TÜRKİYE'DE her şey değişirken tabiî olarak medyanın değişimi kaçınılmaz hale geliyor. Tarihî gerçeklik olarak devlet güdümünde kurulan medya yavaş yavaş sivil özellikler göstermeye başlıyor. Devlete değil topluma hizmet anlayışı yavaş yavaş yaygınlık kazanıyor. Böyle bir ortamda biz de 48 yıldır gazetecilik hayatının içinde olan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu Üyesi Zafer Atay’la konuştuk. Atay gazetecilik mesleğinde yalan haberle ilgili “Bu gazeteciliğe yapılan en büyük ihanettir. İşine gelmiyorsa haberi koyma kardeşim! Ama çarpıtma. Haber görmeyebilirsin. Belki niye görmedin diye tenkit edilebilirsin ancak orda kalır. Fakat haberi ters yüz edip, merkezinden saptırıp, değişik biçim vererek yazarsanız bu ihanettir. Kimden gelirse gelsin yalan haberi savunmak mümkün değil!” diyor.
*Yarım asra yakındır gazetecilik hayatı içerisindesiniz. Türkiye’de medyadaki değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben gazeteciliğe 1960 yılında İstanbul Üniversitesi gazetecilik öğrencisiyken başladım. O günlerden bugünlere geldiğimizde büyük bir teknolojik gelişme görüyorum. Benim çalıştığım dönemde bırakın bilgisayarı teleksi olan gazete sayısı parmakla gösterilirdi. Ankara’dan gelen haberler dikteyle alınırdı. Sağlıksız binalarda gazetecilik yapılırdı.
*Gazeteciler arasındaki insanî ilişki nasıldı?
Şimdiye göre daha yakın ilişkiler vardı. Gazeteler sayıca az olmasının yanında bütün gazeteler Cağaloğlu'nun içindeydi. Öğlende yemeğe çıkıldığında birkaç lokanta olması hasebiyle birbirimizi görme imkânımız olurdu. Akşam üstü iş çıkışı yolda sohbet edebiliyorduk. Şimdi binlerce kişi kulelerde onlar birbirini de göremiyor.
*Farklı görüşteki gazeteciler arasındaki diyaloglar nasıldı?
Sütunlarında sabahtan akşama kadar kavga eden yazarlar akşam olunca beraber yemek yerlerdi. Ben gazeteciliğe başladığım dönemde büyük gerginlikler hissetmedim.
*O dönemin toplumsal ahlâkı daha barışçıldı galiba, şimdi sanki medya kavgayı körüklüyor. Ne dersiniz?
Ben şuna inanıyorum bugün bile birbirlerine şiddetli yazı yazanlar bir araya gelseler düşmanlıklarını yüzlerine vurmazlar. O köşelerinde kalır gibi geliyor. Bugünün gazetecilerini çok da suçlamak istemiyorum. 400 bin tirajlı gazeteyi hazırlamanın zorlukları büyük.
*Gazetelerin Cağaloğlu’ndan taşınmaları medya hayatını etkiledi mi dersiniz?
Cağaloğlu'ndan taşınmayı ben her zaman yanlış bir karar olarak görüyorum. Eskiden gazeteciler tren, dolmuş, otobüs, vapur gibi araçlarla Sirkeci’ye gelir ordan gazetelerine yürürlerdi. Bu sırada kitapçıların önünden geçerlerdi. Tarihî bir mekân olarak vilayetin önünden geçerlerdi. Bana sorarsanız mahallelerin ruhu var, plazaların olduğu yerde ruh yok. Plazalardan çıktığınızda karşınıza siteler çıkıyor. Bunun yerine Sultanahmet ve Ayasofya Camiine yürüyen bir gazetecinin ruh dünyası daha farklı olur diye düşünüyorum.
*Cağaloğlu’ndan çıkışla birlikte toplumsal bir kopuş da yaşandı değil mi?
Ben Bab-ı Ali’ye geldiğimde iki kişinin arabası, iki kişinin motosikleti vardı. Hepimiz kamu araçlarına binerdik. Şimdi ise servis araçları gazetecileri son sür'at bir yerden biryere taşıyor.
*Toplumsal hayattan kopuş gazeteciliği nasıl etkiledi?
Eskiden gazeteciler halkın nabzını daha kolay tutuyordu. Kamu araçlarına binen bir gazeteci etrafındaki insanlarla konuşma veya ne konuşulduğunu duyma imkânı buluyordu. Geçende bir arkadaşımız birkaç senedir otobüse binmediğini söylüyordu. Bu maddî gelişim açısından iyi bir durum ancak profesyonellik açısından övünülecek bir durum değil. Tabiî bunları tek sebebe bağlamak doğru değil. Ben gazeteciliğe başladığımda 27 Mayıs ihtilâli oldu. İlk izlediğim önemli olay Yassıada duruşmalarıydı. Türkiye krizden kurtulamamıştır. Bizim evde üç kuşak yaşadı. Anneannem 1893 Bulgaristan’dan papuçsuz kaçanlardan, annem gözünü açtığında hürriyetin ilânı var, daha sonra İstanbul işgal ediliyor. Ben doğduğumda ise İkinci Dünya Savaşı yaşanıyor. Yani hayatımız krizlerle geçmiş...
*Bugünlerde, medya krizi dindirmek yerine körüklüyor yorumları var. Ne dersiniz?
Bugün gazetecilerin tavırları çok keskinleşti. Eskiden tavırlar bu kadar politik değildi. Gazeteler partilerin savunuculuğunu yapıyor. Tek parti döneminde bunu yapmak zaten devlet tarafından mecburî hale getirilmişti. O dönemde devletin kontrolü her yerde. Küçük bir haber yüzünden gazeteniz kapatılabilirdi. O dönemde gazetenin kapatılması için Matbuat Umum Müdürlüğünün telefon açması yeterliydi. O dönem demokrasi olmadığından bugünle karşılaştırmamız mümkün değil. Bugün köşe yazarları politikaya bulaşmış durumda. Bence bir yazarın rahat yazabilmesi için parti tutmaması gerekir. Eğer parti tutarsanız o partinin günahını göremezsiniz. Bugün birkaç gazete okuyan biri, doğru nerde diye sormaya başlıyor. Gazetelerin birinin doğru dediğine öbürü yanlış diyor.
*Burada devreye “yalan haber” giriyor. Taraflı olmak başka bir durum, ancak yalan haberleri ispatlanmış büyük gazetelere ne demek istersiniz?
Bu gazeteciliğe yapılan en büyük ihanettir. İşine gelmiyorsa haberi koyma kardeşim! Ama çarpıtma. Haber görmeyebilirsin. Belki niye görmedin diye tenkit edilebilirsin ancak orda kalır. Fakat haberi ters yüz edip, merkezinden saptırıp, değişik biçim vererek yazarsanız bu ihanettir. Kimden gelirse gelsin yalan haberi savunmak mümkün değil!
*Yalan habere bu kadar şiddetle karşı çıkıyorsunuz. Peki Türkiye Gazeteciler Cemiyeti bu konuda neler yapıyor?
Bizim bir yaptırım gücümüz yok. Biz medyanın uyması gereken evrensel ilkelerle ilgili bir bildiri yayınladık. Bu gönüllü kabul edilecek bir durum. Tabiî ki bize kişilerle ilgili şikâyetler geldiğinde inceliyoruz. Eğer ortada bir yanlışlık varsa bunu yapan kişiye yazı yazıyoruz.
*Gazete sahiplerine gelirsek onların profiline baktığınızda ne söylemek istersiniz?
Benim gazeteciliğe başladığım dönemde gazete sahiplerinin yüzde doksan beşi gazeteciydi. Bugün bakıyorsunuz gazete sahiplerinin içinde gazeteci yok denecek kadar az. Eskiden gazete sahipleri gazetelerin kapanmaması için ceketlerini satarlardı. Bugünün patronları zarar ederse kapatırım diyor.
*Burada ben size katılmıyorum. Medya sahibi olmak bazı çıkarlarınızı korumak için çok büyük bir araç.
Bu konunun abartıldığı kanaatindeyim. Son dönemlerde medya grubunun sahipleri perişan edildi. Televizyonları ve gazeteleri onları kurtarmaya yetmedi. “Medyam var bana kimse el süremez. İstediğimi yaparım” denilemez çünkü sürüldü. Bunun yanında medya sahibi olmak belli bir güç kazandırır.
*Bizdeki gazeteciliğin devlet tarafından başlatıldığı ve bugün bile gazetecilerin devletten tarafa tavır koyduğu fikrine katılıyor musunuz?
Aradan 148 sene geçtikten sonra bu hâlâ devam ediyorsa yazık! Sizin söylediğiniz gibi ilk gazeteyi saray çıkarmıştır daha sonra Şinasi ve arkadaşlarının çıkardığı sivil gazete de kendini saraya bağlı kalmaktan kurtaramamıştır. Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise tek parti dönemi olduğu için belli bir baskı var. Çok partili hayata geçişte ise CHP’nin ve DP’nin gazeteleri var. Sizin söylediğiniz durum bugün hâlâ geçerliyse ayıp...
*28 Şubat sürecinde basın mensuplarının askerden brifing alması, bazı gazetelerin hâlâ darbe istemesi, Genelkurmay Başkanlığının 2007 planında bazı gazetelerle iş birliği yapma isteği bazı şeyleri ortaya koymuyor mu?
Ben gazetecinin bağımsız olmasından yanayım. 28 Şubattaki brifinglere ben katılmadım keşke onlar da katılmasaydı. Ben milletvekilinin köşe yazarı olmasına da karşıyım.
*'Falanca komutan böyle dedi' diyen köşe yazarlarına mı?
Gazeteci hiçbir kurumun sözcülüğünü üstlenmemelidir. Bu askeriye olur başka bir kurum olur. Tabiî ki haber değeri taşıyan bir durum varsa bu yapılabilir.
*”Bazı gazeteciler kendilerini devletin resmî ideolojisinin temsilcileri olarak görüyorlar. Bu ideolojiyi de TSK’nın taşıdığı inancıyla komutanlara köşe ayırıyorlar” diye yorumlar var.
Tevfik Fikret kendini “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” şair olarak tanımlar. Ben de gazetecilerin fikrinin, vicdanının ve irfanının hür olmasını isterim. Gazeteci kendini bir yere bağlı hissederse ordan gelen pis kokuları yazmayabiliyor.
SUN'Î GÜNDEMLER ÇELİŞKİ
MEYDANA GETİRİYOR
*Anayasa Mahkemesinin başörtüsü kararından sonra Oktay Ekşi, kararın hukukî açıdan tartışmalı olduğu ancak Türkiye’nin geleceği açısından gerekli olduğu yönünde bir yazı yazmıştı. Bu tür çelişkileri nasıl açıklamak gerek?
İsimler üzerinde durmak istemem. Bu tür çelişkili şeyler nasıl söylenir ben de cevabını bulamıyorum. Üstümüze birşeyler yıkılıyor galiba biz de altından kalkamıyoruz. Üzerimize sun'î gündemler yıkılıyor. Halkın gündemiyle, partilerin gündemi aynı mı? sokaktaki insanlara sormak lâzım. Sun'î gündemlerle uğraşmak insanı çelişkiye sürükler. Basının gündemiyle halkın gündeminin de aynı olmadığı kanaatindeyim.
TOPLUMA UMUT
AŞILAYANIN ELİNİ ÖPERİM
*Sizce uzlaşmak ne demek?
Birbirimize tahammül etmek. Acaba kanaat önderleri uzlaşı fikrini yeterince yayıyorlar mı?
*Tahammül etmeyen kesim uzlaşalım diyor bu nasıl bir çelişki?
Onlar gerçek uzlaşıcılar değil. Birbirimizin farklılıklarını kabul etmeli ve farklı görüşleri düşmanca görmemeliyiz. Türkiye’nin sınırları belli. Senin benim gibi insanların gidecek başka yerleri yok. Bazıları gibi alıp başımızı gidemeyiz.
*Başını alıp gideceklere ne demeli?
Onların sayısı çok değil. Biz, ortak bir noktada buluşmayı deneyelim. Doğruyu makulde arayalım. Türkiye’nin komşuları arasında ikisi hariç diğerlerinde demokrasinin esamesi okunmuyor. Bizim demokrasi konusunda noksanlarımız var. İnsan hakları konusunda süperiz demiyorum, ancak şunu da görmek lâzım Türkiye demokrasisi çok genç.
*Bundan korkup demokrasinin cumhuriyeti yıkacağı fikri hakim yani şeriat korkusu...
Türkiye’de şeriat olmaz. Ben Türkiye’nin geleceğinden umutluyum. Senin gibi genç gazeteciler bu soruları rahatlıkla soruyorsa ben Türkiye’nin geleceğinden endişe etmiyorum. Biz gazetecilikten yavaş yavaş çekiliyoruz sizin kuşağınız bizim hatalarımızı işlemesin. “Öldük, bittik, mahvolduk” edebiyatı Türkiye’de bir an önce terk edilmeli. Topluma umutsuzluk aşılarsınız toplum mahvolur. Topluma umutsuzluk aşılayanlara deli oluyorum. İnsanlar umutla yaşar. Bu toplumun kanaat önderleri, aydınları ve politikacıları topluma umut aşılasınlar onların ellerini öpeyim.
BAŞÖRTÜSÜ SİYASÎ SİMGE DEĞİL
*TGC’nin başörtülü üyesi var mı?
Olması lâzım. Bizim üyelerimiz arasında şeriatçısı da komünisti de var.
*Erkeklerden vardır muhtemelen ancak ben başörtülü üyeniz olduğunu hiç görmedim. Siz de “olması lâzım” diyorsunuz.
Başörtülü gazeteciler başvurdular mı hatırlamıyorum.
*Başvursalar gereği yapılır diyorsunuz?
Bildiğim kadarıyla başörtüsüyle ilgili bir kısıtlama yok. Müracaat etmişlerde red mi etmişiz? Tabiî benim şahsî kanaatimden çok kurumların vereceği karar. Ben de ilk başvurumda reddedilmiştim, ama şimdi yönetim kurulundayım. Geçen Tokat’ta yaptığımız seminerde başörtülü bir bayan arkadaşımıza sertifikasını ben verdim. Bence başörtüsü meselesi çarpıtılarak ortaya konuluyor. Bence başörtüsünü siyasî simge olarak tanımlamak yanlış.
*Toplumda böyle bir ayrım var mı?
Benim eşimin, kızımın başı açık ancak kayınvalideminki kapalı. Ben başörtüsüne siyasî simge olarak bakmadım. İnancının gereğidir, alışkanlıktır, gelenektir... Başörtüsünü siyasî simge olarak göstermek, siyasetin içine çekmek büyük günahtır, hatadır. Bu noktada sağcıların ve solcuların günahları büyüktür. Kahverengi takıyorsa şöyle, mavi takıyorsa böyle eee bu kadar da olmaz.
Hiçbir şeyde makulu aramıyoruz. Birkaç gazeteci arkadaşla St. Petersburg ziyaretimizde Hocaefendi’nin iki okuluna gittik. 250 Ortodoks öğrencinin olduğu sınıflarda nasıl şeriat propagandası yapılır bilemiyorum. Ben bu konuyla ilgili iki yazı yazdım. Teşekkür de aldım, küfür de aldım. Türkiye medyasının önde gelen gazetelerinde yazarlık yapan bir arkadaşım bu okullara gitti döndüğünde “Ama hocaları şarap içmedi” dedi. Ben de “Sana ne” dedim. Bu tenkit edilecek bir durum değil. Dünyanın bir çok yerinde alkole karşı kurulmuş dernekler var. Bu tenkidi yapan arkadaşımız Fransız Kolejinden mezun. Ben de ona “Senin mezun olduğun okul neden açılmış? Üstelik kilise açmış” dedim.
|