Feryad-ü figanın avazı henüz yükselmedi. Felâketin ayak seslerini duymamıza ise birşeyler engel oluyor gibi...
Ekranların ve gazetelerin bahsettiği “ekolojik mûsibet”in mânâsını idrak etmekten bizi alıkoyan teknolojik kuşatma ise, suyun ehemmiyetini anlamayı, çöllerin bizi ihata edeceği zamanlara bırakacağa benziyor. Modernitenin insanlığın üzerine boca ettiği gaflet sonucu, şükürle birlikte kıymet ve kadirşinaslık da bizi terk edince, hayatî unsurlar da bizi terke başladılar. İnsanı hizmetkârına köle yapınca modernite, insanlığın asıl mânâsı maddî ve manevî ihtiyaçları ve hakikî istikbali de kargaşaya kurban gidiyor bugün. Halbuki sür’at asrındaki felâketler dolu-dizgin üzerlerimize geliyorlar. Fakat ekseri insanlık havai fişeklerin boşluklardan çizdiği şekillere ve mânâsızca beyin ve kalpleri vuran müziğin rengârenk hareketli lambalarına takılmış.
Giriş için çok önemli bir husus daha var. İnsaniyet karşıtlarının programladığı medyanın ekseriyeti de felâketlerin mahiyetinden bahsetmiyor. Dünyamızı ve hayatımızı ilgilendiren önemli haberler çoktan satır aralarına düştüler. Ekranlarca uyutulan yığınlar ise, boş gözler ve mânâsız bakışlarla kendilerini vuran dalgalara bakıyorlar...
Koca nehirlerin çaylara, çayların ise kurak derelere döndüğünü şehirlerin gürültüsüne yakalananlar bilemezler ki... Çocukluğumuzda eteklerinde şırıl şırıl suların aktığı dağlarda bugün hayvanlarını otlatan çobanlara sormak lâzım, susuz yazların dehşetini... Veya akarsuların kenarında cennetî bahçeleri oluşturan köylülere... Koca değirmen taşlarını döndüren kaynaklar sicime dönünce, bahçıvanlar plastik boru fabrikalarına çalışıyorlar. Bu dehşetli felâketi ümitsizlik içinde seyreden yöre insanının ruh halini, metropollerin yalancı hay-u huylarına yakalananlar elbette bilemezler. Onlar, yetkililerin baraj seviyelerini bildiren haberlerini dinleye dursunlar.... Altmış küsûr yaşına kadar çayların ve nehirlerin gürül gürül şarkı ve ninnisiyle büyümüş insanların ıztıraplarını hiç ama hiç anlayamayacaklar.
Suyun su olmaktan çıkıp, “ab-ı hayata” nasıl dönüştüğünü çok yakında birlikte seyredeceğiz. Kuddüs olan Rabbimizi unutunca biz, hovarda israf ile tüketim canavarı sermayemizi yele savurdu. İktisadsız ve savurgan beyinlerin dizayn ettikleri musluklardan su yerine hava alacağımız günlerin çok uzakta olmasını biz de temenni ediyoruz. Fakat istatistikler fert başına on veya yirmi litre suya mecbur olacağımız günlerin görünmekte olduğunu haber veriyorlar. Üç ciheti denizlerle çevrili, Fırat ve Dicle’nin ülkesi acılı günlere ilerlerken, tüketim toplumunun sözcülüğünü ve gözcülüğünü yapan devletlilerimizin o günlerde atacakları nutukları artık sizi de ilgilendirmiyordur. İnsanlığa insanlığın kapılarını kapatan, insanî değerleri tahrip eden, hayvanca yaşamayı insanî hayata bilmeden tercih eden ve insan karşıtlarının emirlerine amade kölelerden ne bekleyebiliriz ki...
Susuz yazlarımızı kavuran ateşler de dikkatinizi çekiyor mu? Mûsibetlerin sebepler çerçevesinde vücuda geldiğine inanırız. Bizler de icraatlarımızla mûsibetlere fetva veriyoruzdur. Binlerce hektar ormanın, kucağındaki binlerce âlemle cayır cayır yanışıyla, şerareleriyle birlikte korlarını elbette ciğerlerimizde hissediyoruzdur. Gördüğünüz gibi hipnotik ekranlar bu yangınlara da alıştırıyor bizi. Fakat burada üzerinde durulması gereken husus, rahmetin yolunu keserek üzerlerimize ateşler yağdıran kaderin fetvasını okuyabilmemiz. Yavaş yavaş günaha alıştırılan cemiyetin farzlardan kopuşu, âciz ve cahil insanın Yaratıcıdan önce sebeplere yönelişi, mevcut ilim ve gücün yanında bir saç teli bile bulmayan kuvvetiyle isyanı oynaması, elbette söz konusu fetvanın ipuçlarını bize verir.
Üç Aylar bu kavurucu susuz ve yangınlarla dolu yazlardan kurtuluş için Rabbimizce gönderilmiş bir imkândı. Onu alkışlar gibi göründüysek de kalpten sevemedik ve eteklerine yapışamadık. Gecelerini secde ve gündüzlerini imsak ile süsleyemedik. Allah ve ahiret hesabı olmayanların sundukları hayatı yaşamaya devam ettik.
Onlarla aramızdaki uçurumların farkına varamayınca, hayalimizle bu derin mesafeleri doldurmaya çalıştık. Bütün bunlar da rahmetten uzaklaşmamızı netice verdi. Semadan rahmet inmediği gibi, ihtiyar dünyamızın ab-ı hayat damarları da kuruyor. Va esefa ki sona kaldık. Sondaki susuz mevsimlere.. Eykelilerin ayaklarını yalayan alevlere benzer ateşler...
Kurtuluş mu? Evet çare yalnızca O’na dönmek... Okyanuslar kadar büyük su kitlelerini başımızın üzerindeki boşluklarda saklayan kuvvetin Sahibine... Deryaları bulutlara bindirerek sür’atle ihtiyaç mahalline ulaştıran kudretin Sahibine yönelmek...
Acz, fakr, kusur, naks ve hatalarımızla Onun dergâhına koşmak... Rahmetin, bulutlardan önce göz pınarlarından akmasının bir ön şart olduğunu duyarak.
O’nun hazinesinin yalnızca susuz ve kor dolu yazlardan ibaret olmadığına inanıp, ebr-i Nisanları rahmet kucağında saklayan Rabb-ı Rahimimize teslimiyet içinde yalvarmakla rahmet kapıları açılacaktır...
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|