|
|
Şükrü BULUT |
Susuz yazlara doğru |
|
Feryad-ü figanın avazı henüz yükselmedi. Felâketin ayak seslerini duymamıza ise birşeyler engel oluyor gibi...
Ekranların ve gazetelerin bahsettiği “ekolojik mûsibet”in mânâsını idrak etmekten bizi alıkoyan teknolojik kuşatma ise, suyun ehemmiyetini anlamayı, çöllerin bizi ihata edeceği zamanlara bırakacağa benziyor. Modernitenin insanlığın üzerine boca ettiği gaflet sonucu, şükürle birlikte kıymet ve kadirşinaslık da bizi terk edince, hayatî unsurlar da bizi terke başladılar. İnsanı hizmetkârına köle yapınca modernite, insanlığın asıl mânâsı maddî ve manevî ihtiyaçları ve hakikî istikbali de kargaşaya kurban gidiyor bugün. Halbuki sür’at asrındaki felâketler dolu-dizgin üzerlerimize geliyorlar. Fakat ekseri insanlık havai fişeklerin boşluklardan çizdiği şekillere ve mânâsızca beyin ve kalpleri vuran müziğin rengârenk hareketli lambalarına takılmış.
Giriş için çok önemli bir husus daha var. İnsaniyet karşıtlarının programladığı medyanın ekseriyeti de felâketlerin mahiyetinden bahsetmiyor. Dünyamızı ve hayatımızı ilgilendiren önemli haberler çoktan satır aralarına düştüler. Ekranlarca uyutulan yığınlar ise, boş gözler ve mânâsız bakışlarla kendilerini vuran dalgalara bakıyorlar...
Koca nehirlerin çaylara, çayların ise kurak derelere döndüğünü şehirlerin gürültüsüne yakalananlar bilemezler ki... Çocukluğumuzda eteklerinde şırıl şırıl suların aktığı dağlarda bugün hayvanlarını otlatan çobanlara sormak lâzım, susuz yazların dehşetini... Veya akarsuların kenarında cennetî bahçeleri oluşturan köylülere... Koca değirmen taşlarını döndüren kaynaklar sicime dönünce, bahçıvanlar plastik boru fabrikalarına çalışıyorlar. Bu dehşetli felâketi ümitsizlik içinde seyreden yöre insanının ruh halini, metropollerin yalancı hay-u huylarına yakalananlar elbette bilemezler. Onlar, yetkililerin baraj seviyelerini bildiren haberlerini dinleye dursunlar.... Altmış küsûr yaşına kadar çayların ve nehirlerin gürül gürül şarkı ve ninnisiyle büyümüş insanların ıztıraplarını hiç ama hiç anlayamayacaklar.
Suyun su olmaktan çıkıp, “ab-ı hayata” nasıl dönüştüğünü çok yakında birlikte seyredeceğiz. Kuddüs olan Rabbimizi unutunca biz, hovarda israf ile tüketim canavarı sermayemizi yele savurdu. İktisadsız ve savurgan beyinlerin dizayn ettikleri musluklardan su yerine hava alacağımız günlerin çok uzakta olmasını biz de temenni ediyoruz. Fakat istatistikler fert başına on veya yirmi litre suya mecbur olacağımız günlerin görünmekte olduğunu haber veriyorlar. Üç ciheti denizlerle çevrili, Fırat ve Dicle’nin ülkesi acılı günlere ilerlerken, tüketim toplumunun sözcülüğünü ve gözcülüğünü yapan devletlilerimizin o günlerde atacakları nutukları artık sizi de ilgilendirmiyordur. İnsanlığa insanlığın kapılarını kapatan, insanî değerleri tahrip eden, hayvanca yaşamayı insanî hayata bilmeden tercih eden ve insan karşıtlarının emirlerine amade kölelerden ne bekleyebiliriz ki...
Susuz yazlarımızı kavuran ateşler de dikkatinizi çekiyor mu? Mûsibetlerin sebepler çerçevesinde vücuda geldiğine inanırız. Bizler de icraatlarımızla mûsibetlere fetva veriyoruzdur. Binlerce hektar ormanın, kucağındaki binlerce âlemle cayır cayır yanışıyla, şerareleriyle birlikte korlarını elbette ciğerlerimizde hissediyoruzdur. Gördüğünüz gibi hipnotik ekranlar bu yangınlara da alıştırıyor bizi. Fakat burada üzerinde durulması gereken husus, rahmetin yolunu keserek üzerlerimize ateşler yağdıran kaderin fetvasını okuyabilmemiz. Yavaş yavaş günaha alıştırılan cemiyetin farzlardan kopuşu, âciz ve cahil insanın Yaratıcıdan önce sebeplere yönelişi, mevcut ilim ve gücün yanında bir saç teli bile bulmayan kuvvetiyle isyanı oynaması, elbette söz konusu fetvanın ipuçlarını bize verir.
Üç Aylar bu kavurucu susuz ve yangınlarla dolu yazlardan kurtuluş için Rabbimizce gönderilmiş bir imkândı. Onu alkışlar gibi göründüysek de kalpten sevemedik ve eteklerine yapışamadık. Gecelerini secde ve gündüzlerini imsak ile süsleyemedik. Allah ve ahiret hesabı olmayanların sundukları hayatı yaşamaya devam ettik.
Onlarla aramızdaki uçurumların farkına varamayınca, hayalimizle bu derin mesafeleri doldurmaya çalıştık. Bütün bunlar da rahmetten uzaklaşmamızı netice verdi. Semadan rahmet inmediği gibi, ihtiyar dünyamızın ab-ı hayat damarları da kuruyor. Va esefa ki sona kaldık. Sondaki susuz mevsimlere.. Eykelilerin ayaklarını yalayan alevlere benzer ateşler...
Kurtuluş mu? Evet çare yalnızca O’na dönmek... Okyanuslar kadar büyük su kitlelerini başımızın üzerindeki boşluklarda saklayan kuvvetin Sahibine... Deryaları bulutlara bindirerek sür’atle ihtiyaç mahalline ulaştıran kudretin Sahibine yönelmek...
Acz, fakr, kusur, naks ve hatalarımızla Onun dergâhına koşmak... Rahmetin, bulutlardan önce göz pınarlarından akmasının bir ön şart olduğunu duyarak.
O’nun hazinesinin yalnızca susuz ve kor dolu yazlardan ibaret olmadığına inanıp, ebr-i Nisanları rahmet kucağında saklayan Rabb-ı Rahimimize teslimiyet içinde yalvarmakla rahmet kapıları açılacaktır...
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ruhan ASYA |
Melbourne’da kışı yaşarken |
|
Türkiye sıcaktan kavrulurken Melbourne’da kışı yaşıyoruz. İşte Rabbimin bir mûcizesi. Kışlar çok sert geçmiyor Melbourne’da. Baharda ayrılmıştık Türkiye’den baharı yaşayamadan. Ama takdir-i İlâhî Melbourne’da kışta baharı yaşatıyor bize. Gerçi Melbourne’da bizdeki gibi belli aylarda belli mevsimlerden söz etmek zor. Çünkü bir haftada veya bir gün içerisinde dört mevsimi yaşayabiliyorsunuz. Kar yağmıyor şehir merkezine. Dağlara kar düşüyor, insanlar kar görmek ve oynamak için dağlara çıkıyor.
Biz de son beş yılımızı İzmir’de geçirince kara hasret kaldık. Bu hasreti memleketimiz olan Kırşehir’de dindirme şansımız olmadı kışları Kırşehir’e pek uğramadığımızdan. Dağlara kar yağdığını duyunca düştük yollara Melbourne’daki kardeşlerimizle. Kâinat sayfasındaki o beyaz tabloyu müşahede edip, karın o barid perdesi altındaki hikmetleri mütalâa ettik.
Dağa çıkarken harika bir ormandan geçiyoruz. Ağaçlar sündüsmisal cennet hurileri gibi arz-ı endam ediyorlar mütefekkir nazarlara. Gövdeleri çok uzun olan, muntazam bir şekilde dizilmiş, adeta resmigeçit merasimindeki ağaçlar Maşaallah, Barekallah dedirtiyor bizlere. Orman yemyeşil. Kocaman ve yemyeşil yaprakları olan ağaçlar bakanları hayran ediyor Rabbimin cemaline. Allah güzeldir ve güzelliği sever. Güzelden gelen güzeldir. Ve hüsün elbette bir âşık ister. İşte bütün bu güzellikler cemale meftun olan biz insanların nazarlarını celbediyor. Ormanın içinde bir yolda ilerliyoruz. Manzara o kadar harika ki, kendimizi arabadan dışarı atıp adımlamak istiyoruz ağaçlar, yeşillikler arasından uzanan yolu. Ama maalesef yürüyüş yolu yok. Yol araçlar için. Kısmetimize razı olup aracımızdan seyrediyoruz bu muhteşem manzarayı.
Yolumuz üzerindeki Stevenson şelâlesine uğruyoruz. Rabbim, bu ne muhteşem tablo. Kocaman yapraklı, desen desen, çeşit çeşit bitkilerin arasında ilerliyoruz şelâleye doğru. Bir su sesi duyuluyor, ama suyun kendisi henüz görünmüyor. Epey yürüyoruz ve sonunda suyun 82 metrelik bir yükseklikten aktığı şelâleye varıyoruz. Eşsiz bir tablo. Rabbimin cemalinin tecellilerinden sadece bir tanesi. Durup dakikalarca seyrediyoruz suyun aziz aziz çağlayarak akışını. Dağlardan çıkıp bir kayadan akan buz gibi suyu yudumluyoruz. “Elhamdülillah” diyoruz ağız ve yürek dolusu.
Arabamızla Lake Mountain’e doğru yol alıyoruz. Dağa kar yağdığına dair bir işaret arıyoruz yollarda. Epey ilerledikten sonra nihayet yolun kenarlarında kar birikintilerini görüyoruz. Ve derin bir nefes alıyoruz dağda kar var diye. İlerledikçe kar birikintileri artıyor. Ve nihayet dağdayız. Oldukça kalabalık. Çocuklar için bilhassa bir bayram yeri havasında. Kimisi dağda geziyor, karlarda yürümenin zevkine varıyor. Kimisi kayıyor, kimisi kartopu oynuyor. Biz de dağda yürüyoruz. Çok dik ve sarp değil bu dağ. Dağın zirvesine kadar yürüyoruz. Karda yürümek zor ve yorucu olsa da pes etmiyoruz.
Melbourne Yeni Asya okuyucuları böyle güzel bir ortamda birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyor. Burada dikkatimizi çeken hususlardan bir tanesi çok farklı milletlerin oluşuydu. Geleneksel kıyafetleriyle gelmiş olmaları dikkatimizi çekiyor. Yahudi çocuklarının kafasında dinlerine özgü küçücük takkeler var. Bir de kendi ülkemizi düşünüyorum. Burada her millet geleneklerini muhafaza ediyor. İster dağda, ister bağda olsun. Geleneksel kıyafeti neyse onu giyiyor karda bile.
Ya güzel ülkemin güzel insanları? Türkiye’de böyle bir yere tesettürünüzle gitseniz hemen gerici yobaz damgasını yersiniz. Bir çift bakış bile yeter size bunu anlatmaya. Geleneksel bir kıyafet kompleks doğurur bizim bazı insanlarımızda. Bu kompleksin sahiplerini “Kendi yürüyüşümüzü terk ettik, başkasının yürüyüşünü de öğrenemedik” diyerek eleştiriyor Üstad. Şu anki hal-i pürmelalimiz bu sözün somut bir örneği. Ne maziden gelen güzelliklerimizi koruyabildik, ne de Batılıların eline geçen ve aslında bizim olan değer ve güzelliklere erişebildik...
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Murat ÇETİN |
Sıcak, soğuk Temmuz yazısı |
|
Temmuzda resmî bayram yoktur: Tanklar yürümez, çocuklar koca koca koltuklara oturup ülke yönetme taklidinin taklidini yapmaz, gençler kule kurmaz.
Temmuzda darbe bile olmaz. Potansiyel darbeciler muhtemelen, “Temmuzda tatil yapılır” inancına, “Ara sıra sivilleri hizaya getirmek lâzım” inancından daha fazla öncelik tanırlar.
Ama Temmuzda dinî bayramlar olur, oruç da tutulur. Kurban kesilmiştir, kesilecektir de Temmuz’da. Bayram namazı kılınır, kılınacaktır da.
Bunlar her sene olmaz gerçi. Her sene olan bir şey varsa o da Temmuz demenin sıcak demek olduğudur. “Temmuz sıcağı” diye bir şey vardır. Oysa Temmuzda üşür, yerkürenin diğer yarısı. Belki onlarda da “Temmuz soğuğu” vardır ve bu ayda arabaları kara saplanıyordur.
Temmuzda televizyonların sahil görüntüleri vermesi elbette televizyonculuğun olmazsa olmazı değildir. Bunun bir izleyici beklentisi olduğu bile söylenemez. Ama böyle bir zorunluluk ve beklenti olmamasına rağmen hemen bütün televizyonların aynı şeyleri yayınlamasını “Temmuz sıcağı”na vermek de pek akla yatkın görünmez.
Hiçbir resmî tatilin olmadığı Temmuzda tanklar ne yapıyor acaba? Onlar da potansiyel darbeciler gibi tatilde midir? Yoksa bayram olsa da az yürüsek diye mi geçiriyorlardır içlerinden?
Peki çocuklar, onlar özlüyorlar mıdır, geçit resmi yaptıkları günleri? Bir valinin koltuğuna oturacakları anı sabırsızlıkla bekliyorlar mıdır?
Gençler memnun mudur hallerinden? Bu ay hediye edilmiş bir bayramımız yok diye tatili kendilerine zehir ediyorlar mıdır?
“Temmuzda tatil yapılır” inancının gereğini, elinde olmayan sebeplerle yerine getiremeyen ve dört duvar arasında volta atan potansiyel darbecilerin aklından neler geçiyordur acaba? “Darbe yapamıyorum, bari tatil yapsaydım” fikri mi? Çıkınca ilk işi bir tanka sarılıp uyumak hayali mi?
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Adalet mülkün temelidir” |
|
Bir rivayete göre Harun Reşid’in kardeşi olan Behlül pervasız bir veliydi. Vehbi ilmi ve cesaretiyle gözünü budaktan, sözünü dudaktan esirgemez, gerekli ikaz ve irşatları yapmaktan kaçınmazdı. Onun Harun Reşid’le ilgili çok ilginç hatıraları vardır.
Birgün hızlı adımlarla Behlül’ün gitmekte olduğunu gören padişah, “Nedir bu telâşın Behlül? Nereden geliyorsun? Birşey mi oldu?” diye sormuştu.
“Cehennemden geliyorum” demişti Behlül de.
“Hayrola niye gittin Cehenneme?”
“Neye olacak ateş lâzım oldu da, ateşin menbaı orası olduğu için oradan almayı düşündüm.”
“Peki alabildin mi, verdiler mi?”
“Hayır” demişti Behlül. “Cehennem bekçileri dediler ki burada ateş bulunmaz. Herkes ateşini dünyadan getiriyor.”
Demek yaptığımız kötü ameller Cehennemde ateş olmakta. Dersini almıştı insaflı padişah. "Peki,” dedi, “Ey Behlül ne yapmalıyım ki oraya ateş götürmeyeyim?”
“Oraya ateş götürmek istemiyorsan adaletle hükmet ey padişahım, adaletle” diye cevap vermişti.
Yaratıcı, kâinat düzenini kurarken adalet ve mizanı esas almış. Yer ve göklerin adaletle ayakta durduğunun belirtilmesi ne kadar anlamlı. Yer yer ve göklerdeki bu adalet, bu mizan, bu denge olmasaydı her şey birbirine girmez miydi?
İnsanlar da kâinatta yürürlükte olan bu düzene ayak uydurmak zorundalar.
Küçük birer kâinat olan insanlar arasındaki adalet büyük bir insan olan kâinattaki düzenin tecellisinden başka birşey değildir.
Hz. Ömer’in “Adalet mülkün temelidir” vecizesinde de dile getirdiği gibi devletler, milletler ancak adaletle ayakta kalabilir. Adalet bittiği an yıkılmaları kaçınılmazdır.
Ergenekon Olayında adaletin tecellisine zanlılar olduğu kadar millet de hasretle muhtaç. Suçsuzlar aklanmalı, suçlular da cezalarını görmeli. Tâ ki devletin bekası ve milletin huzuru sağlanabilsin. Adalet yerine başka duygu ve düşünceler hükmeder, yanlışlıklara girilirse ileride bunun zararları fazlasıyla ödenir, olan millete olur.
Demokratik atmosfere her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Ülkenin kalkınması, ayakbağlarından kurtulup take of noktasına gelmesi de ancak bu suretle mümkündür.
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Bir gezinin düşündürdükleri |
|
Güzel bir hizmet örneği olarak, Malatya ve çevresi hizmet merkezleri belli aralıklarla, farklı beldelerde bir araya gelerek, fikir alış verişlerinde bulunuyorlar.
Uzun yıllardır devam eden hizmet amaçlı bu sohbet toplantıları sayesinde bir taraftan arzulanan müfritane irtibat sağlanmış oluyor, bir taraftan da faaliyetlerin verimliliği artırılarak devam ediyor.
Bu seferki toplantımızı da Temmuz başlarında Malatya, Çelikhan, Erkenek ve Darende hizmet merkezlerimizin geniş katılımlarıyla yaptık. Bu toplantıya okuma programında olan üniversiteli gençler de iştirak ettiler. Hemen hiçbir toplantıyı kaçırmayan Doğanşehir ilçemizdeki dostlar, bu defaki toplantıya katılamadılar.
Hizmet toplantımızı şırılşırıl suların aktığı, selvi ağaçlarının boy attığı derin ve tatlı meltemlerin estiği, serin bir piknik mahallinde yaptıktan sonra, çevrenin tarihî ve turistik yerlerin geçmeye başladık.
Önce şelâle dedikleri, buz gibi berrak bir dere suyunun yüksek ve dimdik kayalıklarından coşarak aktığı bu mekânı gezdik. Yemyeşil bir vadinin içinde adeta bu dünyanın cenneti mesabesindeki Yüce Allah’ın bu san'atına hayran olmamak kabil değil...
Turizm ve Kültür Bakanlığının maddî desteğiyle Malatya Valiliği ve Darende Kaymakamlığı buraya çeşitli dinlenme tesisleri yaparak, bir turizm mekânı haline getirerek, işletmesini buradaki bir vakfa teslim etmiş.
Şelâle mekânını doya doya seyredip dinlendikten sonra, ev sahibi sayılan mihmandarlarımız bir başka piknik ve dinlenme mekânına götürdüler. Burası da ortasından “Tohma” çayının geçtiği, kenarından çok heybetli dik kayalıkların yükseldiği yemyeşil ağaçların süslediği geniş bir mekânı kaplayan bir dinlenme alanı...
Sarp kayalıklara yaslanmış bir cami; caminin önünde berrak su havuzlarında süzülerek kıvrılan balıklar... Ve tertemiz, bakımlı parklar, bahçeler... Burası da yine aynı vakfa verilmiş. Vakıf bu geniş alana çeşitli dinlenme mekânları inşa ederek gelenlerin istifadesine sunmuş. Gelen ziyaretçiler buralarda hem dinleniyorlar, hem rahatça ibadetlerini yapıyorlar.
Bir de caminin altında geniş bir alanı kaplayan vakfa ait bir müze var. Geçmişten günümüze vakfın veya vakfın kurucusunun yaptığı hizmetleri gösteren fotoğraflar, tarihi eşya ve eserler var.
Müzedeki eşyalardan en çok dikkatimi duvardaki bazı fotoğraflar çekti. Duvarlara asılmış fotoğraflardan her kesimden insanlar var. Valiler, Milletvekilleri, Bakanlar, Başbakanlar, Cumhurbaşkanları, Generaller, Sinema Sanatçıları... Hepsinde de vakfın kurucu başkanı ve manevî temsilcisi konumundaki şahıs yer alıyor.
Bunlardan en çok dikkatimi çekenler de 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren, çete zanlısı olarak bilinen 1. Ordu eski komutanı Org. Gnr. Hurşit Tolon, Erdal İnönü, Turgut Özal... Tabiî müzenin giriş kapısının hemen üstündeki M. Kemal’in resmi. Bana garip ve enteresan geldi.
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kader ameliyatlarının şifreleri (2) |
|
Abdullah Bey: “Risâle-i Nur’da geçen ‘ameliyat-ı cerrahîye, ameliyat-ı dâhiliye ve ameliyat-ı insaniye’ kavramlarını açıklar mısınız?”
Dünden devamla:
Halis ehl-i imanın başına gelen şefkat tokatlarının onlar hakkında birer ameliyat-ı cerrahîye hükmünde olduğunu6 beyan eden Üstad Saîd Nursî Hazretleri; dünya aşkı, mal hırsı ve dünya malına aşırı düşkünlük sebebiyle zekâtı vermemenin ve ibadetleri aksatmanın “malda bereketsizlik” gibi manevî bir ameliyat-ı cerrâhiye’ye sebep olduğunu kaydeder.7
Ameliyat-ı dâhiliye; sözlükte dâhilî ameliyat, iç ameliyat ve tıpta iç hastalıkları için yapılan cerrahî müdahale demektir. Risâle-i Nur’da kalbin manevî hastalıklarından arınması ve nefisten gelen yaralardan şifa bulması için insanın kendi bünyesinde veya hizmet dairesi içinde ya da Müslümanlar arasında gerek kader tarafından, gerekse iradeye bağlı olarak yapılan manevî “iç müdahale” veya “dâhilî terbiye usulüne” Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî ameliyat-ı dâhiliye demiştir.
Meselâ Bedîüzzaman’a göre, ibadetlerini ihmal edenlere gelen amel cinsinden cezalar, zekâtını vermeyenlere gelen mal zayiatı veya mal tutkunlarına semavî afetle isabet eden mal telefi, toplumca İslâm’ın şeâirine sahip çıkmamanın neticesinde gelen ekonomik buhran ve geçim sıkıntısı kader tarafından tayin edilen birer ameliyat-ı dâhiliyedir.8
Üstad Saîd Nursî Hazretleri; Gavs-ı Azam Şeyh Abdulkadir Geylânî’nin (ra) Fütûhu’l-Gayb namındaki çok şiddetli kitabını kendisini muhatap sayarak okuduğunu, gururunu ve nefsini dehşetle kıran bu kitabın nefsinde şiddetli ameliyat-ı cerrahîye yaptığını, fakat neticede şifalı bir ameliyata dönüşerek kalbine inkişaf verdiğini kaydeder.9
Ameliyat-ı insaniye ise, sözlükte insan üzerinde yapılan ameliyat, insanın hastalıklarını tedavi etmek için yapılan operasyon ve insan için yapılan tıbbî müdahale mânâlarındadır.
Bedîüzzaman’a göre kader tarafından tayin edilen ve insanı uyarmak ve ameli karşısında ceza olmak üzere verilen ve kendisine ameliyat-ı cerrahîye veya ameliyat-ı kaderiye de denilen ameliyatlar, yani İlâhî cezalar ve semavî ikazlar aynı zamanda birer ameliyat-ı insaniyedir.10 Çünkü yapıp ettiklerinin yanlış olduğunu bildirmesi, aklını başına getirmesi ve doğru yola sevk etmesi için kader bu tür dünyevî ceza ve mûsibetleri insan üzerinde uygulamaktadır. Sonuçta aklı başında olan insanlar bu cezalardan ders almakta ve sürüklendikleri yanlış yoldan dönerek tövbekâr olmaktadırlar.
İnsanı doğru yola yönlendiren kader, böylece aslında bir hidâyet rehberi görevini de üstlenmiş olmaktadır. Anlaşılıyor ki, her şey insanoğlunun âhirette kaybetmemesi ve ebedî hayatını kazanması için kader tarafından düzenlenmiştir. Bundandır ki, dünyanın mûsîbetleri âhiretin gülleri hükmündedir.
Bu hakikat Peygamber Efendimiz (asm) tarafından defalarca dile getirilmiştir. Bir hadislerinde, “Mûsibetler, yüzlerin karardığı Kıyamet Gününde sahibinin yüzünü ak eder.”11 Buyuran Allah Resulü (asm), bir diğer hadislerinde, “Allah kul için önceden manevî bir makam takdir etmiştir. Fakat kul ameliyle o makama ulaşamıyorsa Allah ona bedeni, çoluk çocuğu ve malıyla ilgili bir mûsibet verir. Sonra da daha önce takdir ettiği makama ulaşması için onu bu mûsibetlere karşı sabırlı kılar.”12 buyurmuştur.
DİPNOTLAR:
6. Lem’alar, s. 50
7. Kastamonu Lâhikası, s. 164
8. Kastamonu Lâhikası, s. 65
9. Mektûbât, s. 339; Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 129; Tarihçe-i Hayat, s. 122
10. Kastamonu Lâhikası, s. 164
11. Câmiü’s-Sağîr, 4 / 3796
12. Câmiü’s-Sağîr, 1 / 377
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Takip edilmesi gereken yol |
|
Bediüzzaman vatan müdafaasında cepheye fiilen silâhlı olarak I. Dünya Harbi’ne Van ve Muş’ta talebeleri ile birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cephede savaşmıştır. Muş’un Ruslarca istilâsı üzerine orada kalan 12 topu kurtarıp Bitlis Muharebesi’ne iştirak eder. Burada yaralanarak Ruslara esir düşer. İki yıldan fazla bir zaman Kosturma esir kampında kalır. Sonra firar edip kurtularak İstanbul’a dönmüştür.
1917’de patlayan komünist ihtilâlinin verdiği karışıklıktan istifade ederek Kosturma’dan firar eder. Buradan Alman sınırına gider ve onu Alman askerleri ona selâm durarak karşılar. Almanya’da iki ay kalır. Edip ve filozofların bulunduğu bir toplantıda bir konuşma yapar. Kendisini hayran hayran dinleyenlere şunu söyler:
“Türk-Alman, Alman-Türk tarih boyunca kadîm dostturlar. Türkler, Alman dostluğuna sadakatta çok hassasiyet gösterirler.”
Ne var ki, bu iki ay zarfındaki diğer faaliyetleri henüz tarihin karanlık arşivlerinde saklı; onları günyüzüne çıkaracak tarihçileri bekliyor.
Bediüzzaman bu arada Batı’yı ve sosyal hayatını da inceleme fırsatı bulur. Deccalizmin istilâ edeceği Hıristiyan aleminin de psiko-sosyal ve coğrafik yapısına da gözlemler.
Petersburg, (Leningrad), Berlin’den Varşova’ya, oradan Viyana yoluyla Sofya’ya, oradan da trenle İstanbul’a gelir. Bazı gazeteler gelişini şöyle haber verir:
“Kürdistan ulemasından olup, talebeleriyle birlikte Kafkas cephesinde muharebeye iştirak eylemiş ve Ruslara esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Kürdî Efendi, âhiren şehrimize muvasalat eylemiştir.” Şu halde, Rusya’daki esareti, 16 Şubat 1916’da başladığına göre, 2 sene, 4 ay, 4 gün ediyor. Kendisi firar hâdisesini şöyle tasvir eder:
“...Gayet hilâf-ı me’mul (umulmayacak, beklenmeyecek, olağanüstü) bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başıma, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binâen gelen inâyet-i İlâhiyye ile hârika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek hârika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât ve çok kolaylıkla o uzun firar-ı seyahati bitirdim.”
Bediüzzaman, 1900’ler civarında teşhis edip, 1914’lerden sonra fiilen gördüğü ve Avrupa’yı dahi kasıp-kavuran deccalizm cereyanını da haber verir: Rivayette var ki, “Deccalın mühim kuvveti Yahudidir. Yahudiler severek tâbi olurlar.” Allahu a’lem, diyebiliriz ki, bu rivayetin bir parça tevili Rusya’da çıkmış. Çünkü, her hükûmetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için, komünist komitesinin tesisinde mühim bir rol ile Yahudi milletinden olan Troçki namında dehşetli bir adamı, Rusya’nın Başkumandanlığına ve terbiyegerdeleri olan meşhur Lenin’den sonra Rus hükûmetinin başına geçirerek Rusya’nın başını patlatıp bin senelik mahsulâtını yaktırdılar. Büyük Deccalın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdi.
İşte bugün de başta Almanya olmak üzere Avrupa’da Yahudileri eleştirmek, aleyhlerinde propaganda yapmak suçtur. Türkiye’deki gibi, ülkemizdeki tabular gibi bir tabudur. ABD’de Temsilciler Meclisini etki altına aldığı çok yazıldı, çizildi.
***
Bediüzzaman; İslâm, Hıristiyan, Batı âlemi ve insanlığın geleceğine dair asırlar sonrasının itçimî/sosyal ve siyasî değişimleri öngörmüş, takip edilmesi gereken stratejileri çizmiştir. Belli başlılarını şöyle sıralayabiliriz:
* İnsanlık beş sosyolojik devir geçirmiş: Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet (kölelik) esâret; şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor. Malikiyet ve serbestiyet devri geliyor.
Marx da dördüncü maddeye kadar aynı tasnifi yapar. Son devir olarak, “sosyalizm, mülkiyetsizlik, kollektivizmi/ortak yaşamı” öngörür ve kaybeder. Bediüzzaman ise, “malikiyet ve serbestiyet” devri diyerek, “hürriyet, mülkiyet ve serbest piyasa ekonomisi” devri olacağını öngörür. Ki, bir işçi, hisse senetleriyle çalıştığı fabrikanın veya şirketin ortağıdır. Yani, mülk sahibidir.
* Müthiş sosyolojik karihası ile 98 yıl önce (1910’da) İslâm ülkelerinin bağımsızlığını kazanacağını; henüz SSCB kurulmadan Rusya’nın üç dehşetli inkılâp geçireceğini; bolşevik ihtilâline maruz kalacağını ve çöküp dağılacağını yazar.
* Hindistan’ın, İslâmın kabiliyetli bir çocuğu; İngiliz mekteb-i idâdîsinde / lisesinde çalışıyor. Mısır İslâmın zeki bir oğlu; İngiliz siyasal bilgilerinde ders alıyor. Kafkas ve Türkistan İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde tâlim ediyorlar...”
* “Osmanlının Avrupa, Avrupa’nın İslâm devleti ile hamile olduğunu ve günü gelince doğuracaklarını” ifâde eder.
* Batı medeniyetini “kurtlaşmış bir ağaca” benzeterek çökeceğini ve yerini İslâm medeniyetinin alacağını; İslâmın parlayıp Müslümanların yükseleceğini müjdeler.
* Hepimizi, Hıristiyan âlemini ve bütün insanlığı ilgilendiren Deccalizm’i teşhis eder. Ki, sekülarizm, feminizm, komünizm, sosyalizm, materyalizm, ateizm, Darwinizm, pozitivizm, Freudizm, laikizm, sosyalizm, bolşevizm, Maoizm gibi bütün “izm”lerden müteşekkil “Deccalizme” karşı başta Tabiat Risâlesi başta olmak üzere, Şuâlar ve bilhassa Beşinci Şua ile yerle bir eder, düşüncelerini çürütür.
Deccalizmi önemsemeliyiz. Çünkü, bugün de din ve dinsizlik, siyaset, sosyal tartışmalar ekseninde verilen savaşların, yapılan işgallerin temelinde bu vardır. Karşısında da Mehdiyet!..
* İnsanlık âleminde ve bilhassa Avrupa’da hürriyet fikri ve gerçeği araştırma meylinin uyanmasıyla Hıristiyanlığın safiyet kazanacağını; hurafelerden temizlenip tevhide yaklaşacağını, ya sönüp gideceğini veya İslâmiyete teslim olacağını söyler.
* Bugünkü Avrupa’nın Haçlı seferleri anlayışının Avrupası olmadığını, büyük bir dönüşüm ve değişim yaşadığını, yaşayacağını ifade eder.
“Ecnebîlerin cehâletinin, vahşetlerinin ve dinlerine taassubane bağlanmalarının” marifet / bilgi, ilim ve medeniyetin güzellikleriyle kırıldığını...
Papazların, rûhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri; ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleri” manialarının da, “fikir hürriyeti, ve insanlıkta uyanan hakikati araştırma meyliyle” yok olmaya yüz tuttuğunu tesbit eder.
* 19 ve 20 asır sekülerizm, dinsizlik, yâni, Deccalizmin her tarafı kasıp kavurduğu, Allah’ın, dinin tamamen öldüğü söylendiği bir zamanda, “Beşerin dinsiz kalamayacağını, dinsiz yaşayamayacağını ve dine dönüş yapacağını söyler.”
Bu ve benzeri yüzlerce muhteşem sosyolojik öngörülerle insanlığın ve çağımızın nabzını elinde tutmuştur.
21.07.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
İman, hayata hayat olsa |
|
Akıl ve kalbimizle insan gibi yaşayıp imtihanı kazanmaya çalışırken şeytanın dünyamızdaki temsilcisi olan nefsimiz bizleri bu idealden uzaklaştırmak için elinden geleni yapmaktadır. Bizler, iman-küfür mücadelesine sahne olan insanlığın bir ferdi durumundayken, aynı hadiseyi kendi iç dünyamızda da yaşamaktayız.
Küçülmüş bir dünya mesabesinde olan özel hayatımızda da iman-küfür mücadelesini bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bu sebepledir ki, Allah’ın yüce Habibi Muhammed (asm), biz inananlara dar dairedeki mücadeleyi öncelikle tavsiye etmiştir. Bu duruma göre dünya hayatımızda küçük dairede büyük meşguliyetlerimiz, büyük dairelerde ise küçük uğraşmalarımız olmalı, hayatımızı buna göre tanzim etmeliyiz.
Ne var ki, büyük dairedeki gürültünün fazla olmasından dolayı nazarlar hep buraya çevrilmekte, bundan dolayı da biz insanlar dar dairemizdeki önemli işlerimizi çoğu zaman ihmal etmekteyiz. Bu halet-i ruhiyeden kendimizi kurtarmadığımız sürece, üstesinden gelemeyeceğimiz problemlerle uğraşmak zorunda kalacağız.
Biz insanlar bize verilen akıl ve kalp nimetiyle hayatın gerçeklerini bulmalı, duygularımızın bizi yanıltan rüzgârların esintilerinden kendimizi korumalıyız. Bu mükemmel aletleri güzel kullandığımız zaman, dar dairedeki görevleri yapmakla huzuru yakaladığımızı görecek, geniş dairedeki kontrolsüz uğraşmaların huzursuzluğa sebep olduğunu idrak edeceğiz.
Şu da var ki, yaratılışımız gereği insan toplulukları içinde yaşamak zorunda oluşumuz, bizlerin tamamen dış olaylara bigane kalmamıza engel olmaktadır. Burada iç olaylarımızla dış olaylar arasındaki dengeyi sağlamanın önemi karşımıza çıkmaktadır. Birinci planda iç dünyamızı tuttuğumuz ve dış dünyadaki olaylarla uğraşırken iç âlemimizi ihmal etmediğimiz zaman dengeyi büyük ölçüde sağlamış olacağız. Diğer bir ifadeyle, dış dünyaya kendi iç dünyamızın penceresiyle bakmamız gerekmektedir.
Kendini düzeltmeyenin başkalarını düzeltemeyeceği ve kendi görevini ihmal edenin başkalarına yardım edemeyeceği gerçeği de bizlere insanların öncelikle kendilerinden başlamaları gerektiğini ifade etmektedir. Kendisinden başlayıp, kul olma şuuruyla yaşayan bir insan, meydana gelen her büyük gibi görünen hadisede İlâhî birçok hikmetler görecek, Kâinatın büyük Yaratıcısına dayanmanın ve teslim olmanın huzurunu hayatına hakim kılacaktır.
Biz insanların en büyük problemi, bizlere biçilen rollere göre davranmamamızdır. Bizler, çok kıymetli maddî-manevî cihazlarla donanmış insanlarız. Ancak bu önemli zenginliklerimiz bizlere emanet olarak verilmiş ve bunları emanet sahibinin izni dairesinde kullanmak zorundayız. Kendi irademiz ve gücümüz açısından hayatımıza baktığımız zaman kendi kendimizi idare edecek güç ve kuvvete sahip olmadığımızı ve ancak Kudretine sınır olmayan Rabbimize dayandığımız zaman rahatlayabileceğimizi anlayacağız.
Allah’a olan inancımızın kuvveti nisbetinde dünya hayatımızı dahi huzurlu bir hale getirebilme imkânımız bulunmaktadır. O’na tevekkül ettiğimiz zaman bin bir sıkıntılarla dolu olan dünya hayatı yaşanabilir hale gelecektir. O’nun rızası ve iradesi olmadan hiçbir şeyin hareket edemeyeceği gerçeğini iyice anladığımız zaman, günah ve cinayetleriyle meşhur olup ortalığı velveleye verenlerin bir hiç hükmünde olduklarına ve onlardan korkmamamız gerektiğine karar vereceğiz.
Hayatımızın ve bütün hayatların işleyişlerine hükmeden Kâinatın Sultanına bağlanan ve ihlâsla O’na kul olan insanlar dünyanın en huzurlu ve bahtiyar insanları olma şansına sahiptirler. İnsanlığın tek kurtuluşu, tahkiki imanı elde etmek ve bu imanla hayatını sürdürebilmektedir. Aksi takdirde insanoğlu, ne dünya hayatına ne de ölüm sonrasındaki ahiret hayatına faydası olmayan yaşantılarla huzursuzluğun girdaplarına kendini mahkûm edecek, daha dünyada iken Cehennem hayatı yaşamaya başlayacaktır. Oysa kuvvetli bir iman, insana dünyada dahi Cennet hayatını yaşatma istidadına sahiptir.
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
‘Ümitvar olunuz’ |
|
Şu an Tekirdağ’da, gelecekte iş dünyasında hizmetimizi temsil etmeye namzet bir grup genç ile onların yolunda devam edecek küçük kardeşlerini ziyarete geldiğimiz enerji dolu bir ortamda bu mânâlar sadırdan satıra aksetti. Gerek gençlerin geniş ufuklu ve dinamik yapısı, gerekse minik yavruların bütün safiyeti ile nurlara açılmış tablosu insanlığın geleceği açısından ümitvar olmamızın yeterli sebebi olacak küllî bir duânın ortasında olduğumuzu hissettiriyordu.
Bu faaliyetlerin daha da genişlemesi ve başta hanımlarımıza Tekirdağ Sosyal Tesisleri’ne benzer imkânları nasip etmesini Âlemlerin Rabbi’nden niyaz ediyoruz. Bunun ardından İnşallah Tataristan ile başlayan farklı memleketlere yönelik mânâsı uluslar arası ölçekte bu güzellikleri sağlayacak tesisler de İnşallah çok daha farklı boyutlara ulaşır. Bu faaliyetler çok önemli ve insanlık şahs-ı manevisi açısından sonuçları çok geniş alanları etkileyecek küllî duâlardır inancındayım. Bu mânâya hizmet eden ve vesile olan herkesten Rabb-ı Kerim razı olsun ve bu dünya cenneti olan mekânların uhrevî olanları ile mükâfatlandırsın İnşallah. Bu küçük çapta gibi olan faaliyetler insanlık şahs-ı manevisinin varlık idrakinde köklü değişimlere yol açacaktır.
İnsanın ve insanlığın imtihanı temel olarak benlik alanında yaşanıyor. Beşer tanımı yapıldığında çok organize ve kompleks yapılar ortasında yerleşmiş ruhlar akla geliyor. Üstelik bu karmakarışık binaların içinde yer aldığı zerreler denizi de kararsız, belirsiz ve karmakarışık bir yapı arz ediyor. Bu karmakarışık işleyişler ortasında ruh ve beden bütünlüğünün muhafazası için insana verilmiş kuvveler var. İnsan menfaatlerine yönelik olma duygusu yaşıyor ve bu durum ruhuna kuvve-i şeheviye olarak yansıyor. Benliğini ve bedenini muhafaza duygusu taşıyor. Bu hal ruhuna kuvve-i gadabiye olarak yansıyor. Yine doğru ve yanlışı ayırma melekesi şeklinde yer alan fonksiyon kuvve-i akliye şeklinde hayatında yer alıyor. Benlik duygusunun insanlık âlemine yansıması temelde iki alan oluşturuyor. Biri diyanet ve nübüvvet, diğeri felsefe ve hikmettir. İnsanlık tarihi boyunca ortaya çıkan insanlık ağacının iki ana dalını teşkil eden felsefe ve nübüvvetin her bir kuvve ile irtibatından farklı insan modelleri ortaya çıkmış ve her bir kuvvenin benlik duygusu ile irtibatından insaniyet ağacı farklı meyveler vermiştir. Kuvve-i gadabiyye ile benliğin felsefe doğrultusunda şekillenmiş yapısının buluşması Firavunlar, Nemrutlar ve Şeddatlar şeklinde meyveler vermiştir. Bu gün insanlığa zulmeden ve korku duygusunun artık paranoyaya dönmesi ile herkesi potansiyel suçlu olarak görmekle zulmeden idareciler de aslında aynı dalın meyveleridir. Dolayısıyla modern dünyada da aynı mânânın yani felsefe ile mezcolmuş kuvve-i gadabiyyenin pek çok mahsulleri sosyal yapı ve dünya düzeninde yer almaktadır. Bu anlamda Firavunluk tarihî değil sosyal bir kavramdır. Nübüvvet tarafının insandaki gadap kuvvesi ile buluşmasından ortaya çıkan meyveler ‘melek gibi melikler’dir. Bu kavram içinde kavmine hizmet eden efendi, zulümden titreyen idareci, adil hakim, hukuku sistemin temeli sayan devlet adamı yer almaktadır. Nübüvvet eksenli bir devlet tanımında melek gibi bir idareci ve adil bir hakim kavramları hayatî bir önem arz etmektedir. İnsanlığın asırlardır süren kolektif benlik yapılanmasının ardından bu duruma ulaşmanın yolu demokrasi şeklinde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla kelime felsefe tarafının mahsulü olsa bile özünde demokrasi nübüvvet tarafının insanlığa hediyesidir. Otoriter ve tebasına zulmeden, onlara tepeden bakan krallar ve idareciler hangi coğrafi alanda ve konumda olursa olsun benliğin kuvve-i gadabiyeye Yunan felsefesi ve Roma dehası ışığında yansımasını sergileme konumundadırlar.
Beynin her bir niyet ortaya konurken işleyişi esnasında devreye giren milyonlarca nöron ve bu hücreler arasındaki bağlantıyı sağlayan nörotransmiterler, sayısız peptitler, niyetin yaratılıyor olduğuna dair çok güçlü veriler. Kulun iradesi tam bir serbestiyet içinde ortaya çıkmakla varlığın maddî boyutta işleyişi için bir duâ anlamına gelmektedir. Bir niyetin ortaya çıkışı ile ilgili olarak beynin fonksiyonlarına ve işleyen mekanizmalara baktığınızda niyetin yaratılıyor olmasından en ufak bir şüphe duymazsınız. Aslında varlığın karmakarışık gözüken yapısında doğruyu bulabilmenin yolu samimî kalple Rabbi’ne yönelmek ve kalbinde doğru mânâların ve doğru niyetlerin ortaya çıkması için duâ etmektir. Bu duâ topyekûn yapıldığında ve samimiyet ile Rabb’e yönelindiğinde isabet ihtimali çok yükselecektir. Bunun için de samimî niyet ve başkalarının iradesine cerbeze ya da benzeri yollarla müdahale etmemek gereklidir. Muhabbet ortamında herkesin irade beyanının serbest bırakıldığı zeminlerde topluluğun eğilimi yani çoğunluğun reyi isabet ihtimali ve doğruyu bulma ihtimali daha yüksek bir sonuç ortaya çıkarır. Bu anlamda kamu vicdanı ve icma-ı ümmet kavramları birbirine yakın düşmektedir. Aynı zamanda ilâhî murada en yakın olma ya da onunla örtüşme anlamında en isabetli sonucu ortaya koyma ihtimali çok yüksektir. Bu anlamda millet iradesinin kalplerin Rab’lerine yönelmiş ve O’ndan doğruyu kalplerinde hissettirmesi duâsı ile talepte bulunan topluluğun genel eğiliminde vicdanlar bir bütün teşkil edecek ve bu alanda Kâinat Sultanı’nın ne talep ettiğini anlamamız açısında daha berrak bir mânâ ortaya çıkacaktır. Bu yönü ile meşveret ve meşrûtiyet usulü ile doğruyu yakalayabilme ve karmakarışık bir sosyal alanda olması gerekeni toplum olarak tesbit edebilme imkânı artacaktır. Burada temel şart iradelere ipotek konulmaması ve herkesin farklı fikrinin hür olması ile ortaya çıkacak mânânın isabete daha yakın olacağının kabul edilmesidir. Bu millet iradesinin kutsî kaynaklara yakınlığı yani İlâhî iradeyi hissetme potansiyelinin yakınlığı ile bir anlamda kutsiyet kazanması demektir.
Şu an ülkemizin farklı mekânlarında gençlerimizin ortak bir şuur mânâsına hizmet edecek okuma programı benzeri faaliyetleri ve iş adamı olmaya namzet olanların organizasyonuna benzer yapılanmalar gelecek asırlarda oluşacak insanlık iradesinin kutsî mânâya yakınlaşması açısından çok önemli adımlardır. Bunların desteklenmesi, gençlerimizin ve yavrularımızın yüreklendirilmesi istikbalimizin nurlanması duâsıdır. Bu gençler ve yavrular; karanlık gibi algıladığımız istikbalimizi, kalplerinin birbirlerinden aldığı enerji ile nurlanması ile nurlandıracaktır. Bu tablolar ‘ümitvar olunuz’ nidasının tecessüm etmiş şeklidir.
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Mistik ve populist’ |
|
Galiba hem Amerikalılar hem de İranlılar dostlarını düşmanlarını şaşırdılar. Ya da yeni konseptte kartlarını yeniden karıyor ve dost ve düşman saflarını yeniden belirliyorlar. Zaten İsrail, İngiltere ve buna mumasil bazı ülkeler hariç ABD’nin dost ve düşmanları 10 yılda bir yeniden taayyün ediyor. ABD’nin daimi dostlarının yanında konjonktürel düşmanları var. Bunu ilk söyleyenlerden birisi bir İngiliz devlet adamıdır. Sonra Wilson Churchill’e de mal edilmiştir: “İngiltere’nin daimi dostları ve düşmanları yoktur. Daimi çıkarları vardır...”
Şimdi galiba 30 yıl sonra ABD ile İran arasında kartlar yeniden karılıyor. Buna göre, düşman tasnifi yeniden değişmiş oluyor. Zaten AFP ‘Rice confirms shift in US policy’ başlıklı haberinde bunun ipuçlarını veriyor. Bu beklenmedik ve mukaddimesiz yakınlaşma ile alakalı olarak bir gazetecinin hayretengiz sualine karşı Condoleezza Rice şu tespiti yapıyor: “The United States doesn’t have any permanent enemies’ yani ABD’nin ebedi düşmanları yoktur. Ebedi yani körü körüne düşmanlık aslında insan fıtratının kaldırabileceği bir hamule değildir. Düşmanlık geçici, dostluk ise kalıcı statüdür. İslâmın uluslararası ilişkiler kuramı da Vehbe Zuheyli’ye göre bu anlayışa göre müessestir. Ona göre, Hudeybiye’de Mekkelilerle 10 yıllığına yapılan mütarake, mütarekenin tavanını belirlemiyor. Pekala o konjonktürel bir mutabakattı ve barış veya mütarekenin ucu açık olabilir. Yani müebbet düşmanlık yoktur müebbet barış ise mümkün olmasa bile matluptur. İşin teorik kısmı böyle. Bununla birlikte, barış ve mütareke kandırmaca veya taktik ve manipülatif olmayacaktır. Aksi taktirde, zararı faydasından büyük olur. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı sonrası yapılan dengesiz barış İkinci Dünya Savaşı’nın zeminini hazırlamıştır. Şiddet şiddeti doğuracağı gibi aldatıcı ve mağdur edici barış da geleceğin savaşlarını hazırlar.
***
ABD’nin bu son derece pragmatik yaklaşımına İran da ondan geri kalmaz bir şekilde mukabele etmiştir. Hatta şaşırtıcı bir şekilde kendisine göre klasikleşmiş dost ve düşman tanımlamasını altüst etmiştir. Cenevre’de İran geri adım atmamasına rağmen Nejad her müzakerenin ileriye atılmış bir adım olduğunu söyleyerek iyimserliğini korumuştur. İsrail’i haritadan sileceklerine dair sonu gelmeyen konuşmalar yapan Ahmedinejad bu meselede de pragmatik yönünü göstermiştir.
Düşmanın her zaman olduğunu söyleyen Nejad, buna mukabil kendilerinin günbegün ileriye gittiklerini savunmuştur. Asıl problemli yaklaşım ise yardımcısının yaklaşımıdır. İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı İsfendiyar Rahim Meşai, Nejad’dan bir gün önceki konuşmasında şaşırtıcı bir biçimde İsrail’i dost olarak tanımlamıştır. Meşai, “yenilik ve gelişim” adlı konferansta yaptığı konuşmada, insanlar arasına sınırlar koyan bir mantığın, geleceğin dünyasında yeri olmadığını ileri sürmektedir. Bir düşüncenin zorla kabul ettirilme döneminin geride kaldığını savunan Meşai sözlerini şöyle sürdürmüştür: “Dünyanın kulağı, en güzel mesajları almak için bugün her zamankinden daha açık...” Meşai, “akıl ve mantığın hakim olacağı bir gelecekte ırk ve ülkenin anlam ifade etmeyeceğini” de söylemiştir. İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı, dünyada kimse ile savaşlarının olmadığını, 8 yıllık savaşta da sadece savunma yaptıklarını, hatta bir gün bile savaşmadıklarını ifade etmiştir. Bu acem mübalağası karşısında insanın ister istemez nutku tutuluyor ve sormadan edemiyor: Öyleyse savaş niye 8 yıl sürdü?
Hatırlanacağı gibi, Saddam ilk yıllardan itibaren İran’ı yenemeyeceğini anlayınca barış istemeye başlamıştı. İran ise Saddam’ın kellesini ve rejim değişikliğini istediği için barış sağlanamamıştı. Meşai, kulaklarımızın hiç alışık olmadığı şu cümleleri sarfetti: “İran bugün, ABD ve İsrail halkıyla dosttur. Dünyada hiçbir millet düşmanımız değil, bu bir iftihardır. Elbette düşmanımız var ve İran halkına karşı en namertçe düşmanlıklarda bulunuyorlar.” Meşai, Amerikalıları dünyadaki en iyi halklardan biri olarak gördüklerini de sözlerine ekliyor. Burada problemli bir yaklaşım olduğu aşikar. Düne kadar İsrail düşmandı ve haritadan silinmesinden bahsediliyordu ve bugün ne oldu da birden İsrail halkı düşman kategorisinden çıktı dost kategorisine girdi. İsrail halkı Siyonizmi mi terketti de bu vasfı kazandı? Ya da tepedeki Şimon Peres ve Ehud Olmert gibi bir kaç kişiyi geriye ayırırsak İsrail halkının geri kalanı masum sınıfına mı giriyor? Halbuki biz biliyoruz ki, Karadavi gibi alimler pürsilahlı yerleşimcilerin bile harbi sınıfına girdiklerini savunuyorlar. Dolayısıyla burada problem bir değil belki iki veya daha çok. Birincisi, İranlı yöneticilerin keyfine göre ABD’nin ve İsrail’in sıfatının bir gün bir gecede değişime uğramasıdır. İkinci olarak, İsrail hakkındaki şer’i tanımın da sulanması ve bulanıklaşmasıdır. Dolayısıyla İran’la barıştığı oranda İsrail ve ABD meşruiyet kesbediyor. Bu durumda, meşruiyet veya edem-i meşruiyetinin Filistin topraklarını işgaliyle bir alakası yok.
***
İsfendiyar Rahim Meşai’nin konuşması bize Hatemi’nin yardımcısı Abtahi’nin geçmişteki konuşmalarını hatırlattı. Harfi harfine şöyle söylemişti: “Biz olmasaydık ABD, Irak ve Afganistan’ı işgalde zorlanırdı...” Yani ABD’nin işgali önündeki pürüzleri temizlediklerini ve ayıkladıklarını söylemişti. İran’ın bu maharet ve manevrasına şapka çıkartmak gerekir. Her babayiğit bu kadar yağdan kıl çeker gibi yapamaz. Bir batılı yayın organı Ahmedinejad için şu sıfatı kullanmıştı: “Mistik ve populist...”
Galiba mistik tarafı düşmanlığını ve populizmi de pazarlıkçı tarafını gösteriyor olmalı. 1 Mart tezkeresi sırasında Bush, Babacan ve beraberindeki heyete ‘Teksas’ta sizin gibi yapanlara at taciri denir’ demişti. Galiba İranlı yetkililer de birinci sınıf halı tüccarları.
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Su akar, Türk yapar’ mı? |
|
Çevre problemleri sadece Türkiye’nin değil, bütün dünyanın meselesi. Hatta, ‘sanayileşmiş ülkeler’ bu konuda daha kötü durumda. Çünkü onlar, çevreyi daha erken tahrip etmiş, hatalarını ise iş işten geçtikten sonra anlayabilmişler.
Türkiye’de ise sanayileşme konusunda ‘geri’ kalındığı için, çevre de nisbeten daha az tahrip edilmiş. Bütün dünyada ‘çevreyi koruyalım’ nidaları yükselince, bu ses ülkemizde de duyulmaya başladı. Nitekim, çevreyi korumayı amaçlayan ve daha önce pek çok dünya ülkesinin imzaladığı ‘Kyoto Protokolü’ne uymaya söz vermiş bulunuyoruz.
Bir yandan bu tartışmalar yapılırken, öte yandan da enerji ihtiyacını karşılamak için yeni ‘kaynak’lar aranıyor. Bu arayışta gözler, güya boşa akan ‘dere’lerimize uzandı. Başta Karadeniz Bölgesinde olmak üzere ‘dere’ler üzerinde yüzlerce ‘santral’ yapılıyor. Haliyle bu çalışmalar da yeni tartışmalar başlattı: “Enerji için çevre feda edilsin mi, edilmesin mi?”
Türkiye’yi ‘idare eden’ler, her ne yolla olursa olsun enerjiye ihtiyaç duyulduğunu ve bunun için ne gerekirse yapılacağını ifade ediyorlar. Bu uğurda, haklı ya da haksız hiçbir teklif ya da tavsiyeyi dinleme niyetleri de yok. İşte asıl itiraz edilen nokta burası. Yaygın bir deyimde olduğu gibi, “Vur, ama önce dinle!” kuralına da uyulmuyor.
Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, bu tartışmalara gönderme yaparcasına, ‘’Su akarken biz bakmayacağız. ‘Su akar Türk bakar’ sözünü, ‘Su akar Türk yapar’ sözüne dönüştürüyoruz’’ demiş. (AA, 20 Temmuz 2008)
Keşke bunu yapmak, söz söylemek kadar kolay olsa! Bilhassa çocukluğumuz, Karadeniz yaylalarından başlayarak denizlere ulaşan ‘boşa akan dere’leri seyretmekle geçti. Ancak gerçekten bu dereler ‘boşuna’ mı akıyor? Dereleri ‘boşuna’ akıtmamak için illa ki çevreyi tahrip edip, ‘baraj’lar mı yapmak lâzım? ‘Boşa akıyor’ dediğimiz güzelim derelerimizi, çevreyi de tahrip etmeden daha güzel şekilde değerlendirme imkânı yok mu?
Bakınız, sosyal hadiselerde çeşitli metodlarla insanlar ‘yanıltıldığı’ gibi, bu konularda da yanıltılıyor olabilir. Meselâ ben bildim bileli petrol bitecek, dünya enerji darboğazına sürüklenecek! Ama her gün yeni imkânlar ihsan ediliyor ve insanoğlu bir anlamda ‘bindiği dalı’ kesmeye çalıştığı halde ‘enerji’ tükenmiyor. ‘Temiz ve alternatif enerji’ dediğimiz saha yatırım için insanları bekliyor. Güneş, rüzgâr ve benzeri enerji kaynaklarından daha fazla istifade etme imkânı varken, çevreyi tahrip ederek suları ‘boru’lara doldurmak şart mıdır?
İstanbul medyasının gündemine gelemese de, bu yönde bir tartışma Rize’de de yaşanıyor. Çayeli Senoz Vadisi ve İkizdere’de devam eden ‘tünel tipi HES projeleri’nin çevreye ciddî zarar verdiği uzmanlarca hatırlatılıyor. Fakat ‘yetkili’lerin bu ikazları duymaya niyeti yok. Onlar ‘Enerji için çevre feda’ demekte ısrar ediyorlar.
“Su akar, Türk yapar” derken, ‘bindiğimiz dal’ı kesmiş olmayalım?
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
TSK’nın halkla ilişkileri |
|
TSK’NIN son basın açıklaması, 20 subaya Ergenekon sorgusuna yönelik Akşam gazetesi haberiyle ilgili. Açıklamada haberin “kasıtlı” olduğu belirtilirken “Türkiye’nin istikrarını bozan odaklar” suçlaması yapıldı ve “Türk milletinin yasal ve demokratik tepki göstermesinin beklendiği” açıklandı. TSK yanlısı gazeteler ile gazetecilerin haber ve yazıları bile anında sert bir şekilde yalanlanıyor. Kuzey Irak operasyonunda da CHP ve MHP 4 Mart açıklaması ile “seviyesiz saldırı”da bulunmak ve “hainlerden daha fazla zarar vermekle” suçlanmıştı.
En sıradan haber ve eleştiriler bile TSK tarafından “haksız saldırı” sınıfına dahil ediliyor. Saldırının haklısı da var mı diye sormadan edemiyor insan. Siyasi ve sosyal hayatın bu kadar içinde olan bir kurum kendini nasıl eleştirilemez görebilir ki? Ya kendi alanına çekilecek ya da bu eleştirilere göğüs gerecek.
Ergenekon terör örgütü kapsamında tutuklanan orgeneraller Şenuygur ve Tolon’un ordu evinde tutuklanması hepimizi şaşırttı. Niye? Çünkü hakkında çok sağlam deliller bile olsa TSK’nın askerlerin soruşturulmasına izin vermeyeceği kanaati hakim. Geçmişte bunun çok örnekleri var. Ama Eruygur ve Tolon olayında sürpriz oldu. Genelkurmay bu tutuklamalara karşı çıkmadı. Ne oldu? İtibarı mı zedelendi? Tersi olsaydı ağır eleştiriler olacaktı. Olaylara karışanlar arasında askerler olunca gözlerin Genelkurmay’a çevrilmesi normal. Hrant Dink cinayetinde ve Ergenekon kapsamında ismi geçen bir çok askerin bulunması elbette gözleri TSK’ya çevirir. Şüpheli nereye mensupsa orası da mercek altına alınır. Bunu bahane ederek kimseye “TSK’ya saldırıyor” suçlaması yapılamaz.
Doğrusu şudur: Şahıslar suç işleyebilir. Her kurum ve oluşumda yanlış yapanlar bulunabilir. Önemli olan suçluların yargılanmasıdır. Buna engel olmamaktır. Yanlış yapan cezalandırılır. Kurum cezalandırılmaz. Suçlu kollanırsa kurum tabii ki eleştirilir.
TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu’nun Sinan Aygün’le ilgili açıklamalarını nazara verip Genelkurmaya mesaj veren Baykal’ın tahriklerine rağmen Büyükanıt ve Başbuğ şu ana kadar herhangi bir görünür müdahaleye girmediler. Baykal’a uyup kamuoyu önünde açıkça konuşsalardı çok mu itibarlı olurlardı? Hayır. Aksine Ergenekon’la ilişkilendirilirlerdi.
Bunların yanında TSK’yı kendi ideolojileri için kullanan, tahrik edenler var. Medya dünyasındaki birkaç kalemin yorumları TSK’yı resmen yönlendirme amaçlı. TSK bunlara da dikkat etmeli. Gereksiz komplekslere sürüklenmesine müsaade etmemeli. TSK hepimizin kurumu. Akıl sağlığı yerinde olan hiç kimse sınırları içinde kalan orduya, askere karşı çıkmaz. Ama TSK’nın sık sık sözlü veya fiili müdahaleleri, hele hele bunlar içinde demokrasiyi hırpalayan, halkın manevi hassasiyetlerini rencide edenler onarılmaz kırgınlıklara yol açıyor.
Anlaşılıyor ki TSK’nın sağlıklı bir halkla ilişkilere ihtiyacı var. Öncelikle ayrıştıran, ötekileştiren anlamsız akredite uygulamasına son verilmeli. Şeffaflık sağlanmalı. Kamuoyu daha sağlıklı bilgilendirilse, halkı ayaklanmaya çağırıyor gibi algılanan yanlış anlaşılmaya müsait çağrılar yapılmasa ve halkın hassasiyetlerini inciten tavırlar düzeltilse herşey çok daha farklı olabilir.
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Dehşet tablosu… |
|
Gündemin gürültüsü arasında Türkiye’nin gerçek gündemi güme gidiyor. Başbakan Erdoğan, “Ergenekon iddianâmesi” ve “kapatma davası” üzerinde yaptığı en hararetli konuşmasında bile bu gerçeği itiraf ediyor. Bunu “Türkiye’nin sun’î gündemi” olarak yorumluyor; ve bu yapay gündem gürültüsüyle gerçek gündemin karartıldığını söylüyor.
Türkiye’nin gerçek gündemi, şüphesiz vâhim bir tablo çizen ekonominin kırılganlığı, demokratikleşme, yargı reformu, hâlâ ceza kanununda yer alan inanç ve ifâde özgürlüğü önündeki engeller, eğitim ve siyasetin demokratikleşmesi…
Ancak bu gündem karmaşasında ahlâkî erozyon ve başta uyuşturucu olmak üzere her nev'î kötü madde bağımlılığı “imdat!” işâretleri veriyor.
Başta Irak, Filistin ve Afganistan’da olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerinde şehirlerin, mahallelerin, sokakların, pazarların, evlerin üzerine bombalar düşüyor. Her gün yüzlerce insan katlediliyor, yaralanıyor. Ancak mânevî terbiye eksikliğiyle mahallelere, sokaklara, evlere, insanların kafa ve kalplerine düşen bombalar daha can yakıcı. Her gün binlerce, yüzbinlerce insanı mahvediyor, madden ve mânen öldürüyor. Milyonlarca insanı, genci ve çocuğu vuruyor. Dünyevîleşmeye bataklığına batan gençler, arayış içindeki insanlar, göz göre göre ateşin içine sürükleniyor…
ÜRKÜTEN VAHÂMET…
Tablo, dünyada ve Türkiye en çok yaygınlaşan uyuşturucu ile kendini gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde gazetelere akseden bir haber, Türkiye açısından tehdidin dehşetini deşifre etmekte.
Madde bağımlılığında 2004 yılında iki bin olan hasta sayısının, 2007 yılında dokuz bine yükseldiğini açıklayan Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesiden Doç. Dr. Nesrin Dilbaz’ın uyuşturucu madde bağımlılığının yüzde 40’ının Güneydoğu ile turizm bölgelerinden geldiğini belirtmesi, gidişâtın vahâmetine bir örnek. Keza Meclis Uyuşturucu ile Mücadele Komisyonunda ortaya konulan bilgiler “dehşet tablosu”nun Türkiye veçhesini bir defa daha ortaya çıkarıyor.
Alkol ve madde bağımlılığının Türkiye’de bir artık bir “felâket” haline geldiğini ve buna gecikmeden tedbir alınmasını gerektiğini belirten milletvekilleri, siyasî gündemin hayhuyu ortasında Türkiye’de gençliği zehirleyen, okulların kapılarına dayanan eroin ve diğer maddelerin yaygınlaşması tehlikesine dikkat çekiyorlar. Tesbitlere göre, Türkiye’de son bir yılda 10 bin 588 ayrı operasyon yapılmış. Bu operasyonlarda, 31 ton 483 kilo esrar, 13 ton 228 kilo eroin, 169 kilo bazmorfin, 765 kilo afyon, 13 bin 313 liste asetik anhidrit, 7 milyon 609 bin 720 adet captogon, 1 milyon 47 bin 567 ecstasy hapı, 8 milyon 657 bin 287 adete uyuşturucu hapları ele geçirilmiş. Operasyonlarda 23 bin 480 kişi yakalanmış. İstanbul’da sadece bir operasyonda 350 kilo eroin ele geçirilmiş. (Hürriyet, 18.7.2008)
Bunlar yakalananlar; uyuşturucu ve kötü madde tâcirlerinin Türkiye üzerindeki ticaret hacmi ve parekende satışları göz önüne alındığında felâketin boyutları ürkütüyor. Buna karşı mücadeledeki koordinasyonun eksikliği ve yakalanmaların yetersizliği açıkça görülüyor.
Türkiye’nin bazı şehirlerinde eroin dozunun beş liraya satıldığı, çocukları eroine ulaşmasının sigara almaktan bile kolay olduğu ve uyuşturucu kullanımının ilkokul seviyesine kadar indiği nazara alındığında, Türkiye’nin bu gerçek gündemde ne kadar geç kaldığını su yüzüne çıkarıyor.
SADECE OPERASYON YETMİYOR…
Gerçek şu ki Gaziantep milletvekili Hasan Özdemir’in de ifâde ettiği gibi uyuşturucu ve kötü madde ile mücadeledeki koordinasyon zafiyeti ve bu tablonun temel sebebi olan mânevî terbiye eksikliği var.
Türkiye elbette sıcak ve politik gündemini tartışmalı. Ekonominin her gün daha bozulan durumunu, özellikle yaz aylarında binlerce hektar ormanı kül haline getiren orman yangınlarını, 4.5 milyon gencin eğitimsiz ve işsiz kaldığını, tavana vuran ve bir milyona yakın üniversite mezununun devlet kapısında memur olmak için sırada beklediğini, kredi kartlarındaki tefeci vurgununu, elektrikte olduğu gibi bir yıl içinde yüzde 44’leri aşan zamları, yüzde 45’lere varan gizli ve gerçek enflasyonu elbette konuşacak…
Ancak iki ay sonra 15 milyonu aşkın öğrenci okula başlıyor. Okulların çevresinde uyuşturucu ve esrar satan şebeklere karşı etkin maddî tedbirler yetersiz. İlköğretim öğrencileri arasında en az bir kez alkol kullananların oranının yüzde 16’lara varmış. Uyuşturucuda olduğu gibi alkolde de tehlike tırmanmakta…
10 bin 588 operasyon yetmediğine göre, mânevî ve ahlâkî operasyonların yapılması gerekiyor. Toplumu, âileyi, topyekûn gençliği ve çocukları yakan, nesilleri mahveden, Türkiye’nin geleceğini toptan ateşe veren bu tehlikeye karşı da Türkiye’nin ciddî tedbirleri alması gerekiyor.
Türkiye’nin gerçek gündemi bu...
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
40. yıla doğru |
|
Geçtiğimiz 21 Şubat’ta girdiğimiz 39. hizmet yılımızda, özellikle 23 Mart’ta yaptığımız görsel yenilenmeyi ve buna paralel olarak muhtevayı güçlendirme yönünde gerçekleştirdiğimiz yenilikleri biliyorsunuz.
Yeni Asya gibi “Risale-i Nur’u matbuat lisanıyla konuşturma” ideal ve misyonuyla yola çıkıp çok büyük engel ve zorlukları aşarak bugünlere ulaşmayı başarmış bir gazetenin şu anda erişmiş olduğu merhale, karşı karşıya olduğu zorluk ve sıkıntılar nazara alındığında elbette ki takdire şayan bir başarı tablosu oluşturuyor.
Bu başarıda emeği geçen herkesi, bilhassa sayıları on binleri bulan isimsiz kahramanları tebrik ve takdir hisleriyle yad ediyoruz.
Ancak Risale-i Nur’un vermiş olduğu son derece önemli derslerden birinin, “Mevcuda iktifa dûnhimmetliktir” sözüyle dile getirildiğini ve aynı mânânın “İki günü eşit olan, ziyandadır” kudsî ikazıyla da on dört asır öncesinden itibaren bir hayat prensibi olarak dikkatlerimize sunulduğunu bilen hizmet insanları için, gelişmenin, terakkînin, ilerlemenin sınırı, hududu ve sonu yok.
Evet, imkânlarımız her zaman olduğu gibi yine mahdut. Hattâ son dönemde bütün reel kesimi kıvrandıran darlık, sıkıntı ve krizden Yeni Asya da payını fazlasıyla alıyor.
Ama Yeni Asya’nın özelliği, hiçbir zaman sönmeyen ve sönmeyecek, sonsuz bir ideale hizmet için var olduğu gerçeği.
Bu gerçektir ki, onu 40 yıla yaklaşan zorlu hizmet yolculuğunda karşı karşıya kaldığı zorluk, engel, baskı, dayatma ve fitneleri aşarak bugünlere ulaşmasını mümkün kıldı.
Cenâb-ı Hakkın yardımı ve aynı idealler etrafında kenetlendiği değerli okurlarının hiçbir hal ve şartta eksilmeyen desteği ve duası sayesinde ayakta kalarak bugünlere erişen Yeni Asya, inşaallah ihlâs, istikamet ve tavizsiz istikrar çizgisinde daha nice yıllara ulaşacak ve daha nice hizmetlere imza atacaktır.
Buna bütün kalbimizle inanıyoruz.
Bu çerçevede, Allah nasip ederse 2009 21 Şubat’ında idrak edeceğimiz 40. hizmet yılımıza yönelik düşünce temrinlerine çoktandır başlamış bulunuyoruz ve bu konuyu muhterem okuyucularımızla da paylaşmak istiyoruz.
40. yıl, hizmet tarihimizde önemli bir dönüm noktası. Dolayısıyla bu yılı, şânına lâyık hizmet hamleleriyle değerlendirmek için hepimize büyük görevler düşüyor.
Sizlerden ricamız, bu önemli yıl dönümü öncesinde, hepimizi bekleyen vazifelerle ilgili olarak, işin fikir yüküne de ortak olmanız ve bu sene içerisinde ne gibi hamle ve faaliyetler yapılabileceği konusunda fikir üreterek bizlere ulaştırmanız.
Halen Türkiye’nin çeşitli yerlerinde devam eden okuma programlarının teneffüs aralarında, istişare zeminlerinde, arkadaş ve aile sohbetlerinde bu konunun gündeme alınıp fikir ve proje geliştirilmesini ve sonuçların en kısa zamanda bize gönderilmesini bekliyor, değerli katkılarınız için şimdiden teşekkür ediyoruz.
***
Ramazan sayfası
Sayılı günler hızla geçiyor. Regaib Kandilini idrak ettiğimiz gece daha dün gibi. Ama üzerinden iki buçuk hafta geçti. Ve Üç Ayların ilki olan Receb-i Şerifin 18. gününe eriştik. Haftaya 29 Temmuz Salı’yı 30 Temmuz Çarşamba’ya bağlayan gece Mi’rac Kandili. 3 Ağustos, Şaban-ı Şerifin ilk günü. 16 Ağustos Cumartesi’yi 17 Ağustos Pazar’a bağlayan gece Berat Kandili. Ve 1 Eylül Pazartesi de, Allah ömür verirse Ramazan-ı Şerifi karşılayacağız.
Bunları hem şimdiden bir hatırlatma, hem de gazetemizin Ramazan sayfasına katkıda bulunmayı düşünen arkadaşlarımıza, çalışmalarını ona göre tanzim etmeleri mesajını iletme babında yazıyoruz.
Ve diyoruz ki:
Önümüzde bir ay gibi bir zaman kalmış durumda. Yani, çalışmalarınızı en geç 20 Ağustos günü elimizde olacak şekilde hızlandırmanız gerekiyor. Bekliyoruz.
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|