Bir zamanlar “Neler oluyor bize?” nakaratlı şarkıyı söylerken, hemen herkes onulmaz bir aşk yarası içinde yanıp yakılmaktaydı. Bense bugünlerde başka sebeplerden dolayı yanıp yakılmaktayım. Aşktan değil, tarihî ve kültürel değerlerimizin, kültür endüstrisinin çarkları içinde öğütülmesinden ve böylece kabuğundan soyulmuş elma misali önümüze konulup başkalaştırılmasından… “Amaca giden her yol mübahtır” felsefesinin zihin yapılarımızı kıskaca alırcasına ortalıkta sırıtması, gücüme gidiyor.
Bütün bu sancılarımın yeniden depreşmesine sebep olan haber şuydu: “Kırklareli’nin Vize ilçesinde geleneksel hale gelen ve bu yıl 3’üncüsü düzenlenen Vize Tarih ve Kültür Festivali’nde mankenler Mevlânâ için podyuma çıkacak...(11.07.08, Haber7.com).” Habere göre, söz konusu defilenin ismi de Mevlânâ defilesi. Biraz derinlemesine düşünüldüğünde, çok masum gibi görünen bu defile ve benzeri faaliyetlerin özünden ne kadar kopuk olduğu âşikârdır. Şöyle ki; maneviyat önderlerinden birisi olan, İslâm’ı iman ve amel dengesi içinde eksiksiz yaşadığına ve bununla da örnek bir kişilik sergilediğine inanılan Mevlânâ’nın ismi dünyevileştirilip dinî ve imanî köklerinden kopartılarak seküler bir konuma düşürülmektedir.
Düşünsenize, “Peygamber değil, ama kitabı var (Molla Cami)” türünden ulvî mütalâalarla anılan bir maneviyat önderi, sadece ve sadece, “Ne olursan ol, yine gel” çağrısı kırpılarak anlaşılmaya çalışılıyor ve iyi-kötü, doğru-yanlış, günah-sevap demeden her türlü faaliyet bu söz çerçevesinde mübah görülüyor. Tipik bir Mevlânâ defilesinde, Mevlevî dervişinin etrafında halka oluşturan manken Mevlevî (!) tablosunun oluşturduğu paradoks gibi.
Dikkatle bakıldığında, bu tavrın diğer kültür değerlerimize de yapıldığı görülür. Meselâ Zeynep Hagur Kaya diye biri Absolout Votka’nın ürünlerine eklenen armut aromalı votka için Fatih Sultan Mehmet’in Sinan Bey tarafından yapılan gül koklayan minyatürünü değiştirip Fatih’in eline gül yerine bir armut yerleştirebiliyor (Hürriyet, 09.06.07).Üstelik tepki toplayacağını bildiği hâlde! İnsanın, “Zihniyete bak, izaha gel!” diyesi geliyor. Fatih gibi, değerleri arasında içkinin olmadığı bir din mensubu padişah, bazı kaynaklara göre iman-amel bütünlüğü içinde önder sayılabilecek bir şahsiyet ve nihayetinde Hz. Peygamber’in (a.s.m.) müjdesine mazhar olmuş bir İslâm komutanı hangi zihniyetin süflî emellerine âlet edilebiliyor, anlamak mümkün değil. O eşsiz padişahın elinde sembol olan gül medeniyeti, nasıl olur da bir armut medeniyeti hâlinde tasavvur edilebilir? Bu, kültürel yozlaşının adı değil de nedir?
Ben bu tarz düşünceden yoksun hareketleri gördükçe, bunun temelde zihniyet problemi olduğuna hükmederim. Tipik Mehmet Akif’in, “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” dediği dinin hak ve hakikat yönü iğdiş ya da örtbas edilerek, sekülerliğin hayatın her yerinde hüküm süren tek güç hâline getirilmesi ve böylece John Keane’nin deyimiyle, “varoluşsal belirsizliğin” ortaya çıkardığı atmosfer içinde, dinin kutsallarının her türlü emele âlet edilmesinden başka bir şey değildir.
Bu düşünce, hemen her şeyi iğdiş etmekten çekinmez. Meselâ Yunus Emre’yi, bütünsel bir bakış açısıyla bütün divanından hareket ederek devrinin sosyo-kültürel ve siyasî ortamını nazara alarak, “ Varlık, bilgi, aşk, ahlâk, tevhîd, vahdet-i vücud ve Allah konularında cevaplar arayıp bulan hem bir mutasavvıf, hem bir düşünür hem de bir şâir olarak” düşünmek yerine, “Sevelim sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz” türünden cımbızla seçilen beyitlerle, deyim yerindeyse, piyasaya sürüp insan sevgisi denen, ama temelde aşırılığında “insana ve insanı yüceltmeye tapma” olarak bilinen hümanizma çatısı altına sokma girişimleri de bunlardan birisidir. Yapmacıklı jest ve mimiklerle “Bülbül” şiirini okuduğunda, Mehmet Âkif’in, “Bu bülbül bizim bülbüle benziyor; ama ne kanadını bıraktı ne kuyruğunu” diye belirttiği kişinin hâline ne kadar benziyor hâlimiz…
19.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|