|
|
Hüseyin EREN |
Ümidin çağlayışı |
|
Sebeplerin suskunluğu ümitleri derinlere çekiyor… Uzanmak ve tutunmak; zor katmanları kaldırıp atmaya, ciddî çabaya ihtiyaç bırakıyor… İhtiyarı sonuna kadar kullanmak, iktidarı olan gücüyle çalıştırmakla çıkar ümit suyu…
Kuru bir gayret, ham hayalle yerinden kıpırdamaz… Gelgitli araf emeklemeler, boş konuşmalar, zembereğinden sıkıca tutmadan, kulpuna dört elle sarılmadan, sine onunla dolmadan, onu elde edecek ne bir hareket yakalanır ne de bereket…
Sa’ysız su yok… İki tepe arasında—ümit ve korku—yedi defa gidip gelmeyi gerektirir, kesilmeyen suya erişmek, safayı bulmak… İçin için yanmayı, gayret solumayı, ufuk gözlemeyi, çölde şefkatle çağlamayı bilmeden gelmez zemzem… Sebeplerin terk ettiği çöl yalnızlığında, yalınlığın tane tane aktığı berraklıkta saklı su…
Kimsesizliğin koynunda, kalbin kırık köşesinde depolu zemzem… Korkunun içinde, ümidin sedefinde kaynıyor duygu vadisini dolduran bereket… Sebeplerin bir kırbaç suyunda değil duânın derinliğinde dalgalanıyor ümit deryası…
Kalbin Kâbe’sine, Kâbe’nin kalbine yakın zemzem… Kesret kumundan uzakta, ehadiyet incileriyle dolu vahdet bahrinin içinde zemzem… Sıkıntıları sa’y şuuruyla geçirenlere fışkırır zemzem hikmeti… Adımlarını gayretle atan, dillerini duâ ile döndüren, nazarlarını ümide çeviren, duygularını şevkle dolduranlara pınar pınar dökülür hikmet zemzemi… Aramasını bilenler, ümidi omuzlayanlar, gayreti taşıyanlar, çabayı işletenlere kendiliğinden akar bereket pınarı…
Çölün derinliği mânânın enginliğini taşır, sessizliği hikmeti dillendirir, sükûnu idraki güçlendirir, taneleri hiçliği haber verir… Mekânda hapsolmuşluktan kurtarır, zamanda rüzgâr gibi akmayı öğretir… Hürriyet meltemleri eser, esenlik muştusu savrulur nefes nefes, rüzgâr rüzgâr…
İki tepe arasında gitmeyi ve gelmeyi gerektirir dertten devayı bulmak; İster çölde ister ormanda olsun ümit ve korku kanatlarıyla uçulur suyun bulunduğu, şifanın içildiği, barış ve bereketin fışkırdığı çağlayana… Duâ duâ çağlamak, gayret gayret koşmak zemherirlerde bile zemzem çıkartır… Ziyan olmuş zihinler, dumura uğramış duygular, kumla dolmuş kalpler ise kuru çöl rüzgârlarında kaybolup gider… Karanlık, kimsesizlik, sahipsizlik, terk edilmişliğin ıztırabıyla inler… Zahirin yeşil vadilerinde yaşıyor görünseler bile, içleri çöl çilesiyle kavruluyordur…
Safa ile Merve hakikati, şehrin kurak çöllerinde hissedilirse, atılan her adım, açılan her çeşmede zemzem hikmeti dökülür… Hacer şefkati, İsmail yalnızlığı yoksa nasıl idrak edilir kesret kabalığında…
Bereket çokluk değildir, bağışlanmaktır öncesinde, sonrasında öyle çağlayıştır ki dursun diye zem zem denir… Zanlı zihinler, paslı kafalar, kapakçıkları kumla dolmuş kalpler hissetmez onu, kesret çöllerinde koşturmakla da ellerine bir şey geçmez. Bağışlanmak, barış, bereketten çok uzakta yaşar böyleleri… Öylelerinden olmamak duâsıyla.
01.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fatma Nur ZENGİN |
Burada hiç gece olmaz mı? |
|
Üstadımızın Baltık ülkelerinden; İsveç, Norveç ve Finlandiya hakkında risâlelerde bahisleri vardır. Bunlardan; “Aziz, sıddık kardeşlerim, Şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya, Kur’ân'ı mekteplerinde en büyük halaskâr bir kitap olarak kabul ettikleri gibi, şimdi erkân-ı İslâmiyenin birincisi olan Ramazan sıyamını tutmak niyetiyle Camiü l-Ezher’e “Şimalin pek uzun günlerinde bir çare-i tahfifi ve tehiri yok mu?” diye sormuşlar…….” Mektubunu okurken, “Bu kadar da tevafuk olmaz” diye gülümsedim.
Çünkü; bu ülkelerde, aşağıda anlatacağım gibi, gündüzler bazen çok uzun sürmektedir. İşte, oradaki Müslümanların oruçları ile ilgili bir fetvanın, Mısır’daki El-Ezher'den (Üstadımızın tabiriyle Cami-ül Ezher) sorulmasından bahsetmesiydi beni hayrete düşürten. Ben, Finlandiya’ya, Mısır’dan gelmiştim. Emirdağ Lâhikası’nın (Yeni Asya Neşriyat) 210. sayfasında bulunan bu mektuptan bir sayfa öncesinde de yine Mısır’dan bahsediyor Üstadımız. Neyse, bir mektubu daha hatırlatıp, Finlandiya ile ilgili izlenimlerimi anlatayım sizlere. “Elbette, nev-î beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyamet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rû-yi zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat’iyyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz. Ve hiçbir şey bu mucize-i ekberin yerini tutamaz.”
Finlandiya’ya ilk ziyaretimi gerçekleştirdiğimde aylardan Şubat’tı. Her tarafın bembeyaz olması, hava sıcaklığının – 28 dereceye kadar düşmesi, ya da dışarıya çıkarken kaç kat giyinmemiz gerekliliğinden daha önemli bir şey vardı burada: Acaba güneşi hiç görebilecek miydik?
Helsinki’de geçirdiğim ilk gün, tamamen buz tutmuş denizin üzerinde yürüyen insanları izlemek ve buz tutmuş denizin ortasında kalmış botlara hayret etmekle geçmişti. Dolayısıyla, bu ikinci ziyaretimin yaz ayında olmasına çok seviniyordum. Zira geçen yıl Finlandiya ve Mısır arasında elli beş derece sıcaklık farkı vardı, ama bu sene olmayacaktı.
Bu yıl Finlandiya’nın güney batısındayım. Gerçekten de o kadar büyük bir sıcaklık farkı yok. Muhtemelen en fazla 20-25 dereceye varan bir fark görmek mümkün. Bölgedeki sahil sınır polisi bir arkadaştan öğrendiğim kadarıyla bölge etrafında 2000’den fazla adacık bulunmakta ve bunların sadece onyedisinde aktif olarak yaşayan nüfus bulunmaktaymış. Adalar birbirlerine ve de anakaraya; ya köprülerle ya da feribotlarla bağlı. Feribot servisi devlet tarafından ücretsiz olarak veriliyor. Sadece nüfusu az olan ve turistik amaçla gidilen adalarda feribot için cüz’î bir miktar ödenmekte. Yine de bu, ada halkı için değil, sadece adayı ziyaret eden turistler için geçerli. Bu adacıklardan biri olan Kemiö ya da İsveççe adıyla Kimito’ya ilk geldiğimde havanın soğukluğundan ne tabiat güzelliklerine bakıp tefekkür etmeye, ne de etrafı gezip, bilgi edinmeye vaktim olmuştu. Bu sene o kadar soğuk olmayacağını hayal ederek, kendimi şanslı saydım.
Gelmeden önce düşünmediğim ve de hayal etmediğim bir şey vardı hâlbuki: Günlerin uzunluğu. Hepimiz hemen hemen İskandinav ülkeleriyle ilgili çeşitli bilgiler duymuşuzdur. İlkokuldayken öğretmenim “Çocuklar, Norveç, İsveç ve Finlandiya’da altı ay gece, altı ay gündüz yaşanmaktadır” dediği zaman; ne bir ülkede altı ay gece olmasını aklım almıştı, ne de o ülkelere bir gün gidebileceğim aklıma gelmişti. Ama çok şükür, çoğu İskandinav ülkesinde bulundum. Uzun bir yolculuğun ardından birkaç gün önce akşam saatlerinde kalacağım yere vardım. Kısa bir dinlenmeden sonra arkadaşlarla ertesi gün gerçekleşecek olan düğün için çiçek toplamaya gittik. Güneş henüz batmamıştı. Bir müddet sonra saate baktım; 22.45’i gösteriyordu. Ve hâlâ batmayan güneş, bembeyaz bir gökyüzü bizi selâmlıyordu. Hava sıcaklığı ne kadar düşerse düşsün, böyle bir güzellik insanı hayretlere düşürüyordu. Bir an için durdum ve Yüce Rabbimin dünyanın her bir noktasına binlerce farklı güzellik bahşettiğini bir kere daha düşündüm ve idrak ettim. Yeşilin daha bir yeşil, mavinin daha bir mavi olduğu bu cennet ülkelerde, gece 12 gibi batan ve sabah 4 gibi doğan güneş, insana uçsuz bucaksız bir mutluluk kaynağı oluyor.
Yapılan bir araştırmaya göre, İskandinav insanı, özellikle de Finlandiya halkı, yazın çok mutluyken, kışın daha depresifmiş. Bunun başlıca sebebi de, yaz aylarında günler oldukça uzun, güneş uzun süre gökyüzündeyken; kış aylarında sabah geç doğup, öğleden sonra batan ve günün çok uzun saatlerinde halkı karanlığa mahkûm eden güneşmiş. Bu yüzden de çoğu kişi evini “güneşimiz” dedikleri yüksek aydınlatma gücüne sahip ışıklandırma sistemiyle donatıp, kış depresyonundan kurtulmak için bir nev'î çözüm bulmuşlar. Burada insanlar kış ayında da oldukça kibar ve tebessüm eder halde olsalar da, yazın getirdiği mutluluk ve enerji bu sefer herkesin yüzünden okunmakta.
Finlandiya ile ilgili başka bir detay ise, Fince ve Türkçe’nin aynı dil ailesine mensup olması. Finlandiya’da insanları konuşurken duyduğunuz zaman, herkesi Türkçe konuşuyor sanıyorsunuz. Fakat, ancak yakına gittiğiniz ve dikkatlice dinlemeye başladığınız zaman bambaşka bir dil olduğunu anlayabiliyorsunuz. Bu da dildeki vurgu ve tonlamaların ve de fonetik yapıların birbirine benzerliğinden kaynaklanıyor.
Saat 21:00. Güneş her tarafı ışıl ışıl aydınlatmakta. İnsanlar piknik yapmak için yollara düşmeye başlıyorlar. Hava soğuk sayılır ama gece 23’de bile gökyüzünü pırıl pırıl görmek duygusu o kadar güzel ki, her türlü iklim şartı altında olup, bu güzelliği tekrar tekrar yaşamayı tercih ederdim. Yolculuğumuz daha devam ediyor. İnşallah, haftaya biraz daha güneyden, Baltık ülkelerinden devam etmek üzere…
01.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Gönül Telimizi Titretenler... Leyla Saz |
|
Uzun zamandır, mûsıkîmize yön vermiş, değer katmış isimlere yer veremiyordum. Bu yazımızda o kıymetlerden birini, bir hanım bestekârımızı kısaca da olsa tanıtmak istiyorum. Mûsikî edebiyatımızda daha çok Leyla Hanım diye bilinir. Babası İsmail Hakkı Paşa’dır. 1850 yılında İstanbul’da doğdu. 1853-1860 yılları arasında Dolmabahçe sarayında yaşadı. Babası ve daha sonra eşinin görevi icabı Girit, İzmir, Prizren, Ruscuk, Trabzon ve Kastamonu’yu dolaştı. Prof. Mehmet Ali Ayni onun damadıdır. Leyla Hanım, Sultan Abdülmecit, Abdülaziz, 5. Murad, II. Abdülhamid, Mehmed Vahideddin ile cumhuriyet dönemlerini gördü. Dönemin edebiyat ve san'at adamları ile evinde biraraya gelir akademik sohbet toplantıları yaparlardı. Her toplantının sonunda Hafız Aşir Efendi, Hafız Osman Efendi gibi şöhretli ses san'atkârları eser icra ederlerdi. Ölümünden birkaç yıl önce Saz soyadını almıştı. Bunun anlamını soranlara “Kendimi bildim bileli onsuz günüm geçmedi” derdi. Ölümüne yakın felç geçirmişti. 6 aralık 1936 yılında hayata gözlerini yumdu. Kabri Edirnekapı Şehitliğindedir. “Mani oluyor halimi takrire hicabım”, “Esirindir benim gönlüm, Meyi aşka gönül pervane olsun” gibi 200'den fazla bestesi vardır. Çok sayıda şiir de yazmıştır. Leyla Hanım’ın mûsikîmiz açısından önemi şiir yazıp, beste yapabilen bir hanım olarak bulunduğu dönemi yansıtabilmesidir.
Geçmiş zaman olur ki...
Leyla Saz Hanımefendi’den bir harem hatırası
Leyla Saz, Osmanlı Saray hayatını yaşamış, pek çokları için gizem anlamı taşıyan haremde bulunmuş bir insan. Aynı zamanda bestekâr ve mûsikîşinas olan bir hanımefendi. Şimdi onun kaleminden harem hayatına dair bir küçük hatıra nakledelim:
“Bando ve orkestra muallimlerinden yalnız Necip Paşa ile Kadri Bey’i tanıyorum. Necip Paşa’nın alaturka ve alafranga çok güzel eserleri vardı. Donizetti Paşa’da gelirmiş, tesadüf etmedim. Şark mûsikîmiz muallimlerinden Haşim ve Rıfat Beylerle Hacı Faik Beyi, Medeni Aziz Efendiyi, Hacı Arif Beyi gördüm dinledim. Haremin saz takımlarının hepsi mükemmeldi. Kalfalar, mabeyn sazendeleri beyler kadar iyi çalarlardı. Şehzade Vahideddin Efendinin doğumlarında mabeyn bando takımı bahçede harem takımı bahçe kapısında ve paravana arkasında sıra ile çalmışlardı. Mûzikacı beylerin ne dediklerini anlamak için bizi bir kaç çocuğu bando takımının yanına göndermişlerdi. Beyler hayretle, ‘Kadınlar nasıl bu kadar mükemmel çalabilirler. Hemen hemen bizden iyi çalıyorlar denmeye lâyık’ diye takdirlerini gizlemediler. Hemen koşup sazende kalfalara müjdeledik memnun oldular. Hakikaten pek mükemmeldi.”
Harem ve mûsikî
Mûsikî öğrenimi görecek cariyelerin eğitimi için öğretmenlerin seçimi saray içinden veya dışından olurmuş. Haftanın belli günlerinde harem meşkhanesinde tanbur, santur, çeng kemançe, lavta gibi sazlar öğretilirdi. Keman ve kanun gibi sazların öğretilmesi ise 18. yüzyıldan sonra başlamıştır. Ses san'atkârı olacak cariyelere ise güzel sesli ve bilgili hanendeler ders verirmiş. Öğrenilmesi zor ve zaman alacak sazlardan ney, keman çöğür, gibi sazlarla sözlü mûsikî meşkleri ise çoğunlukla usta sazende ve hanendelerin evlerinde yapılırdı. Bütün bunların masrafları saray tarafından karşılanırdı. Saray meşkhanesinde kullanılan sazlar Silâhtarağa veya Darüssaade ağası tarafından ihtiyaç olduğu zaman satın alınırdı. 4. Murad zamanında yeni bir eğitim sistemi geliştirilmişti. Saray dışında mûsikî öğrenimi görmek üzere satın alınan cariyeler istidatları sebebiyle saray dışında ki emniyetli mûsikîşinasların evinde iyice eğitilir sonra saraya getirilirdi. Bu şekilde pek çok cariye yani kadın san'atkâr yetiştirilmiştir.
Gönülden Dile
“ÖMRÜMÜZDEN BİR GÜN DAHA GELDİ GEÇTİ
DEREDEN AKAN SU, OVADA ESEN YEL GİBİ.
İKİ GÜN VAR Kİ DÜNYADA BENCE HA VAR HA YOK
GELMEYEN GÜN, GEÇİP GİDEN GÜN İKİ...”
Ömer Hayyam
01.07.2008
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Şaban DÖĞEN |
Hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyette |
|
Etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, ‘ene’yi kabul etmiyor; ‘nahnü’ istiyor. ‘Ben’ demeyiniz, ‘biz’ deyiniz diyor.”1 Böyle diyor son asrın müceddidi Bediüzzaman Said Nursî.
Evet, imana, Kur’ân’a, Allah’ın dinine hizmet gibi mukaddes bir dâvâya hizmeti gaye edinmişseniz “ben” yerine, “biz” demekle mükellefsiniz. Çünkü bu hizmet “ben”i kaldırmaz. Küfür fert olarak değil, cemaat olarak hücum ederken, fert ne kadar dâhî de olsa tek başına ona karşı duramaz. Düşman madem şahs-ı mânevî hâlinde geliyor. Düşmanın silâhıyla silâhlanmaktan başka birşey yapılamaz. Hizmetin kudsiyeti, sâfîliği, berraklığı perde ve gölge olmayı kabul etmez. İhlâsa ters düşen herşeyi reddeder. Zaman zaman mânevî fırtınalar kopar, herşeyi alt üst eder. Böyle anlarda yıkılmamak, sarsılmamak için mânen güçlü olmak gerekir. Bediüzzaman Hazretleri başlarından geçen böyle bir hadise ânında Nur Talebelerinin sarsılmamalarının enaniyeti terkle mümkün olacağını söyler.
“Ehl-i hakikat,—hatta meşrû bir tarzda dahi olsa—enaniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risâle-i Nur’un hakikî şâkirdleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı mânevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden inşaallah bu fırtınada sarsılmayacaklardır.”2 Eserlerinde bunun gibi bir kısım örnekler vererek enaniyete bel bağlamanın zararlarını da anlatır Bediüzzaman. Enaniyetin yansıması olan her türlü davranışı terke davet eder ve bunu herkesten önce önce kendi nefsinde yaşar, derdi ki: “Bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğine kat’î kanaatimiz olduğu gibi, yirmi senedir nefs-i emmârem ister istemez o mesleğe itaate mecbur olmuş. Risâle-i Nur ve mukaddematları buna bir hüccet-i kàtıadır.”3 “Benlik, enaniyet, şan ve şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü zehir gibi ondan kaçıyoruz; onu ihsas eden hâlâttan şiddetle içtinap ediyoruz.”4 Bediüzzaman Hazretleri bu meseleye o kadar önem vermişti ki, mektuplarında hep bunu vurgulardı. İşte o mektuplardan bazı satırlar: “Risâle-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-i ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini ehl-i îmana gösteriyoruz.”5 “Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek, şan ü şeref kazanmak olmaz. Nurdaki ihlası bozmamak için, uhrevî makâmât dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur bilirim.”6 “Bu zamanda şan ve şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzâmî ihlâs ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır.”7 Demek hakka hizmet, sırf Allah için hareket etmekle ve perde ve gölge olabilecek herşeyi terk etmekle oluyor. Tâ etkili olunabilsin, netice alınabilsin.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 468; 2- Şuâlar, s. 267; 3- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 64; 4- Tarihçe-i Hayat, s. 288; 5- Tarihçe-i Hayat, s. 462, 463; 6- Şuâlar, s. 382; 7- Emirdağ Lâhikası, 2:169.
01.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Eşler arası zulüm-1 |
|
İsmi mahfuz okuyucumuz: “Kadının kocasına karşı hangi hâli, sözü ve davranışı zulümdür? Kocanın da karısına karşı hangi hâli, sözü ve davranışı zulümdür? Âyet ve hadislerle çok açık bir şekilde açıklar mısınız?”
Birlikte bir ömür yaşayan ve bir ömür bir yastığı paylaşan nikâhlı dostlar arasında bazen sürtüşme de olur, tartışma da olur, çekişme de olur, geçimsizlik de olur, tatsızlık da olur. Keşke hiç olmasa!... Ama kabul etmeliyiz ki, Cennette yaşamıyoruz, melek de değiliz. İmtihan dünyasında yaşıyoruz ve şeytan böyle nikâhlı beraberlikler arasına çok girer. Ve hiç durmadan nifak verir, huzursuzluk kaynağı olur, geçimsizlik verir, tartışmalarda haddi aşan sözler için tahrik eder, isyan ve zulüm çıkartır. Sonra da döner, yıkılan aile yuvasına, perişan olan çocuklara, toplumun zedelenen çekirdeğine kahkahalarla güler. Ortada biz kalırız.
Bunun için eşler arasında nelerin zulüm ve haksızlık unsuru taşıdığını bilmemizde yarar var:
1- Eşimizi günahsız, hatasız ve kusursuz saymamız, hataların başını teşkil eder. Bu yaklaşımımız, bir hatasını gördüğümüzde eşimizi affetmeyeceğimiz ve derhal cezalandıracağımız anlamını taşır. Bu ise birçok zulümleri beraberinde getirir. Oysa eşimiz insandır ve beşerdir. Hata yaptığında affedilmeye liyakati vardır. Öyleyse, hangi kusur olursa olsun, eşlerin birbirlerini affetmemesi ve cezalandırması zulümdür. İster kınama cezası olsun, ister boşama cezası olsun, ister cinayetle bitecek bir ceza anlayışı olsun; hepsi de, hafif veya ağır, değişik oranlarda da olsa zulüm hüviyetini taşır.
O halde ister kadın olalım, ister erkek olalım; eşimiz hangi tür kusuru işlemiş olursa olsun; kınamakla bile değil, şefkat ve af ile muamele etmeliyiz. Aksi davranışımız, aksi yönde sözümüz ve aksi tavrımız zulüm olur.
Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, sevgili eşi Hazret-i Âişe radiyallahü anha hakkında bir ay boyunca iftira dinlemiş ve konuyla ilgili gerçeği açıklayan bir vahiy de gelmemişken, münafıklar Hazret-i Âişe’nin (ra) günah işlediği yolunda ortalığı fitne ve fesat ile karıştırırken, işin gerçek yüzünü Allah’a bırakarak Hazret-i Âişe’ye (ra) şöyle buyurmuştu:
“Ey Aişe, senin hakkında bana şöyle şöyle sözler ulaştı. Eğer bu dedikodulardan temiz isen Allah seni vahiyle temize çıkaracaktır. Şayet bir günah işledi isen Allah Teâlâ’ya tevbe et. Zira kul bir günah işler, sonra da günahını itirafla tevbe ederse, Allah Teâlâ tevbesini kabul ve affeder.”1
2- Eşlerin; söylentilere kapılarak veya zanna aldanarak birbirlerini asılsız iftira ve ithamlarla karalamaları, buna karşılık birbirlerine söz ve savunma hakkı vermemeleri zulümdür, haksızlıktır. İslâm hukukunda iftiracıdan delil istenir; getiremez ise, kendisine “kazf”, yani “suçsuza iftira atma” cezası tatbik edilir.
3- Kocanın üç boşama hakkını birden ve öfkeyle kullanması zulümdür. Kadının, kocasını terk edip gitmesi zulümdür. Barış yollarını kapamak, barışmaya karşı direnmek, birbirine kırıcı ve kaba sözler sarf etmek, birbirinin onur ve kişiliğini küçük düşürücü davranışlarda bulunmak, birbiri aleyhine dedikodulara meydan vermek ve laf üretilmesine izin vermek zulümdür.
Eğer boşanma olacaksa; anlaşarak, tatlılıkla, saygıyla, medenî biçimde, kırıcı olmadan, mahkeme yoluyla ve “bir” boşanma hakkını (bir talakı) kullanacak biçimde olmalıdır. Diğer iki talakı birden kullanmamalıdır.
Ubâde bin Sâmite (ra) diyor ki: “Benim dedem karısını bin talakla boşadı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber’e (asm) geldim ve durumu anlattım. Peygamber Efendimiz (asm): ‘Senin deden Allah’tan korkmadı mı? Ancak üç talak kendisinindir. Dokuz yüz doksan yedi talak ise haddini aşmışlık ve zulümdür’ buyurdu.”2
4- Karı ve kocanın birbirlerinin ihtiyacı olan sevgi ve saygıyı birbirlerine karşı göstermemeleri, birbirlerine ilgisiz, sevgisiz, saygısız ve sabırsız davranmaları zulümdür. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Kadınlarla güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlanmayacak olsanız bile, sabredin. Olur ki, sizin hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah pek çok hayır yaratır.”3
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Müslim, Tevbe 56, (2770); Tirmizî, Tefsir, (3179); Nesâî, Tahâret 194, (1, 163-164);
2- M. Mezâhib fi’l-Fıkıh, 81
3- Nisâ Sûresi: 19
01.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Uhuvveti zedeleyen olumsuz hasletler |
|
Uhuvvetin yakıtı sevgidir. Sevgi; itaat, saygı ve kaynaşmanın direğidir. Aynı zamanda özgüvenin, başarının itici gücü, ekonomik kalkınma ve ilerlemenin dayanağıdır. Gerçek sevgideki iksir ve güç; yabancılığı kaldırıp, en vahşî varlık ve unsurları bile kardeş, dost yapar. Uhuvvet ve sevgiye dayanan fert, aile, cemaat ve toplum mutlak başarıya ulaşır.
Kardeşlik bağlarını, “tarafgirlik, inat ve haset” keser. Bunlar da, “nifak ve şikak, kin ve düşmanlık” gibi olumsuz duygulardır. Düşmanlık, “hakikat, hikmet, İslâmiyet, psiko-sosyal ve mânevî hayat” açısından son derece çirkin ve zararlıdır. Özellikle mü’minler arasında aşılmaz duvarlar örer. Dolayısıyla düşmanlık, insanlığı da zehirlendirip zulme sebebiyet verdiğinden İslâmiyetçe reddedilmiştir.1 Bediüzzaman mü’minlere kin, nefret, düşmanlık, haset, kıskançlık beslemenin hakikat nazarında zulüm ve insafsızlık olduğunu bizzat kendimizden, kendi iç dünyamızdan hareketle örneklendirir:
Bir gemi veya evde dokuz masum, bir cani ile bulunduğunuzu düşününüz. Caniyi cezalandırmak için gemiyi batırmaya, evi yakmaya çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini anlarsınız. Zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağırırsınız. Hattâ bunun tam tersi, “Birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz”2 der Bediüzzaman.
İnsan Rabbânî bir gemi, İlâhî bir evdir. Elbette her mü’minde iman, İslâmiyet, komşuluk ve benzeri yirmiyi aşkın, masum ve güzel sıfatlar vardır. Size zararlı gelen olan ve hoşunuza gitmeyen bir cani sıfat da bulunmaktadır. (Ki, sizin birkaç cani sıfatınız bulunabilir!) Bu tek cani sıfat yüzünden siz kin, düşmalık beslerseniz, manen onun gemisini ve evini batırıp yakmaya teşebbüs etmiş olmaz mısınız? Bu durum müthiş bir zulüm değil midir?
Mü’minin mü’mine sevgisi, aynı Yaratıcı’nın mahluku olmanın yanında, iman sıfatından dolayıdır da. Müminin kalbi, beytullah, yani Allah’ın evidir. Bu evde pekçok masum sıfatlar oturmaktadır. Bir iki cani sıfat varsa da sevgi sebepleri daha fazladır. İnsan bizzat zâtı için değil, sıfatı için sevilir. Mühim olan hangi değerli sıfatları taşıdığıdır. Bir tane bile olumlu sıfatı varsa, ne kadar olumsuz sıfatları olursa olsun, zatına düşman olmak ve kin bağlamak o masum sıfata haksızlıktır, zulümdür.
Ayrıca, mü’min, kardeşinde bulunan cani sıfatlar için kin ve düşmanlık beslemek değil, şefkat ve lütufla o kötü sıfattan kardeşinin kurtulması için çalışmakla görevlidir. Bunun aksiyle hareket eden, görevini yapmamanın da cezasını çeker. Mü’min kalbi buna göre dizayn edilmiştir. Ona göre hareket etmesi, ayrıca mânevî bir zevk ve lezzet verir. Demek ki, lütufla ıslâhına çalışmak, aynı zamanda salih amel işlemek demektir. Bazen insan, gururu ve nefisperestliği sebebiyle, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak düşmanlık eder; kendini haklı zanneder.
Kin, nefret, düşmanlık, haset, kıskançlık beslemek hikmet nazarında da zulümdür. Çünkü, insan yapısına, yaratılışına aykırıdır. Zira, sevgi ve düşmanlık nur ve karanlık gibi zıttırlar; birinin varlığı, diğerin yokluğunu gerektirir. İkisi, gerçek mânâda birleşmezler. Dolayısıyla mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslâhına çalışır.3
Dipnotlar:
1-Mektûbât, s. 253.; 2-Mektûbât, s. 254.; 3-Mektûbât, s. 254.
01.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Tarihin şahitliğine doğru |
|
Bilhassa yakın tarihimizin karanlık sayfaları arasına sokuşturulan tomar tomar yalanları görerek bunları ayıklamaya çalışan merhum tarihçi Mustafa Müftüoğlu'na artık gına gelmiş olmalı ki, sesini yükselterek "Yalan Söyleyen Tarih Utansın" diye haykırmak mecburiyetinde kaldı.
Dahası, haykırmakla da yetinmedi, aynı nidâî ifade ile, yarım düzineyi aşan sayıda tarih kitapları serisi vücuda getirdi. (Bkz: Çile Yayınları)
Acizane bizler de, çeyrek asrı aşan bir süredir, aynı vâdide yürüyor, dere tepe yol giderek mesafe almaya çalışıyoruz.
Bu vâdide yürürken, merhum Müftüoğlu'nun isyan ettiği o dizi dizi "yalanlar"a dahi rahmet okutacak cinsten utanç veici şeylerle karşılaştık.
Bunlar, özetle kahredici çarpıtmalar, ürpertici isnat ve iftiralar, dehşet verici zulümkârlıklar ve insanı insan olmaktan utandıracak türden bed muamelelerdi.
Keza, bunlarla eş zamanlı olarak yaşanan türlü türlü zilletler, yaranmalar, meddahlıklar ve makam, mevki, menfaat peşkeşliklerine de şahit oluverdik.
* * *
Fakültede okumaya başladığımız tâ 1981'den beri "genel tarih"le alâkadarız. Lâkin, asıl ilgimizi çeken, bilhassa son yüz elli yıllık süreçte yaşanagelen hadiseler zinciri oldu.
Bu hadiseler zinciri içinde ise, hasseten 1800'lü yılların sonlarına doğru sesini duyurmaya muvaffak olan, üstelik halen de ülke ve dünya sathında tesir ve yansımaları devam eden Bediüzzaman Said Nursî'nin yazıp söyledikleri, görüp karşılaştığı hususlar nazar–ı dikkatimizi çekti.
Evet, yakın tarihe dair konular üzerinde yoğunlaşmamızın asıl sebebi ve muharrik unsuru bu oldu.
İşte, bilhassa bu mihver üzerinde yaptığımız tarihî seyahat ve inceleme notlarını sizlere peyderpey sunmaya çalışmaktayız.
Nasip olursa, önümüzdeki günlerde, Bediüzzaman Said Nursî'nin İstiklâl Harbi, yani Millî Mücadele döneminde takındığı âkılâne ve merdâne tavrının yanı sıra, onun vatan ve milletin hukuku nâmına yapmış olduğu kahramanlıkları şahitlerin ve belgelerin dilinden sizlere aktarmak arzusundayız.
Hadiseleri olduğu gibi yansıtan bir tarih bilgisinin, hakikate en doğru şahit olduğu inancındayız.
İşte, o "doğru şahid"i konuşturmayı, biz de kendimize bir nevi vazife telâkki etmekteyiz.
Bu vesileyle, sizlerin de himmet ve duâsını beklediğimizi ifade etmiş olalım.
Tarihin yorumu = 1 Temmuz 1926
Sahi, neresi Türk bu Avrupaî kànunların?
Yüzde yüz yabancı ve ithal malı olan yeni ceza kànunları, 1 Temmuz 1926 tarihi itibariyle yürürlüğe girdi.
Adliye Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'tun sevk ve idaresi altında yapılan çalışmalar sonucu, Avrupa'da uygulanmakta olan ceza kànunları arasında "en sert" olanın İtalya'da olduğu tesbit edildi. En sert cezâ kànunu, "Devrimlerin daha hızlı uygulanabilmesi ve bunların halka daha kolay şekilde (!) kabul ettirilebilmesi" gereçesiyle aranıyordu.
Aranan sertlikteki kànun nihayet bulundu ve derhal Türkiye'ye ithal edilmesi kararına varıldı.
Bilindiği gibi, bu tarihten bir süre önce de İsviçre Medenî Kànunları ithal edilmiş ve Meclis'te topluca oylanarak aynen kabul edilmişti.
Gariptir ki, üzerinde hiçbir değişiklik yapılmadan kabul edilen bu her iki ecnebî kànununa da—tıpkı diğerlerinde olduğu gibi—Türk kànunları ismi verildi.
İçinde (Müslüman) Türk'ten ve Türklükten zerre miktar unsur, iktibas, hatta esinti dahi bulunman bu kànunlara, meselâ "Türk Medenî Kànunu" veya "Türk Ceza Kànunu" diye isim takılmasının asıl sebebi, tamamiyle kandırmaya, yanıltmaya, aldatmaya yönelik bir kamuflajın kullanılmasına duyulan ihtiyaca dayanır.
Ömür boyu milletvekili
1892 Kuşadası doğumlu olan Mahmut Esat, Meclis'in ilk kuruluşundan (1920) tâ öldüğü tarihe (21 Aralık 1943) kadar hep milletvekili olarak kalmış.
Aynı şekilde, 1922'den itibaren çeşitli bakanlıklarda bulunmuş, 1925'in başında itibaren de Adâlet Bakanı yapılmış.
İşte, özellikle "hukuk reformu"nu yapmaya da bu dönemde başlamış ve dolu dizgin gitmiş.
Bozkurt, bütün bu yaptıklarının arka planında M. Kemal'in bulunduğunu ise, yine M. Kemal'in sahibi olduğu Hakimiyet–i Milliye isimli gazetede ifade ediyor.
İşte, bu gazetenin 7 Şubat 1926 tarihli sayısında yanınlanan reformist Adliye Bakanı M. Esat Bozkur'tun kendi ifadeleri:
"Cumhuriyet kànunlarında bir muvaffakiyet ve bir güzellik görülüyorsa, bu şahsıma değil, doğrudan doğruya Türk İhtilâlinin büyük lideri Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine aittir. Büyük liderden aldığım maddî ve manevî feyz ve ilhamladır ki, bu kànunları hazırladım.
“Memleketimizi sevenler, bizden olanlar, Türk inkılâbına iyilik dileyenler, namuslu insanlar, bu sert ceza kànununda kendilerine bir sığınma yeri bulacaklardır. Bu ceza kànunu, namuslu insanlar için dokunulmazlık belgesidir”.
Son olarak, 1943 yılı sonlarında İstanbul'da beyin kanaması sebebiyle ölen Bozkurt'a ait olduğu bilinen "Cumhuriyet savcılığı" tâbiri hakkındaki izahına yer verelim. Bu hususta, "Neden başbakan, müsteşar, vali, vs... için değil de, sadece savcılar için 'cumhuriyet savcısı' tâbirini resmileştirdiniz?" diye sonralara şu cevabı veriyor: "Çünkü, öyle zaman olur ki, cumhuriyeti koruyup kollamak için başbakandan, bakandan, müsteşardan, validen, büyükelçiden bile hesap sormak gerekebilir. İşte o hesabı soracak olan Cumhuriyet Savcısıdır."
01.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Belediyelerin paraları nereye gidiyor? |
|
Millete hizmet için var olan belediyelerin, maddî imkânlarını gerektiği gibi kullanıp kullanmadığı geçmişten gelen bir tartışmadır. Bilhassa büyükşehir belediyeleri trilyonluk bütçeleri harcıyor ve bu esnada da mutlaka ‘gerekli, gereksiz’ tartışmalar yaşanıyor.
Bir kaç gün önce Karabük’te yaşanan bir tartışma, konunun yeniden gündeme taşınmasına vesile oldu. Karabük Belediyesi bir ‘festival’ düzenlemiş ve bazı yazar ve sanatçıları bu festivale davet etmiş. Festival programı çerçevesinde konuşma yapan yazar Latife Tekin, AKP iktidarının ‘enerji politikaları’nı eleştirmiş. Bunun üzerine belediye başkanı da konuşmaya itiraz etmiş ve özetlemek gerekirse “Benim, (belediyenin) parasıyla buraya gelip siyaset yapamazsın” diyerek konuşmacıyı susturmuş. Konuşmayı yapan yazar Tekin de, “Ben kimseden para almadım, bu sözleri de her yerde söylüyorum” demiş. (Hürriyet, 30 Haziran 2008)
Hemen şunu ifade edelim ki, buradaki hadisenin tam olarak nasıl cereyan ettiğini bilmiyoruz. Gerek belediye başkanı ve gerekse konuşmasına itiraz edilen yazar, “Hayır ben öyle demedim, maksadım o değildi” vs. diyerek habere itiraz edebilir. Zaten bizim meselemiz de kimin ne dediği değil, daha temelde bu ‘festival’lerin neye hizmet ettiğini sormak, belediye imkânlarının bu yollarla çar-çur edilmesinin doğru olup olmadığını tartışmaya açmaktır.
Elbette bütün festivalleri bir çuvala koyup, tamamının gereksiz olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak bu festivaller yapılırken ‘millete hizmet’ gayesinin güdülüp güdülmediği iyice sorgulanmalıdır. Bundan da önemlisi davet edilen sanatçı ya da yazarların ne kadar millete hitap edebildiğidir.
Başta İstanbul olmak üzere genelde bütün belediyelere baktığımızda ‘millete fayda’ gayesinden ziyade, ‘popülerlik’ kriteriyle yazar ya da sanatçıların seçildiği görülüyor. Normal şartlar altında TV’lerde konuşturulmayan, program yaptırılmayan ya da RTÜK’ün ‘sansür’üne takılan pek çok sanatçı, ‘mütedeyyin’ bilinen belediye başkanlarınca festival adı altında programlara dâvet ediliyor. Ve üstelik bu yolla milyarlarca lira para bu kişilere bir şekilde aktarılıyor.
Sözkonusu habere göre Karabük’teki festival için belediyenin kasasından 140 bin YTL para çıkmış. Konuşmasına itiraz edilen yazar “Ben para almadım” dediğine göre, paralar nereye gitti?
Tekrarlayalım: Burada sözkonusu olan Karabük ya da yazar Tekin değil. Bu hadise bir ‘örnek’tir ve bütün festivaller bu tartışma sebebiyle mercek altına alınmalıdır. Türkiye, festival enflasyonuna ne kadar para harcıyor, bunun da bir hesabı yapılmalıdır.
Çok önemli bir nokta daha var: Bir yazarın ‘iktidar aleyhinde’ konuşmasına itiraz eden belediye başkanları, herhangi bir yazar ya da sanatçının; mânevî değerler aleyhindeki konuşmasına da itiraz ediyor mu? Yani, bir ‘sanatçı’nın sahneye çıkıp müstehcen kıyafetiyle, müstehcen şarkılar seslendirmesi ‘normal’ midir? Buna ses çıkarmayıp, sadece iktidarı korumaya çalışmak “millete hizmet için” var olan belediyelere yakışmasa gerek.
Asıl itiraz edilmesi gereken, milletin mânevî değerlerinin tahrip edilmeye çalışılması olmalıdır...
01.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Tevhid-i Tedrisat” çarpıtması… |
|
YÖK Başkanı Prof. Özcan’ın, Meclis’te bir CHP’li milletvekili ile konuşurken gazetecilerin yanında, imam hatip liseleri için “Gerekirse bu zıkkımları kapatalım” demesi, Türkiye’de din eğitimi ve öğretimini yeniden gündeme getirdi.
Sözlerinin medyada geniş bir biçimde yer alması üzerine YÖK Başkanı, “incindiğini” ve “lafım cımbızlandı, bir daha konuşmayacağım” diye medyaya küstüğünü söyledi. Lâkin “özel” de olsa sözkonusu yakınmasının altındaki “kapatma” ifâdesi, zaman zaman dile getirilen bilinçaltı gizli bir projeyi açığa çıkardı.
Gerçi Prof. Özcan’ın, daha sonra öğrencilerin yeteneklerine göre yönlendirilmediği sistemde katsayı uygulamasının çok yanlış olduğunu anlattığı; “biz kim oluyoruz da çocukları belli alanlarda okumaya mahkum ediyoruz, herkes istediği bölümde okusun. Ama babası o çocuğu götürdü o okula yazdırdı diye biz onu oraya mahkûm etmeyelim” sözleri arasında sarfettiğini söyledi.
Ardından da, “Eski başkan Kemal Gürüz, katsayıları oturup kendi başına belirlemiş. Neye göre? Bunu yapmaya hakkı var mıydı? Hangi bilimsel verilere göre yaptı; yok. Oturup kendisi karar vermiş” açıklamasıyla sözlerine açıklık getirdi. Üniversiteye girişte katsayı uygulamasını kaldıracaklarını belirtip, “yüzde 5 için yüzde 95”i yakmayalım” dedi. Lâkin öteden beri bu okulların kapatılmasını önerenler bunu “mesned” bilip, “mal bulmuş mağribî” gibi sarılarak, imam hatip okullarının kapatılmasını daha cür’etle seslendirdiler…
YÖK Başkanı’nın imam hatip okullarıyla ilgili “samîmi görüşlerini” aktardığını ve “bu zıkkımları düz lise yapalım, sorun bitsin” çözümünü yazan Ertuğrul Özkök’ün “ciddî olarak” bu okulların kapatılmasını istemesi bunlardan biri.
“Velev ki zıkkım olmazsa” da “çok açık sözlü” YÖK Başkanı’nın görüşlerine samîmî olarak kendisinin de katıldığını ve “imam hatiplerin düz liseye çevrilmesi gerektiğini” kaydeden Özkök’ün “gerekçesi” ise, bu okulların “Türk eğitim sisteminin temelini oluşturan tevhid-i tedrisat anlayışına ters olduğu” iddiası…
Oysa “özrü kabahatinden büyük” misâli, Özkök’ün “gerekçesi” de görüştü gibi gerçek dışı. Belli ki Türkiye’de bir “tevhid-i tedrisat kanunu” lafı tutturulmuş gidiyor; tıpkı “laiklik” benzeri kimse muhteva ve mâhiyetine bakmadan uluorta iddialarda bulunuyor…
Şu garâbete bakın ki temelde imam hatip okullarının kurulmasını esas alan bu kanun, dehşetli bir demogoji ve çarpıtmayla imam hatiplerin kapatılmasına “gerekçe” gösterilmekte.
Oysa 6.3.1340 tarihli ve 63 sayılı Resmî Gazete’de neşrolunan 430 kanun numaralı 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanununun hedefinin, Türkiye’de eğitimde görülen medrese ve okul (mektep) ikiliğini ortadan kaldırmak, eğitim birliğini sağlamak olduğu doğru.
Peki “eğitim birliği” ne anlama gelmekte? Bu anlam, kanunun gerekçesinde de açıkça belirtilmiş.
Kanunun birinci maddesindeki, “Türkiye dahilindeki bütün müessesat-ı ilmiye (ilim müessesleri) ve tedrisiye (ders veren kurumlar) Maarif Vekâletine merbuttur (bağlıdır)” ibâresi bunu ortaya koyuyor. Ancak hiçbir şekilde “din eğitimi ve öğretiminin” genel eğitimden tecridini ve özellikle dinî eğitim ve öğretim veren okulların tasfiyesini hedef almıyor. Tam tersine, din eğitimi ve öğretimini de Millî Eğitim’e veriyor.
Kanunda, “bütün medrese ve mekteplerin Maarif Vekâletine devredildiğini, Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin bütçesinin ve gelirlerinin de Millî Eğitim Bakanlığına nakledildiğini belirtilmesinin maksadı da budur.
Böylece Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla, daha önce Şer’iyye ve Evkâf Vekâleti’nin uhdesinde olan “dinî hizmetleri” görecek, imamet ve hitâbet vazifesini yapacak mütehassısların yetiştirilmesi vazifesi, Millî Eğitim Bakanlığı’na veriliyor.
Zira kanunun dördündü maddesindeki, “Maarif Vekâleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirilmek üzere Darülfünunda (üniversitede ) bir İlâhiyat fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidematı diniyenin (dinî hizmetlerin) ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de aynı mektepler küşat edecektir (kuracaktır)” hükümle, imam hatip okullarını, yüksek İslâm enstitülerini açma görevini Millî Eğitim Bakanlığına tevdi ediyor. Nitekim Tek Parti döneminin son Başbakanı Şemsettin Günaltay, bu maddeye dayanak, devletin halka din eğitimi ve öğretimini vermesini ve bu hizmeti yapacak uzmanları yetiştirecek okulları açmasını programına koymuş; haktan gördüğü takdirle yükselen Demokrat Parti hareketinin önünü kesmek için bu kanundan 24 sene sonra 1948’de Ankara İlâhiyat fakültesini ve ilk imam hatip kurslarını açmış.
Neticede, halka dinini öğretecek, imamlık ve hatiplik vazifesini yapacak elemanların yetişmesi maksadıyla imam hatip okullarının açılması, eğitim birliğini hedefleyen ve din eğitimi ve öğretimini de Millî Eğitim Bakanlığı’nın bünyesine veren bu kanunun getirdiği bir mecburiyettir.
Tevhid-i Tedrisat Kanununu “eğitim birliği” perdesine çarpıtması komedisine artık son verilmeli.
01.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet DURSUN |
Futbol asla sadece futbol değildir |
|
Müslüman toplumların geri kalmışlığından dolayı duydukları eziklik ve isyan bir futbol şampiyonasında iyice açığa çıktı. Bu ezikliği futbolla örtmek duygusu aslında işin en üzücü taraflarından biriydi.
Simon Kuper’in futbolun politika ve çeşitli kültürle ilişkisini araştıran eserine verdiği isimdi: “Futbol asla sadece futbol değildir.” Böyle olduğu da son şampiyonada bir kez daha görüldü.
Millî takımımızın bu şampiyonadaki sportif başarısına getirilen spor dışı yorumlar Simon Kuper’i defalarca doğrular nitelikteydi.
Kimine göre Avrupa Birliği’ne girmeyi hak ettiğimizi bir Avrupa organizasyonunda oynadığımız Avrupaî futbolla gösterdik, kimine göre de derin bir tarih şuuruyla, Viyana kapılarından dönen ceddimizin aksine Viyana’yı fethettik. Kahraman futbolcularımız, 20. yüz yılın sömürgeci ülkelerine karşı bağımsızlık mücadelesi veren toplumları gibi, şimdi de aynı merkeze karşı ezilen toplumların isyankâr sesi oldu. Bazılarına göre de oynadığımız futbol değil; kibirli Batılılara karşı İlahi gücün bir mucizesiydi.
Bana göre en dikkat çekici yorumlardan biri Haşmet Babaoğlu’ndan geldi. Babaoğlu, millî takımımızın futbolun dışında bambaşka bir kavga verdiğini, bunu anlamak için de Hamburg’tan Gazze’ye; Üsküp’ten Tebriz’e çok geniş bir coğrafyada dolaşmak gerektiğini, takımımızın attığı gollerle Gazze’nin, Bosna’nın nasıl bayram havasına büründüğünü, bu galibiyetlerin futbol dışında bir ruhu olduğunu, bu galibiyetlerin “çevre”ye itilip horlananların kibirli “merkez”e vurduğu darbeler olarak algılandığını belirtiyor ve şöyle diyordu: “Avrupa Şampiyo-nasında pes etmeyen Türk Millî Takımı, dünya coğrafyasında pes etmeye zorlanan; ama direnen Müslümanların sesi artık...”
Bu yorumlara katılır mısınız bilmem; ama benim dikkat çekmek istediğim hususlardan birincisi; bir imparatorluğun sonunu hazırlayan tevekkülü yanlış anlama hastalığının nüksetmesidir. Özellikle son saniyelerde gelen galibiyetlere yüklenen ilâhî anlam bunun göstergesiydi. “Bütün İslâm aleminin ortak dualarıyla ve Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle mazlumların sesi olan milli takımımız herkesin akıl-mantıkla bağdaştıramadığı galibiyetleri mucizevi şekilde almıştı.” Kötü oynadığımız maçları Allah’ın yardımıyla kazandığımız şeklindeki algılayış, “Neden iyi oynadığımız Almanya maçını kaybettik? Ya da, “İngiltere’den sekiz; bu turnuvada da Portekiz’den iki gol yerken Allah bizimle beraber değil miydi?” şeklindeki bir soruyu getirir ki bu da itikadi açıdan tehlikeli tartışmalarla bizi karşı karşıya bırakır. Son saniye golleri, oynamadan kazanmak ya da çok iyi oynayıp kaybetmek futbolun içinde olan durumlardır. Futbolda veya başka bir işte, doğru işler yaptığınızda, fiili duanızı gerçekleştirdiğinizde sonuç da genellikle sevindirici olacaktır.
İkinci husus: Futbol sonuçları itibariyle içinde birçok İslâm dışı ögeyi barındıran bir fenomendir. Bahis şirketlerinden tutunuz, tamamen behimî duygulara hitap eden turizmine, çığırından çıkan galibiyet kutlamalarına, bu kutlamalardaki rezaletlere, ölümlere yol açan magandalıklara kadar birçok gayri İslâmî ve ahlâkî unsurları içinde barındıran bir olguya İlahi anlamlar yüklemek biraz zorlayıcı tevil değil midir?
Üçüncüsü: Bir Avrupa şampiyonası daha sona erdi. Gelişmiş toplumlar için bu bulunmaz bir eğlence, bizim gibi toplumlar içinse bir intikam fırsatıydı. Sorgulamamız gereken çok daha önemli meseleler olmalıydı bence: Futbolda elde ettiğimiz bu başarı; penaltılarda elediğimiz AB adayı Hırvatistan’dan, AB kriterlerine göre 10 fark yediğimiz gerçeğini örtüyor mu? Bu sportif başarı, bebek ölümlerinde hâlâ birinci sıralarda olduğumuz, insan hakları ihlâllerinde önde gittiğimiz, kızlarımızın saçlarını rejim meselesi haline getirdiğimiz, eğitim sistemini çökerttiğimiz, adalet mekanizmasını güvensizleştirdiğimiz, sivil siyaseti tıkadığımız, üniversitelerimizi hâlâ ilk beş yüze sokamadığımız gerçeğini ortadan kaldırıyor mu? Semih’in golleri, Arda’nın muhteşem futbolu, otuz beş Avrupa ülkesi içinde “satın alma gücü paritesi”ne göre, bizi yirmi dokuzunculuktan ilk sıralara taşıyabiliyor mu? Böyle düşünmediğimizde ve bunları sorgulamadığımızda, futbolu siyasetinin bir aracı olarak kullanan faşist General Franco’yu haklı çıkartmakla birlikte, böyle bir oyuna alet olmaktan başka bir iş de yapmış olmuyoruz. Bilindiği gibi; İspanyol Diktatör Franco’nun, iktidarını (1930 yılından 1975’teki ölümüne kadar) 3F’ye bağladığı; futbol, fado ve fiesta ile İspanya’yı kırk beş yıl boyunca uyuttuğu söylenir. Yoksa futbol bizi de mi uyutuyor? Asıl soru budur.
01.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|