Müslüman toplumların geri kalmışlığından dolayı duydukları eziklik ve isyan bir futbol şampiyonasında iyice açığa çıktı. Bu ezikliği futbolla örtmek duygusu aslında işin en üzücü taraflarından biriydi.
Simon Kuper’in futbolun politika ve çeşitli kültürle ilişkisini araştıran eserine verdiği isimdi: “Futbol asla sadece futbol değildir.” Böyle olduğu da son şampiyonada bir kez daha görüldü.
Millî takımımızın bu şampiyonadaki sportif başarısına getirilen spor dışı yorumlar Simon Kuper’i defalarca doğrular nitelikteydi.
Kimine göre Avrupa Birliği’ne girmeyi hak ettiğimizi bir Avrupa organizasyonunda oynadığımız Avrupaî futbolla gösterdik, kimine göre de derin bir tarih şuuruyla, Viyana kapılarından dönen ceddimizin aksine Viyana’yı fethettik. Kahraman futbolcularımız, 20. yüz yılın sömürgeci ülkelerine karşı bağımsızlık mücadelesi veren toplumları gibi, şimdi de aynı merkeze karşı ezilen toplumların isyankâr sesi oldu. Bazılarına göre de oynadığımız futbol değil; kibirli Batılılara karşı İlahi gücün bir mucizesiydi.
Bana göre en dikkat çekici yorumlardan biri Haşmet Babaoğlu’ndan geldi. Babaoğlu, millî takımımızın futbolun dışında bambaşka bir kavga verdiğini, bunu anlamak için de Hamburg’tan Gazze’ye; Üsküp’ten Tebriz’e çok geniş bir coğrafyada dolaşmak gerektiğini, takımımızın attığı gollerle Gazze’nin, Bosna’nın nasıl bayram havasına büründüğünü, bu galibiyetlerin futbol dışında bir ruhu olduğunu, bu galibiyetlerin “çevre”ye itilip horlananların kibirli “merkez”e vurduğu darbeler olarak algılandığını belirtiyor ve şöyle diyordu: “Avrupa Şampiyo-nasında pes etmeyen Türk Millî Takımı, dünya coğrafyasında pes etmeye zorlanan; ama direnen Müslümanların sesi artık...”
Bu yorumlara katılır mısınız bilmem; ama benim dikkat çekmek istediğim hususlardan birincisi; bir imparatorluğun sonunu hazırlayan tevekkülü yanlış anlama hastalığının nüksetmesidir. Özellikle son saniyelerde gelen galibiyetlere yüklenen ilâhî anlam bunun göstergesiydi. “Bütün İslâm aleminin ortak dualarıyla ve Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle mazlumların sesi olan milli takımımız herkesin akıl-mantıkla bağdaştıramadığı galibiyetleri mucizevi şekilde almıştı.” Kötü oynadığımız maçları Allah’ın yardımıyla kazandığımız şeklindeki algılayış, “Neden iyi oynadığımız Almanya maçını kaybettik? Ya da, “İngiltere’den sekiz; bu turnuvada da Portekiz’den iki gol yerken Allah bizimle beraber değil miydi?” şeklindeki bir soruyu getirir ki bu da itikadi açıdan tehlikeli tartışmalarla bizi karşı karşıya bırakır. Son saniye golleri, oynamadan kazanmak ya da çok iyi oynayıp kaybetmek futbolun içinde olan durumlardır. Futbolda veya başka bir işte, doğru işler yaptığınızda, fiili duanızı gerçekleştirdiğinizde sonuç da genellikle sevindirici olacaktır.
İkinci husus: Futbol sonuçları itibariyle içinde birçok İslâm dışı ögeyi barındıran bir fenomendir. Bahis şirketlerinden tutunuz, tamamen behimî duygulara hitap eden turizmine, çığırından çıkan galibiyet kutlamalarına, bu kutlamalardaki rezaletlere, ölümlere yol açan magandalıklara kadar birçok gayri İslâmî ve ahlâkî unsurları içinde barındıran bir olguya İlahi anlamlar yüklemek biraz zorlayıcı tevil değil midir?
Üçüncüsü: Bir Avrupa şampiyonası daha sona erdi. Gelişmiş toplumlar için bu bulunmaz bir eğlence, bizim gibi toplumlar içinse bir intikam fırsatıydı. Sorgulamamız gereken çok daha önemli meseleler olmalıydı bence: Futbolda elde ettiğimiz bu başarı; penaltılarda elediğimiz AB adayı Hırvatistan’dan, AB kriterlerine göre 10 fark yediğimiz gerçeğini örtüyor mu? Bu sportif başarı, bebek ölümlerinde hâlâ birinci sıralarda olduğumuz, insan hakları ihlâllerinde önde gittiğimiz, kızlarımızın saçlarını rejim meselesi haline getirdiğimiz, eğitim sistemini çökerttiğimiz, adalet mekanizmasını güvensizleştirdiğimiz, sivil siyaseti tıkadığımız, üniversitelerimizi hâlâ ilk beş yüze sokamadığımız gerçeğini ortadan kaldırıyor mu? Semih’in golleri, Arda’nın muhteşem futbolu, otuz beş Avrupa ülkesi içinde “satın alma gücü paritesi”ne göre, bizi yirmi dokuzunculuktan ilk sıralara taşıyabiliyor mu? Böyle düşünmediğimizde ve bunları sorgulamadığımızda, futbolu siyasetinin bir aracı olarak kullanan faşist General Franco’yu haklı çıkartmakla birlikte, böyle bir oyuna alet olmaktan başka bir iş de yapmış olmuyoruz. Bilindiği gibi; İspanyol Diktatör Franco’nun, iktidarını (1930 yılından 1975’teki ölümüne kadar) 3F’ye bağladığı; futbol, fado ve fiesta ile İspanya’yı kırk beş yıl boyunca uyuttuğu söylenir. Yoksa futbol bizi de mi uyutuyor? Asıl soru budur.
01.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|