıvıl yaşayan canlı belgelerdi. Yüreğimin, ruhumun ve bütün hislerimin onlara yakînen dokunduğunu hissettim.
“Bunlar o kadar canlı belgelerdi ki, bugünün şartlarında yaşayan biz Müslümanların nasıl ve ne şekilde yaşayacağının kesin hatlarla sınırlarını gösteren, İslâmiyet’i incitmeden, Müslüman’ı da zora sokmadan mevcut hayat şartlarında nasıl meşrû dairede kalıp ayakta kalabileceğimizi ve yaşayabileceğimizi gösteren yaşayan canlı belgelerdi.
“Bediüzzaman, Müslümanlara ‘hürriyet ve demokrasi’ fikrini ve gerçeğini hissettirdi. İnsanlığı teknolojinin esiri olmadan onu İslâm’ın ve insanlığın emrinde kullanabileceğimizi öğretti. Teknolojinin, demokrasinin, hak ve hürriyetlerin var olduğu dünyada, İslâmiyet’in gölgede kalmadan bunlara hâkim olabileceğini ve birlikte yaşanabileceğini ortaya koydu.
“Onun bulunduğu mekânlarda dolaşırken, onun yazdığı kelimelerin, cümlelerin, eserlerin ne kadar kuvvetli ve tesirli olduğunu bir defa daha bütün kalbimle ve hissiyâtımla yaşadım ve bu tesir ve güçten anladım ki, bu eserlerin sadece içinde bulunduğumuz zamana değil binlerce yıl ötedeki zamanlara da ışık tutacak kapasite ve özellikte eserler olduğunu hissettim.
“Barla’da onun evinde bulunduğum zaman içerisinde ve penceresinden dışarıya bakarken 1920’li yıllara hayalen giderek aynen onun duygu ve düşüncelerini hissettiğimi ve ortak olduğumu söyleyebilirim.”
Bu samimî hissiyâtını dinledikten sonra “Herhangi birisi gelse, sizin gibi hisler yaşayabilir mi bu önemli ve tesirli mekânda?” diye sordum.
Çok kısa ve net bir cevap verdi Miranda:
“Eğer kalp gözü açıksa!”
Ve nezaket gösterip şöyle bitirdi sözlerini:
“Bana bu fırsatı veren Yeni Asya câmiasına en kalbî teşekkürlerimi sunuyorum. Bu coşku selinden sonra ABD’li Nur talebelerini de, Barla ve bu mübarek mekânları gelip görmeleri için teşvik edeceğim.”
Yabancı diyarda yetişmiş ama şimdi bizlerden biri olmuş birisinin, bir güne sığan tatlı hatıraları böyle. Ruh, kalp, his ve gönül dünyalarımızda esintiler meydana getirmesi dilek ve temennilerimle.
04.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|