"Gerçekten" haber verir 19 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Selim GÜNDÜZALP

SIRAYI KİM KAPACAK?



Dünya nice ibret verici gerçek olaylarla dolu.

Bu yazı da bunlardan biri.

Şevki ve Adil Amcaların ruhuna fatihalarla.

Yıllardır yazmaya niyetlendiğim ve sizlerle paylaşmak istediğim çok ibretli bir hatıra var. Yakın dostlarım bilirler, defalarca dinlemelerine rağmen, esrarını korumuştur hep. Yazıya dökmek için uygun bir zaman ve ruh hâli bulamamıştım. Nasip şimdiymiş. Şimdi anlıyorum ki, bu tür hatıralar, yılların renklerini soldurduğu o eski zaman fotoğraflarına hiç benzemiyor. Hep canlı, hep taze kalıyorlar.

Yıllar su gibi akıp geçti. Neredeyse on beş yıl oldu Şevki Amcanın vefatı… Bu cümleyi önce ‘ölümü’ diye yazmıştım. Sonra Şevki Amcanın o tatlı sert bakışlarını görür gibi olup, cümleyi düzelttim. Sorgulayan bir eda ile bakıp; “Bize de mi?” diyordu sanki.

Doğru ya, nezaket erbabı o eski zaman insanları ‘öldü’ dememek için hayatın bu son ânına dair ne de güzel ifadeler bulup, kullanmışlardı. Bugün elimizde ve dilimizde maalesef kendinden sonra noktadan başka hiçbir şeyi kabul etmeyen sadece ‘öldü’ kelimesi kalıverdi. Halbuki eskiler, bu soğuk kelimeden ısrarla kaçınırlardı. Ölüm son değildi çünkü. Ölüm yoktu onlar için. Ölüm, ‘asude bir bahar ülkesi’ydi. Neler denmezdi öldü yerine: “Hakk’ın rahmetine kavuştu, Hakk’a yürüdü, ebedî âleme göçtü, sırlandı, terhis oldu, ruhu uçtu, irtihal etti, sevdiklerine kavuştu, nakl-i mekân eyledi, rahmetli oldu, vefat etti, vd.” Bu büyük olayı ifade etmek için, en son tercih edilecek kelimeydi ‘ölüm.’ Hiç zorlanmadan bir çırpıda aklıma gelip sıraladığım bu kelimelerde bir incelik vardı. Asırlar ötesine dayanan bir mirasın yansıması, kuvvetli bir imanın ve sarsılmaz bir inancın havası vardı.

Gelelim sadede: Şevki Amca, ismi gibi şevk ve neşe adamıydı. Şakacı ve nüktedandı. 80 öncesinin kasvetli günlerinde sığınacak, ferahlayacak bir mekân aradığımızda onun evi bizi bağrına basardı. Sofraya doluşur, bir tas çorbanın başına derviş ruhuyla çöker, ard arda hatıralar dinlerdik. Bu bir tas çorba, o eski dâvetlerin demirbaşıydı. Ama bununla kalınmazdı hiç. Ardından börekler ve diğer yemekler… Rahmetli hanımı ve evlâtları da yarışırlardı ağırlamak için. Bu mütevazi sofralardaki asıl tat, o hiç unutulmaz ve tarif edilmez huzurdaydı. Hayat da böyleydi, aşağısına razı olana yukarısı veriliyordu. Kanaat eden, bereket buluyordu.

Tarhana çorbasının kokusu, odanın içinde dalga dalga yayılırken, Şevki Amcanın gür sesi, sokağın tâ öte ucundan duyulurdu. Ramazan topuydu sanki o mübarek ses. Mübalâğasız söylüyorum, bu kadar tok ve gür bir sesin, insanın içini huzurla doldurması nadir bir şeydir. Az görünür ve unutulur gibi değildi!

***

Şevki Amca, bu yüzyılın ilk çeyreğinde dünyaya merhaba diyen Balkan göçmenlerinden. Özde ve sözde doğruluk takipçisi olmuş bir insandı. İnandığı doğruları hayatta dosdoğru yaşamaktan başka bir gayesi yoktu.

Yeni çiçeğe durmuş ağaçların, baharın ilk habercisi olduğu bir mevsimde, yine o eski evi dolduran bütün dostlar, bu kez cenazesi için gelmiştik bir araya. Hepimizin yüzünde tatlı bir hüzün vardı. Canciğer bir dosttan, geçici de olsa ayrılmanın acısını, her yürekten çok torunları ve çocukları hissediyordu. Bir yandan ahiret inancının verdiği sağlam bir denge hâli, bir yandan hayret... Yanaklarımızdan süzülen ve her biri Fatiha niyetine akan gözyaşlarımızla beraber bütün dostlar mezarlığa doğru yürüyorduk.

Şevki Amca’nın oğlu Ramazan’la yıllar önce aynı takımda basketbol oynamıştık. Çok eskilere dayanan, samimî bir dostluğumuz vardı. Mezarlıkta bir ara, baş başa kaldığımızda; “Sana çok garip gelecek bir şey anlatayım mı?” dedi ve başladı anlatmaya. Ramazan bu ilginç olayı anlatırken âdeta gözyaşlarına boğulmuştu. Onu dinlerken yüzünün aldığı garip hâli, anlatmasını bitirdikten sonra da ben yaşadım. Sadece dinleyenleri hayrette bırakacak kadar ilginç değil, belki melekleri bile tebessüm ettirecek kadar garip bir vefattı Şevki Amca’nın vefatı.…

Haydi daha fazla meraklandırmadan sizinle de paylaşayım bu ilginç olayı.

Şevki Amca ile otuz yıllık kalp ve kapı komşusu Âdil Amca, aynı inancı paylaşan, bir ömür komşuluktan da öte bir bağlılıkla, aynı çizgide beraberce yürüyen, birbirlerini çok seven iki dost insan. İkisi de emekli. İkisi de, aynı mahallenin Sukenarı Camiinin hatırlı cemaatinden. Aralarında ayrılık, gayrılık hiç olmamış. Bilâkis yakınlık, benzerlik pek fazla.

Şevki Amca, öyle kolay kolay herkesle dost olabilecek bir adam değildi. Bu konuda hayli titiz ve seçiciydi. Kader bu iki dosta nasıl bir sürpriz yapacaktı acaba? Şimdi merakla izleyiniz. İnsanın ne olacağını ve başına ne geleceğini önceden bilememesi ne büyük bir rahmet eseri olduğunu göreceksiniz. Bunu her zaman ve her vesile ile yaşıyoruz.

Âdil Amca ile Şevki Amca’nın birbirlerine lâtife yollu takılmaları, meşhurdu. “Bu dünyadan öte diyara, sen mi önce göçeceksin, ben mi? Bakalım hangimiz önce yol alacak?” yollu konuşmaları ahir ömürlerine kadar sürmüştü. Etraflarında bulunanlar da, bu garip sohbeti sevmeye başlamışlardı. İkisi de çok samimî ve çok inançlıydılar. Hiç kimsenin sırayı bir diğerine kaptırmak gibi niyeti de yoktu. Özde ve sözde doğru insanlardı. Öyle yapmacık değildi bu konuşmaları. İkisi de bir an önce ötedeki dostlara, en başta da Hz. Peygambere (a.s.m.) kavuşma sevdalısıydı. Kalpte iman, ruhta da arzu ve iştiyak olunca, bu dünyadan göçmek ve öteleri istemek zor bir şey değil herhalde. Çünkü cennet ve ebedî saadet oralardaydı.

Yahya Kemal’in dediği gibi:

“Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada

O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada.”

***

Uzunca bir hastalık döneminden sonra, Âdil Amca bir Perşembe günü, İstanbul’da bir hastanede vefat eder. Cenazeyi ise, evine Cuma günü getirirler. Doğuda memur olarak görevli, oğlunun da yetişebilmesi için, cenaze namazının Cumartesi günü öğle üzeri kılınması kararlaştırılır.

Son görev için bütün eş-dost hizmet yarışındadır. Kimi öteberinin tedarikiyle meşgûldür, kimi teselli vermekle. Şevki Amca ise, kadim dostunu yıkayacak suyun ısınması için, kara kazanın altına odun taşımaktadır. Hüzünlüdür ama üzüntüsünü kimseye göstermek istemez. Daha önce ağır bir kalp krizi de geçirmiştir zaten. Bir ara cenazeye doğru yaklaşıp yaşlı gözlerle: “Sıramı kaptın Âdil! Önce ben gidecektim; sıramı kaptın Âdil!” diye söylenir.

O gün, akşama kadar koşuşturmaktan yorgun düşen Şevki Amca, Âdil Amcayla bitişik olan evine geçip, biraz olsun dinlenmek ister. Dinlenmek için uzanırken, bir yandan da söylenmeye devam eder: “Sıramı kaptın Âdil...”

Şevki Amca yorgundur ve çok geçmeden de uykuya dalar. Yatsıya yakın kapı zilinin sesiyle uyanır. Kapıyı açtığında, karşısında yeğeni Hasan’ı bulur. Hasan, hayretten donakalmış bir halde bakakalır Şevki Amca’ya.

Şevki Amca;

“Ne var, ne oldu Hasan; söylesene!” der.

Hasan yutkunur. Zar zor konuşur.

“Amca,” der, “kahvede arkadaşlar bana, ‘Hacı amcan vefat etti; duymadın mı?’ dediler. Bende, çabucak koştum geldim. Fakat seni karşımda sağ salim görünce hem sevindim, hem şaşırdım.”

Şevki Amca, yeğenini dinledikten sonra, haberde bir yanlışlık olduğunu, bitişikteki komşusu Âdil Amca’nın vefat ettiğini söyler. Sözlerini ise şöyle tamamlar:

“Tasalanma Hasan! Madem vefatımı duydun diye buraya kadar geldin, o zaman şimdiden başın sağolsun,” der.

Kucaklaşıp helâlleşirler. Hasan gider.

Şevki Amca birkaç saat sonra şiddetli bir kalp krizi geçirir ve âcilen hastaneye kaldırılır. Ama vâde dolmuştur, hiçbir yardım, hiçbir çare fayda vermez. Şevki Amca o gece vefat eder. Yeğeni Hasan ise, yaşarken kendisiyle vedalaşan tek kişidir.

Âdil Amca’nın vefatından bir gün sonra, yani Cuma gecesine denk düşer Şevki Amca’nın vefatı. Şimdi, iki dostun, aynı gün aynı vakitte, yani Cumartesi öğle üzeri cenazeleri kalkacaktır. Yıllarca beraber gidip yine beraber evlerinin yolunu tuttukları, acısıyla, tatlısıyla birçok hatırayı paylaştıkları yerden; Sukenarı Camii’nden.

Ancak, son dakikada enteresan bir gelişme olur. Âdil Amca’nın oğlunun gelmesi gecikir ve cenazesi Cumartesi günü ikindiye kalır. Şevki Amca ise, bir gün sonra vefat etmiş olsa da, yine Âdil Amca’ya sırasını kaptırmaz. Yani aynı gün Âdil Amca’dan bir vakit önce, öğle namazının ardından ebedî yolculuğuna uğurlanır.

Allah, samimî duâsını kabul etmiş olmalı ki, son yolculuğuna Âdil Amca’dan sadece bir vakit, belki de bir adım önde çıkmıştır Şevki Amca.

***

Âdil Amca ile Şevki Amca’nın ilginç hikâyeleri böyle.. Aslında, bu anlattığımız biraz da bizim hikâyemiz. Şevki Amca da, Âdil Amca da hem inançlı, hem lâtifeci adamlardı. Gittikleri âlemden, yani berzah diyarından ruhlarının Allah’ın izniyle bizi seyrettiklerine inanıyorum.

Kim bilir, Şevki Amca, “Bak Âdil! Biz yaşadık, bitirdik. Rahatız çok şükür. Bizim çocuklar ise hâlâ maceramızı anlatmakla ve yazmakla bitiremiyorlar” diyordur belki de.

Böyle güzel başlayan dostluklar, Allah için olan dostluklar, ölümle bitmiyor; dünyanın ötesinde de inşaallah ebediyen devam ediyor. Böylesi dostların vefatını hatırladıkça, dostun gerçek dostuyla beraber olacağı bir diyarın bize el ettiğini görür gibi oluyorum.

Duâlarımız bu mübarek dostlarla olsun. Allah, mekânlarını cennet etsin inşaallah.

Ya Rab, imanımızı son nefeste yoldaş eyle, bütün inananlara bizleri dost ve kardeş eyle. Günahlarımızın azını da, çoğunu da affeyle. Kul haklarımızı da öyle affeyle. Mahşere kara yüzle çıkanlardan eyleme Allahım. Hz. Peygamberimizin (a.s.m.) âl ve ashabına bizleri, cennette komşu eyle. Kabir azabından ve cehennem ateşinden bizleri muhafaza eyle. Âmin.

19.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

En büyük görev



BİR önceki makalemizde insanın aslî görevi üzerinde durmuş, kalp dairesinden kâinat dairesine kadar gittikçe genişleyen, iç içe girmiş daireler bulunduğunu ve insanın her dairede görevleri olduğunu, en küçük dairede en büyük ve sürekli görevleri bulunurken daire genişledikçe görevlerin daha az önemli ve ara sıra olduğunu belirtmiştik.

Evet, insanın en küçük daire olan kalp ve mide dairesinde en önemli ve sürekli görevleri var.

Bediüzzaman Hazretleri, “İkinci Cihan Savaşından daha büyük hadise mi var?” şeklindeki soruya, “Evet, var” diye cevap verirken kalbe ait bu göreve; herkesin, bilhassa Müslümanların başına açılan büyük bir hadise ve önemli dâvâya dikkat çekmişti. Bir insan eğer Alman ve İngiliz kadar kuvvet ve serveti olsa, aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için, tereddütsüzce sarf etmeliydi.

Bu dâvâ da yüz binlerce meşhuru, insanlığın yıldızları ve mürşidlerinin, ittifakla, Kâinat Sahibinin binlerce vaadlerine dayanarak haber verdikleri, bir kısmının da gözleriyle gördükleri bir dâvaydı: “Herkesin—îman mukabilinde—bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bakì ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış”tı.

Bediüzzaman onu kazandıracak vesikanın da îman olduğunu söylüyor ve “Eğer îman vesikasını sağlam elde etmezse, kaybedecek” diyordu. Ve bu asırda maddecilik salgınıyla birçokları bu dâvâyı kaybetmekteydi, Hatta bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefat eden kişiden ancak birkaç tanesinin kaza-nabildiğini, ötekilerin kaybettiklerini müşahade etmişti. Acaba kaybettikleri bu dâvânın yerini bütün dünya saltanatı onlara verilse doldurabilir miydi?1

Bir başka yerde ise Bediüzzaman, buna ilâveten kendini doğrudan ilgilendirmeyen dünya siyasetine karışmamasının bir sebebini de şöyle açıklayacaktı: “Dünya siyasetine karışmadığımın asıl sebebi, o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder; hakikî ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır; hem herhalde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur [ortak olur.]”2 Bediüzzaman bu hakikati belirttikten sonra, merak yüzünden ve âfâkì hadisâtın verdiği sarhoşâne gafletten zevk alan biçarelere sesleniyor, fıtrattaki merak ve insaniyet damarıyla, farz ve lâzım vazifeler zararına o hadisenin, geniş boğuşmalara sevk ettiğini söylüyor ve bunun, “fıtrî ve mânevî bir ihtiyaç”tan ileri geldiğini savunanlara ise bir kısım mühim hakikatleri hatırlatıyordu.

Nelerdi bu mühim hakikatler? Bunun üzerinde de inşaallah yarın duralım.

Dipnotlar:

1. Asa-yı Musa, s. 20-21.

2. Emirdağ Lâhikası, 1:56.

19.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın vahyi üzerine



Şakir Argın: “Bazı rivayetlerde Peygamber Efendimiz (asm), Allah’ın sözünü naklediyor. Meselâ ‘ey kullarım!’ diye başlayan hadisler var. Bu sözler kime aittirler? Allah’ın sözleri midirler?”

Peygamber Efendimiz’in (asm) pak gönlüne nazil olan vahiy, iki türlü tezahür etmiştir:

1- Vahy-i metlüvv: Okunan, tilâvet olunan, namazda kıraat olunan, sözüyle, kelâmıyla, mânâsıyla Allah’a ait olan vahiydir. Üslûbu, lâfzı, telâffuz biçimi, söyleyiş tarzı, harf, kelime ve cümle kurgusu mû’cize olan Kur’ân’ın her bir âyeti bu sınıftandır. Namazda okunurlar. Kıraati ve tilâveti ibadettir. Başka bir ifadeyle, Allah-ü Zülcelâl’in, Peygamberine (asm) sözüyle, kelâmıyla, lâfzıyla, özüyle, mânâsıyla her biçimi Kendi Zat-ı Ulûhiyetine mahsus olmak üzere nazil buyurduğu vahye “Kur’ân” diyoruz.

2- Vahy-i gayr-i metlüvv: Okunuşuyla, tilâvetiyle, lâfzıyla, cümle yapısıyla, söyleniş biçimiyle değil; mânâsıyla, özüyle, içiyle, safiyetiyle, paklığı ile Allah’a ait olan vahiydir. Bu tür vahiylerin cümle kalıbına dökülmesi, telâffuz sahasına çıkarılması, lâfzı, ifade biçimi, söyleyiş tarzı Resul-i Ekrem Efendimiz’e (asm) aittir. Bu tür vahiyler namazda okunmazlar.

Hâlık-ı Zülcelâl Kur’ân’dan başka, Peygamberine (asm); Kendi Zat-ı Ulûhiyetine mahsus, heybetli, kudsî, rubûbiyetinin azametini, tasarruflarının ihatasını, Kendi Zatının ve sıfatlarının büyüklüğünü, rahmetinin eşsizliğini, ihsan ve ikramının bolluğunu ifade eden mânâlar da nazil buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de (asm) bu mânâları nübüvvet ehliyetiyle kendi cümle kalıplarına dökmüş ve bizlere nakletmiştir. Hadis literatüründe bu tür hadislere “Kudsî Hadis, Rabbanî Hadis veya İlâhî Hadis” denir. Kudsî hadislerde mânâ Allah’a; mânâyı cümle kalıplarına dökmek Peygamber Efendimiz’e (asm) aittir. Peygamberine (asm) nazil buyurduğu sair mânâlara ve vahiylere ise –ki bunları da Peygamber Efendimiz (asm) kendi ifade kalıplarına dökmüştür- “Nebevî Hadis”, yani Hazret-i Peygamberin (asm) sözü denmektedir.

Kudsî Hadislerin başlangıç kısımlarında, “Allah dedi ki...”, “Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurdu...”, “Allah diyor ki:...”, “Rabb’iniz diyor ki:...”, “Rabb’iniz ne diyor biliyor musunuz?” gibi hadisin, mânâ itibariyle Allah’ın yüce tasarruflarını anlatan bir “Allah sözü” olduğunu vurgulayan ifâdeler yer alır. Bu tür hadisler Kur’ân’da değil; hadis kitaplarında hadis usûlüne uygun rivayetlerle zikredilmişlerdir.

Böyle hadislere misaller verelim:

1- (Daha önce söz konusu ettiğimiz şu hadis, Kudsî Hadistir:) Peygamber Efendimiz (asm) bir gün ashabına (ra): “Rabb’iniz ne buyuruyor biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâb-ı Kirâm (ra): “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.” dediler. Resul-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Kim ki bütün erkân ve şartlarına riayet ederek namazı vaktinde kılarsa, Benim onun için bir ahdim vardır: Onu Cennete koyarım. Kim ki namazın erkân ve şartlarına riayet etmez ve namazı vaktinde kılmazsa Benim onun hakkında bir sözüm yoktur; dilersem cehenneme koyarım, dilersem cennete.”1

2- Ebû Hüreyre’nin (ra) rivayetiyle, Resûlullah Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Allah şöyle buyurdu: ‘Rahmetim gazabımı aştı.’”2

3- Yine Ebû Hüreyre (ra) rivayet etmiştir: Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Aziz ve Celil olan Allah buyuruyor ki: “Ben kulumun zannı üzereyim. (Beni anlayışına göre kulumla muamele yaparım.) Kulum beni andığı zaman, muhakkak onunla beraber olurum. O Beni gönlünde gizlice zikrederse, Ben de onu bu suretle anarım. Eğer o Beni bir topluluk içinde zikrederse, Ben de onu o topluluktan daha hayırlı bir cemiyet içinde anarım. Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer o Bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım.”3

4- Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: Aziz ve Celil olan Allah şöyle diyor: “Kulum fena bir iş yapmak istediğinde hemen bu iradesini defterine kaydetmeyiniz. Ta ki gerçekleştirmedikçe. Eğer gerçekleştirirse, o yaptığı fenalığın bir mislini yazınız. Eğer benden çekinerek yapmaz ve bırakırsa, ona bir sevap yazınız. Fakat kulum bir iyilik yapmak isterse ve yapamazsa, ona bir sevap yazınız. Eğer yaparsa, on misli ile yedi yüz misline kadar sevap yazınız.”4

5- Ebû Zer (ra) dedi ki: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyuruyor: “Her kim bir iyilik ile gelirse, ona getirdiği iyiliğin on katı vardır, bir de Ben arttırırım. Her kim bir kötülükle gelirse, onun cezası kendi gibi bir günahtır. Ya da Ben onu bağışlarım. ...... Her kim yeryüzü dolusu günahlarla Bana gelirse, hiçbir şeyi Bana ortak koşmamış olduğu sürece, bir o kadar mağfiret ve bağışlama ile onu karşılarım.”5

Dipnotlar:

1. Dârimî, Salât, 24

2. Buhârî, Tevhid, 2182

3. Buhârî, Tevhid, 2183; Müslim, Tevbe, 1, 21

4. Buhârî, Tevhid, 2184

5. Müslim, Tevbe, 22

19.07.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kırlangıçları seyrediyorum, hayranlık içinde



BİRKAÇ gündür pür dikkat şekilde kırlangıçları gözlemliyorum. Bahar mevsiminin müjdecisi olan kırlangıçlar. Kışın uzak diyarlara göçüp gidiyorlar, baharın başlamasıyla birlikte geri dönüyorlar.

Kırlangıçların havada harikulâde bir uçuş manevraları var. Anında ve çok hızlı bir şekilde yön ve irtifa değiştirebiliyorlar. Bir anda yükseliyor, aynı hızla aşağı iniyor, ya da sağa sola son sür’atle dirsek kırıyorlar.

Uçuşurlarken, bir ötüyor değişik sesler çıkarıyorlar.

Havadaki akrobatik hareketlerine dikkat kesiliyorum. O hızlı ve ani manevralı hareketleri esnasında bir de çıtır pıtır sesler çıkardıklarını fark ediyorum. Bu nedir diye, bütün dikkatimi toplayarak bakıyorum. Görüyorum ki, havada uçuşan börtü böcekleri avlıyorlar. Gagaları arasına sıkıştırdıkları bu böcekleri hem yiyorlar, hem de yavrularına getirip yediriyorlar.

Yani, hiç yere inmeden gıdalarını bulabiliyor, bu çatal kuyruklu sevimli kuşlar.

Şu an bu gözlemlediğim aynı yere iki sene evvel de gelmiştim. O zaman kırlangıçlar burada yoktu. Henüz gelip saçakların altında yuva yapmış değillerdi.

Oturduğumuz bina yeniydi. Demek daha burayı keşfetmemişlerdi. Yazın sıcağında yemeklerimizi balkonda yerdik. Fakat rahat ve ağız tadıyla yiyemezdik. Zira, etrafta yemek kokusunu almış ne kadar zehirli, dikenli börtü-böcek varsa (özellikle eşek arıları) gelip bizden önce sofraya kurulurlardı. Hele bir de reçel türü tatlı şeyler varsa sofrada, onları yapıştıkları yerden kaldırmak ve yenilerinin gelmesine mani olmak imkânsız.

İşte, iki sene evvelki bu kâbustan bu sene çok şükür kurtulmuş bulunuyoruz. Tabiî ki, şu sevimli kırlangıçlar sayesinde… Havada füze gibi uçuşan bu kuşlar, sofrayı bize zehir eden zehirli arıları kemal-i afiyetle bir güzel yiyorlar.

Teşekkürler, sayın ve de sevgili kırlangıçlar.

Kırlangıçların, evlerin saçakları altındaki yuvalarına bakıyorum. Harika birer san'at eseri. Gagalarıyla damla damla getirip yapıştırdıkları balçıklarla inşa ettikleri bu yuvalar, başlı başına bir tefekkür harikası. Adeta, en kuvvetli bir yapıştırıcı ile duvar, ya da saçakların tavan kısmına yapıştırmış yuvalarını.

Yuvayı tamamladıktan sonra, yavrulama günleri başlıyor. Yavrular, yumurtadan yirmi bir gün sonra çıkıyor.

Yavruların yuvadaki hallerine yakından bakmaya çalışıyorum. Anneleri yem getirip onları el bebek gül bebek besliyor. Yavrular da bir ağızlarını açıp ciyaklıyorlar ki, seyrine doyum olmaz.

Tam uçabilecekleri zamana kadar yuvadan dışarı hiç çıkmayan yavrular, acaba nasıl ihtiyaç gideriyorlar? Dikkat bakıp gördüm ki, içeriyi temiz tutmak için, yuvanın ağzına kadar geliyorlar, sonra da arkalarını dönerek dışarıya doğru pisliyorlar.

Şüphesiz, bütün bunlar onlara ilhamen öğretilmiş. Yoksa, o küçücük yavrular bu işi nereden bilecekler?

Kırlangıçların kim bilir daha ne maharetleri ve hikmetli hareketleri var.

19.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

ABD, İngiltere ve Rusya’daki Nur hizmetlerinden bazı kesitler



Birçok Türk müteşebbisinin, fikir adamlarının veya gönüllü kuruluşların yurtdışında yaptıkları çalışma, organizasyon ve dinî faaliyetler takdire şayan.

Risâle-i Nur hizmetleri, resmî kanallardan, ideolojilerden veya rejim ile sistemden bağımsız, “müteharrik-i bizzat” (kendinden hareketle) yürütülür. Bediüzzaman, yurtdışına gönderdiği talebelerine mutlaka Risâle-i Nur’ları verir, belli kişi ve merkezlere ulaştırmasını isterdi. Vefatından sonra da bu durum aynen devam ediyor.

Bazı gruplar ise, Risâle-i Nur’dan besleniyor bilinse Risâle-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı asla öne çıkarmıyor, nazara vermiyor. Başka şahsiyetleri veya Risâle-i Nur’un dışındaki eserleri gündeme taşıyorlar. Bu da, onların müteharrik-i bizzat değil, müteharrik-i bilvasıta hareket ettiklerini gösteren bir işarettir.

Büyük inkişaflar hizmetlerde asıl gaye ve hedef; direkt Risâle-i Nur’u ve müellifi Bediüzzaman’ın Kur’ân’î, Sünnet’î anlayışını nazara vermektir. Bu hizmetler, Başta ABD, Avrupa, Rusya, Ortaasya ve Afrika’da da sürdürülmektedir. Belli başlı merkezlerden birkaç kesit:

ABD: Amerika’daki üniversitelerde ‘İslâma dâvet masaları’ kurulduğuna; direkt internet kanalıyla, web siteleriyle İslâmın anlatıldığına dikkat çeken Prof. Dr. Süleyman Kurter, Risâle-i Nur hizmetlerini özetler:

“Bizim de, İslâmı anlattığımız; İngilizce ve çeşitli dünya dillerinde İslâma gelen istifham ve soruları cevaplandırdığımız, Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’un günümüzdeki meselelere getirdiği Kur’ânî izâhları, Bediüzzaman’ın imanî, içtimaî tesbitlerini etraflıca yazıp isteyene ilettiğimiz web sitelerimiz var. Bunlardan biri de www. RisaleUSA.com adlı sitedir.”

İngiltere’deki Nur faaliyetleri

İngiltere’nin sayılı üniversitelerinden Durham’da (1832 yılında kuruldu, 100 ülkeden 12 bin öğrenci eğitim görüyor) Bediüzzaman, eserleri, düşünceleri ve öğretileri ile ilgili doktora ve araştırma çalışmaları yürütecek olan Risâle-i Nur Araştırmaları Programı başlatıldı. Prof. Dr. Colin Turner’in dilinden özeti:

“Risâle-i Nur Araştırmaları (Risâle-i Nur Studies), Durham Üniversitesi’nin Orta Doğu ve İslâm Araştırmaları Enstitüsü’ne (Institute for Middle Eastern and Islamic Studies) bağlı olarak çalışan bir departman. Amacı, Bediüzzaman Said Nursî’nin 6000 küsûr sayfalık Risâle-i Nur adlı Kur’ân tefsirinde işlediği fikir ve öğretilerini disiplinler arası bir şekilde analiz ve etüd; İngiltere ve Avrupa’da Nursî ile ilgili çalışmaların müzakeresi, araştırılması ve geliştirilmesinin kolaylaştırılması ve teşvikidir. Programda 5 ana başlık altında araştırmalar yapılıyor:

* Said Nursî’nin söylemlerinin kökenleri ve gelişimi ve Risâle-i Nur’da yer alan Nursî tarzı tefsir anlayışının gelişimi.”

Daha detaylı bilgiler Durham Üniversitesi’nde öğretim görevlisi ve Risâlei Nur Araştırmaları Programının Koordinatörü Prof. Colin Turner’dan ([email protected]) bilgi alınabilir.

19.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Habib FİDAN

Neler oluyor bize?



Bir zamanlar “Neler oluyor bize?” nakaratlı şarkıyı söylerken, hemen herkes onulmaz bir aşk yarası içinde yanıp yakılmaktaydı. Bense bugünlerde başka sebeplerden dolayı yanıp yakılmaktayım. Aşktan değil, tarihî ve kültürel değerlerimizin, kültür endüstrisinin çarkları içinde öğütülmesinden ve böylece kabuğundan soyulmuş elma misali önümüze konulup başkalaştırılmasından… “Amaca giden her yol mübahtır” felsefesinin zihin yapılarımızı kıskaca alırcasına ortalıkta sırıtması, gücüme gidiyor.

Bütün bu sancılarımın yeniden depreşmesine sebep olan haber şuydu: “Kırklareli’nin Vize ilçesinde geleneksel hale gelen ve bu yıl 3’üncüsü düzenlenen Vize Tarih ve Kültür Festivali’nde mankenler Mevlânâ için podyuma çıkacak...(11.07.08, Haber7.com).” Habere göre, söz konusu defilenin ismi de Mevlânâ defilesi. Biraz derinlemesine düşünüldüğünde, çok masum gibi görünen bu defile ve benzeri faaliyetlerin özünden ne kadar kopuk olduğu âşikârdır. Şöyle ki; maneviyat önderlerinden birisi olan, İslâm’ı iman ve amel dengesi içinde eksiksiz yaşadığına ve bununla da örnek bir kişilik sergilediğine inanılan Mevlânâ’nın ismi dünyevileştirilip dinî ve imanî köklerinden kopartılarak seküler bir konuma düşürülmektedir.

Düşünsenize, “Peygamber değil, ama kitabı var (Molla Cami)” türünden ulvî mütalâalarla anılan bir maneviyat önderi, sadece ve sadece, “Ne olursan ol, yine gel” çağrısı kırpılarak anlaşılmaya çalışılıyor ve iyi-kötü, doğru-yanlış, günah-sevap demeden her türlü faaliyet bu söz çerçevesinde mübah görülüyor. Tipik bir Mevlânâ defilesinde, Mevlevî dervişinin etrafında halka oluşturan manken Mevlevî (!) tablosunun oluşturduğu paradoks gibi.

Dikkatle bakıldığında, bu tavrın diğer kültür değerlerimize de yapıldığı görülür. Meselâ Zeynep Hagur Kaya diye biri Absolout Votka’nın ürünlerine eklenen armut aromalı votka için Fatih Sultan Mehmet’in Sinan Bey tarafından yapılan gül koklayan minyatürünü değiştirip Fatih’in eline gül yerine bir armut yerleştirebiliyor (Hürriyet, 09.06.07).Üstelik tepki toplayacağını bildiği hâlde! İnsanın, “Zihniyete bak, izaha gel!” diyesi geliyor. Fatih gibi, değerleri arasında içkinin olmadığı bir din mensubu padişah, bazı kaynaklara göre iman-amel bütünlüğü içinde önder sayılabilecek bir şahsiyet ve nihayetinde Hz. Peygamber’in (a.s.m.) müjdesine mazhar olmuş bir İslâm komutanı hangi zihniyetin süflî emellerine âlet edilebiliyor, anlamak mümkün değil. O eşsiz padişahın elinde sembol olan gül medeniyeti, nasıl olur da bir armut medeniyeti hâlinde tasavvur edilebilir? Bu, kültürel yozlaşının adı değil de nedir?

Ben bu tarz düşünceden yoksun hareketleri gördükçe, bunun temelde zihniyet problemi olduğuna hükmederim. Tipik Mehmet Akif’in, “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” dediği dinin hak ve hakikat yönü iğdiş ya da örtbas edilerek, sekülerliğin hayatın her yerinde hüküm süren tek güç hâline getirilmesi ve böylece John Keane’nin deyimiyle, “varoluşsal belirsizliğin” ortaya çıkardığı atmosfer içinde, dinin kutsallarının her türlü emele âlet edilmesinden başka bir şey değildir.

Bu düşünce, hemen her şeyi iğdiş etmekten çekinmez. Meselâ Yunus Emre’yi, bütünsel bir bakış açısıyla bütün divanından hareket ederek devrinin sosyo-kültürel ve siyasî ortamını nazara alarak, “ Varlık, bilgi, aşk, ahlâk, tevhîd, vahdet-i vücud ve Allah konularında cevaplar arayıp bulan hem bir mutasavvıf, hem bir düşünür hem de bir şâir olarak” düşünmek yerine, “Sevelim sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz” türünden cımbızla seçilen beyitlerle, deyim yerindeyse, piyasaya sürüp insan sevgisi denen, ama temelde aşırılığında “insana ve insanı yüceltmeye tapma” olarak bilinen hümanizma çatısı altına sokma girişimleri de bunlardan birisidir. Yapmacıklı jest ve mimiklerle “Bülbül” şiirini okuduğunda, Mehmet Âkif’in, “Bu bülbül bizim bülbüle benziyor; ama ne kanadını bıraktı ne kuyruğunu” diye belirttiği kişinin hâline ne kadar benziyor hâlimiz…

19.07.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Hayat farkındalıktır



Farkında olan için her şey anlam yüklüdür

Farkındalık, hayatı yaşanır kılıyor. Varlığın, olayların, yaşıyor olduğumuzun farkına, farkındalıkla varıyoruz.

Olumlu-olumsuz bütün duygular farkındalıkla canlanıyor. Sevdiğimizin, özlediğimizin, beklediğimizin, aradığımızın; sevmediğimizin, özlemediğimizin, beklemediğimizin, arayıp sormadığımızın ‘farkına varınca’ yaşanan duygu anlaşılıyor.

Farkına varılmamış hiçbir duygu, kişi için hiçbir değer taşımıyor. Duyularımız da farkındalıkla anlam kazanıyor.

Görmemiz, işitmemiz, hissetmemiz farkında isek anlamlıdır. Farkında değilsek gözün varlığı, kulağın varlığı, bedenin varlığı bir anlam ifade etmiyor. Bakar körler için, işitenler ama sesleri algılayamayanlar için görmenin ve işitmenin bir anlamı yoktur.

Kapımızı çalan birileri var; cebimize harçlık koyanımız; gelmediğimizde arayanımız; gitmediğimizde gelenimiz; darda iken imdadımıza koşanımız; neşemize yetişenimiz varsa, çok önemli ‘var’lara sahibiz demektir.

Ölenimiz olsa, ağlayanımız; kabirde iken duâ edenimiz; biz unutsak da unutmayanımız varsa, neşe bizim demektir.

Sevgisini, saygısını, ilgisini bizim sevgimize, saygımıza, ilgimize bağlı tutmayan insanlar varsa yanıbaşınızda; biz çok büyük bir hazineye sahibiz demektir.

Alınan nefes bile, farkındalıkla anlaşılıyor. Onun için, önemli olan yaşıyor olduğumuz değil, bunun farkında olmaktır.

Farkında olmayan için, sahip

olunanların hiçbir anlamı yoktur

Farkında olmamak kadar insana dokunan başka bir durum olamaz. Düşünün her şeyiniz var, ama hiç bir şeyiniz yok gibi yaşıyorsunuz. Çevreniz zenginlik dolu, ama siz bunları görmüyorsunuz. Bundan daha rahatsız edici ne olabilir?

Körlük, olanı görmemektir.

Farkında olmamak körlük halidir.

Sadece şimdi, sahip olduklarımızı saymaya kalksak; kâğıtlar yetersiz kalır. Denemek hiç de zor değil. Ama nedense insanlar hep sahip olmadıklarını saymaya yatkındırlar.

Oysa sahip olduklarını sayan, onların farkında olan insanlar hep mutludurlar. Ve sahip olunanların daha çoğuna ulaşmak, sahip olunanları bilmek ve şükretmekle alâkalıdır.

Farkındalık, şükretmeyi netice verir; şükür de ziyadeleştirir.

Farkında isek, her şey var ve anlamlı

Göz kapaklarımızın çalışıyor olması çok önemlidir. Parmaklarımızın hareketleri, yürüyor olmamız, işitiyor olmamız, görüyor olmamız, aklediyor olmamız, hasılı bunlar ‘fark ediyor’ olmamız gerçekten ne büyük nimettir.

Farkında isek her şey var ve san'atlıdır. İncelikleri fark ediş, algılamakla alâkalı bir durumdur. Farkında olmamak, olanı adeta yokluğa atmak demektir. Oysa farkına varılanın, insandaki mânâsı derinleşir. Varlığını, onu fark edince anlar insan.

Varlığın hikmeti, farkındalıkla okunuyor

Hayret secdesine kapanamıyorsak, san'at eserlerinin harika boyutlarına varamıyoruz demektir. Oysa insana hiçbir şey san'atsız sunulmaz. Yaratılışının her aşamasında derin, dakik incelikler bulunmaktadır.

Portakalın sadece meyve olarak verilmesi değil, mevsiminde olgunlaşması, o haliyle onun lezzetlerini algılayacak insandaki kuvve-i zaikanın da varlığı ve yedikten sonraki insan bedenindeki aşamaları tam bir mükemmellik değil de nedir?

O zaman farkında isek, her şey, her zerresiyle ince san'atlarla dokunmuştur. Farkında isek, her şey içiyle de dışıyla da hikmetlidir.

Varlığın hikmeti, farkındalıkla okunuyor.

Hikmet okumaları, farkındalıkla mümkündür

Hikmeti bilinmeyen şeyler anlamsızlıkla değerlendirilir.

Oysa o değerlendirme, o şeylerin hikmetsizliği anlamında değildir. Okuma yazması olmayan bir insan için yazı ne anlam ifade ediyorsa, hikmet okuması yapamayan bir insan için de ‘mahlûkat’, o anlamı ifade ediyordur.

Farkındalık adeta, muhteşem san'at eserlerinin bulunduğu karanlık sergi salonundaki ışık gibidir.

Farkında olan için, varlık heyecan vericidir; yeryüzü muhteşem bir sergi salonudur. Gökyüzü, hayretler uyandıran bir temaşagâh ortamı; sesler birer musika-i İlâhî; olaylar, yaşananlar insanlar için âlî maksatlar yüklü programlardır.

Gönderen belli ise, belirsizlik yok demektir. Bunu bilenler için, belâlar, musibetler mûsikînin nağmeleri gibi gelir.

Nitekim farkında olan için içinde ‘hayır’ taşımayan bir hal yoktur.

“Vardır bir hayır” farkında, insanların cümleleridir.

Farkındalık, Cenâb-ı Hak’tan bir ikramdır

Evet farkındalık, Cenâb-ı Hakkın bir ikramıdır. Ülfeti yırtmaktır. Perdeyi açmaktır.

Farkındalık, hayata hikmet pencerelerinden bakmaktır.

Farkındalık, imtihanın ‘farkında’ olmaktır.

Hasılı, farkında isek; yaşıyoruz demektir; çünkü farkında olmayan yaşadığının da farkında değildir.

Bir nefes alın, gülümseyin ve bunu size Verene şükredip, ibadet edin.

İşte hayat budur ve böylece anlamlıdır. Bunun adı da ‘farkındalık’tır.

19.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bu anneye bir cevap verin!



Değişik il ve ilçelerde düzenlenen ödül ya da diploma törenleri; kanunsuz olarak uygulanmaya devam eden ‘başörtüsü yasağı’nın acımasızlığını, kökten yanlış olduğunu ve insanların nasıl yaraladığının görülmesine vesile oluyor.

Bundan önce başka mekânlarda da yaşandığı gibi, Antalya’da düzenlenen ‘başarılı öğrencilere ödül’ töreninde de bir skandal yaşandı. Haberle bakılırsa, ÖSS ve OKS’de başarı elde eden öğrenciler altın ve kitapla, okul idarecileri ise teşekkür belgesiyle ödüllendirilmiş. Antalya Milli Eğitim Müdürlüğü Konferans Salonunda düzenlenen ödül törenine okul müdürleri, öğrenciler ve velileri katılmış. Tören sürerken kürsüye çıkan bir veli, kızının ÖSS sözel puanda Antalya 3.’sü ve Türkiye 50.’si olduğunu, ancak başörtüsünden dolayı törene çağrılmadığını söyleyip itiraz etmiş. Töreni düzenleyenlerin çiftçe standart uyguladığını hatırlatan anne, “Kızımdan daha az puan alanlar buraya şortla, plaj elbisesi ile çıkabiliyor. Ama benim kızım hakkından mahrum bırakılıyor” demiş.

Demiş, ama dinleyen olmuş mu? Ne gezer! Başörtülü velimiz, daha konuşmasını tamamlamadan ‘görevliler’ tarafından kürsüden indirilmiş!

Önce “Ya Sabır” diyerek derin bir nefes alalım ve ondan sonra soralım: Kanunsuz başörtüsü yasağının ‘kökten yanlış’ olduğunu gösteren budan daha çarpıcı bir ‘örnek’ olabilir mi? Madem başarılı öğrenciler için ödül töreni düzenliyorsunuz, niçin ‘başarı’ya değil de kılık kıyafete bakıyorsunuz? Kılık kıyafete bakılacak idiyse, o zaman törenin adını da o şekilde değiştirseydiniz!

Türkiye hür ve demokrat bir ülke olmuş olsaydı, bu yanlışa imza atanlara hukuk ve adalet önünde hesap sorulabilirde ve sorulmalıdır. Türkiye’yi ‘idare eden’ler bu yanlışlar karşısında nasıl susar, nasıl duymaz-görmez? Duymayarak, görmeyerek, problemi inkâr ederek nereye kadar gidilebilir ki?

Kızına haksızlık yapıldığı için çileden çıkan cesur anneyi de gönülden tebrik ediyoruz. Haklı olanlar bu şekilde, kırmadan-dökmeden haklarına sahip çıkarsa, yasakçıların sığınacağı yer kalmaz. Hangi yasak savunucusu bu uygulamayı gönül huzuruyla savunabilir ki?

Sivil toplum kuruluşlarına da bir çağrı yapalım: Bu cesur ve hakkını arayan annemizi gelin şimdiden ‘yılın annesi’ seçelim. Olmazsa, ‘tek başına sivil toplum kuruluşu’ payesini verelim! Verelim ki haklı olanlar haklarını aramayı hatırlasın! Haksızlık karşısında susmasın, susmayalım ve ‘sıra’nın bize gelmesini beklemeyelim!

Bu ve benzeri yanlışlara imza atanlar lütfen bu ‘anne’ye bir cevap versin. Versin de, ikna edip edemeyeceklerini bir görelim. Siyaseten susanlar, yanlışlar karşısında gözlerini kapayanlar, ‘büyük iş’lerle meşgul olduklarını zannedenler büyük hata işliyor. Asıl ‘büyük iş’ insanların hakkını, hukukunu savunmak olsa gerek.

Vatandaşa yapılan haksızlık ve adaletsizlik karşısında susanlar; kendi haklarına da sahip çıkamaz. ‘Yola devam’ etmek isteyenler en başta mağdur edilen bu başaralı öğrencimizin hakkına sahip çıkmalı... Yoksa ‘yol’, çıkmaz sokağa dönüşür...

19.07.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Türkiye, darbelerle hesaplaşmalı



“ERGENEKON iddianâmesi” üzerindeki tartışmalarda Başbakan’ın “dâvânın savcısıyım” deyip “darbe hazırlıklarını” kınayan konuşmaları, bir başka önemli hususu ortaya çıkarmakta.

Bilindiği gibi Danıştay’daki suikast saldırısının akabinde Başbakan Erdoğan, “derin bir komplo”dan bahsetmiş; bunun “çete işi” olduğuna dikkat çekmişti. “Ek iddianâme”ye gireceği belirtilen “darbe günlükleri”nin medyaya sızması üzerine, “savcılara ciddî görev düşüyor” demişti. Keza dönemin Adalet Bakanı Şahin de Danıştay’daki saldırı üzerine, “Bu konuda herkes bazı sürprizlere açık olsun” diye konuşmuştu.

Başbakan ve Adalet Bakanı’nın “tesbitleri”nin üzerinden yıllar geçti; ancak siyasî iktidar bu konuda hiçbir ciddî tedbir almadı.

Gelinen noktada, meselenin “darbe hazırlığı”nın ötesinde “halkı isyana teşvik”, iç karışıklık ve karmaşa ile toplumu kamplara ayırmak ve dış müdahâlelere teşne hale getirmek fitnesi olduğu ortada. Başsavcı’nın “iddianâme” hakkındaki açıklamalarından, sözkonusu derin operasyona bazı gizli “provakatör”lerin karşıması, çeşitli bombalama, saldırı, suikast ve terör olaylarının aynı zamanda kargaşa ve kaosa zemin hazırlamak olduğu anlaşılıyor…

GERÇEK GÜNDEM GÜME GİTMESİN

Ne var ki siyasî iktidar, “tehlike”ye karşı önlemler almak yerine, meseleyi günübirlik siyasî tartışmalarla geçirmekte. Başbakan Bir yandan bu “dâvâ”nın “Türkiye’nin sun’î gündemi” olduğunu söylemekte; diğer yandan aynı “sun’î gündem” üzerinde popülist demeçlerle siyaset yapmakta. “Haftalık seminerler” haline gelen grup konuşmalarında, partililerin tempolu alkışları arasında halkın hoşuna giden “darbe karşıtlığı”nı dillendirmekte, mafya ve çetelere yüklenmekte…

Ekonominin içine girdiği darboğaz, tavsayan AB müzâkereleri, rafa kaldırılan “yeni anayasa”, yargı reformu, eğitimin önündeki engellerin kaldırılması, siyasetin demokratikleşmesi, ceza yasasında düşünce ve ifâde özgürlüğünü “suç” sayıp yargılayan meşhur 312’nin yerine ikame edilen 216. ve 301. maddelerin tâdili ve siyasetin demokratikleşmesi gibi demokrasi ve özgürlüklere dair düzenlemeler gündem dışı kalmakta. Türkiye’nin gerçek gündemi güme gitmekte…

Ancak hükûmet bu manzaraya seyirci kalmakta. Siyasî iktidar, “kapatma dâvâsı”na karşı partinin dağılmaması ve “yeni AKP”de toplanması amacıyla yaz sıcağında Meclis’i “açık” tutuyor. Lâkin Başbakan’ın da sözde yakındığı “sun’î gündem” üzerindeki spekülasyonları seyretmekle kalıyor.

Göz göre göre Türkiye’nin gündemi kayıyor; iktidar partisi sözcüleri, arkası gelmeyen “travma”lardan, “cici parti, yazık değil mi kapatılması!” türü âdeta tartışmaları sathileştiren ve “politik muhabbet”e dönüştüren siyasî söylemlerle süreci geçiştiriyor. Darbeyle mücadeleyi, Meclis’te bir milletvekiliyle temsil edilen bir partinin “organizasyonu”nda “meydan mitingleri”ne bırakıyor…

SADECE “SÖYLEMLER”LE KALINMAMALI

Oysa Meclis’te büyük bir çoğunluğa sahip siyasî iktidarın, demokrasiye kasteden darbelere ve yasadışı yapılanmalara karşı salt “söylemler”le kalmayıp ciddî çalışmalar yapması lâzım…

Her ne kadar Anayasa Mahkemesi Başkanı, “benim ağzımdan çıkmayana itibar etmeyin” deyip süre biçmezse de, ABD eski Ankara Büyükelçisi Mark Parris, merkezi Washington’da bulunan Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi adlı “düşünce kuruluşu”nda süreyi açıklıyor! “Türkiye projesi” direktörü Bülent Alirıza’nın düzenlediği toplantıda, “kararın Ağustos ortasına çıkmasını beklediğini” bildiriyor.

Görünen o ki “karar”ı bekleyen Meclis en az bir ay daha açık kalacak. Bu durumda Başbakan “seçmene selâm” babında beylik lâflarla darbelere veryansın etmek yerine, darbecileri, darbe heveslerini cezalandıran yasal tedbirleri alması icâb ediyor. Siyasî iktidarın bu süreyi siyasî atışmalarla geçirmek yerine, demokratik irâdeyi güçlendirecek tedbirleri alması gerekiyor…

Türkiye, Meclisleri lağvedip, anayasayı ilga edip meşrû hükûmetleri deviren darbelerle hâlâ hesaplaşmadı. 27 Mayıs ihtilâlinin, 12 Eylül darbesinin, 12 Mart muhtırasının hesabını görmedi. 28 Şubat “posmodern darbe”yi yeterince tartışmadı, hesabını sormadı. Hâlâ darbe ve ara rejimlerden kalma antidemokratik dayatmalar duruyor. Hâlâ anayasa ve yasalarda darbe döneminin demokrasi dışı tasarruflarını, hatta darbeleri ve darbecileri koruyup kollayan hükümler yürürlükte…

Siyasî iktidar, demokratik dirençle milletin verdiği desteğin hakkını vermeli. Daha soruşturma ve yargılama safhasındaki son “darbe hazırlıkları”nın yanı sıra, demokrasiyi, hukuku ve hürriyetleri katleden darbeleri de soruşturmalı.

Yalnız savcılara değil, Meclis’e de ciddî görev düşüyor…

19.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Millet demokrasiye sahip çıkıyorsa, gurur duyulmalı



Türkiye gündemi bir taraftan AKP’nin kapatılma davası diğer taraftan da Ergenekon soruşturması arasına sıkışmışken, meydanlarda “Demokrasi ve hukuk zedelenmesin” diyen toplumun vicdanının sesi duyuluyor. Belki meydanların bu sesi gazetelere yansımıyor, televizyon ekranlarında pek görünmüyor ancak düzenlendiği yerlerde büyük coşkuyla ve heyecanla karşılanıyor.

“Özgürlük ve demokrasi” diyerek yola çıkan başta Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı, Hak-İş ve Memur-Sen olmak üzere yüzlerce sivil toplum örgütü, yazar, akademisyen Türkiye’nin sorunlarının çözümünün özgürlüklerin genişletilmesi ve yeni bir anayasa ile sağlanabileceğini söyleyerek yola çıktı. Bu amaçla ilk olarak Yeni Anayasa ve Demokrasi Platformunu oluşturuldu ve “Ortak Akıl Hareketi Manifestosu” yayınlandı. Malatya ve Samsun’da büyük katılımlı mitinglerin ardından bugün de Bursa’da saat 17.30’da büyük bir miting yapılacak.

Mitinglerin amacını Hak-İş Başkanı Salim Uslu ile konuştuk. Uslu ile konuşmamızın can alıcı noktalarını paylaşmak istiyorum. Önce, bu mitingin başka mitinglerin alternatif gösterilmesinden rahatsız Salim Uslu. “Hiç kimse bu mitinglerle ilgili bir senaryo yazmasın. Bu mitingler toplumun kendi istediği ve iradesiyle, bilerek ve isteyerek düzenlediği mitinglerdir” diyor.

Mitingleri “demokrasi ve hukuk zedelenmesin’ diyen toplumun vicdanının sesidir” diye özetleyen Uslu, artık olup bitenleri toplumun seyretmesini beklemenin mümkün olmadığını söylerken, “Mitingler, toplumsal dinamiklerin demokratik refleksidir. Artık toplum meydanlarda çıkıp, toplumun ortak vicdanı, ortak aklı Türkiye’de bütün karanlıklar aydınlığa çıksın istiyor. Türkiye demokrasi kulvarından çıkmasın istiyor” diyor.

Türkiye’deki demokrasinin işlerliği konusunda sıkıntılar olduğunu, mevcut anayasanın da bu sıkıntıların kaynağı olduğunu söyleyen Uslu, “Demokrasi evrensel kurallarıyla bizim ülkemizde işlemiyor. Toplumun tercihleri bazı çevreler bakımından hiçbir anlam ifade etmiyor. Buna toplumun bir tepkisi var. Nitekim toplum bu tepkisini zaman zaman sandıkta ifade etti. Bu defa sandığı beklemeden meydanlarda ifade ediyor” diyor.

Uslu’nun altını çizdiği bir başka konu ise, artık toplumun Türkiye’de güdümlü demokrasi yerine gerçek demokrasi istediği yönünde oluyor. Sorunların kaynağının ihtilâl anayasası olduğunu söylerken de, milletin artık Türkiye’nin “cunta pisliği”nden temizlenmesi ve demokratik süreçlere müdahale edilmemesini isteğini söylüyor.

Uslu’ya “Nasıl bir yeni anayasa?” sorusunu yönelttiğimizde de, “Türkiye’ye ve topluma yol haritası olacak, toplumsal dinamikleri dikkate alacak sivil ve demokratik bir anayasa” diye özetliyor. Mitinglerde milletin bu talebinin yok sayılması ve göz ardı edilmesine karşı tepkisini dile getirdiğini açıklıyor.

Milletin dayatmalar karşısında bir “ortak vicdan” ve “ortak akıl” oluşturduğunu söylüyor. Bazılarının halkın bu demokratik tepkisinden rahatsızlık duyduğunu dile getirirken de bunu anlayamadığını söylüyor. Hatta tam tersine bugüne kadar demokrasi adına nutuk atanların “halk demokrasiye sahip çıkıyor” diye bundan gurur duyması gerektiğine inanıyor. Ve şu ikazda bulunuyor: “Eğer halksız demokrasi isteyenler varsa, onlar da bilmeli ki, bu fantezinin dünyada bir örneği daha yok.”

“Ortak Akıl Hareketi Manifestosu”nki şu cümle hayli dikkat çekici: “Özgürlükler, demokrasiyle birlikte genişler. Demokratik işleyişin daraltıldığı zamanlarda en büyük zarar özgürlükler üzerinde görülür. Özgürlüklere sahip çıkmak demokrasiye sahip çıkmakla eş anlamlıdır.”

Bugün demokrasi ve özgürlük diyenler Bursa Fomara meydanında olacak. Fomara “şehre küstü” anlamına geliyor ama bu millet devletine küsmez. Ama devletinden de eşit davranmasını, özgürlüğünün kısıtlanmamasını, tam manasıyla yaşayacağı demokratik bir ortamı, yasakların olmamasını, seçtiklerinin itibar görmesini ister.

İşte bugün de Bursa’dan milletin vicdanının sesi şöyle haykıracak: Daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük… Demokrasi ve hukuk zedelenmesin. Demokrasiye darbeler yapılmasın…

19.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bir bilirkişi raporu (1)



Geçtiğimiz günlerde vefat eden Prof. Dr. Çetin Özek 60’lı yıllarda Nurculukla mücadele için özel görevlendirilen bir kişi olarak, iftira ve çarpıtmalarla dolu bilirkişi raporları yazmış, aynı paralelde bir kitap yayınlamıştı.

Sonraki yıllarda Özek, Nurculukla uğraşmayı bırakıp mesaisini başka alanlara kaydırdı. Ve zaman geldi, kaderin garip bir cilvesi olarak, Nurcu bir yazar hakkında Kemalist bir generalin yaptığı suç duyurusunu hukukî ve mantıkî delillerle çürüten önemli bir bilirkişi raporu yazdı.

Detaylar Özek’in ilginç raporunda:

***

Yeni Asya Gazetesinin 18.2.1996 tarihli nüshasının 1. sahifesinde, “Satır Arası” köşesinde Kâzım Güleçyüz’ün yazdığı “Yazıklar olsun” başlıklı yazının TCK’nın 268/3. maddesini ihlâl ettiği iddiası ile açılan hazırlık soruşturması kapsamında Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından bilirkişi olarak görevlendirilmiş olmakla, gereken incelemeyi yapmış bulunuyorum. Vardığım hukuksal sonuçları sunuyorum.

I- Yazının konusu ve iddia

Hakkında kamu dâvâsı açılması istenen yazıda, yazar, 2. Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu’nun, “Atatürk’ü anma toplantısı” ile ilgili “emre aykırılık” iddiasını içeren bir ordu mensubuna gönderdiği “kişiye özel” yazıyı yayınlamıştır. Değinilen yazıda, “anma toplantısına” Tugay mensuplarının eşlerinin de katılması emrine aykırı davranıldığı belirtilerek, bu olaydan dolayı muhatap hakkında suçlayıcı sonuçlar çıkarılmaktadır.

Gerçekten, kişiye özel yazıda

a) Eşin toplantıya katılmaması, Atatürk devrimlerine karşıtlık olarak nitelendirilmiş ve eşinin, toplantıya katılmasını sağlayamadığı için muhatap da eşiyle birlikte fikir birliğinde olmakla suçlanmıştır. b) Eşin tutumu, anayasanın başlangıç kısmında yer alan “cumhuriyetin temel nitelikleri”ne karşı açık tepki olarak nitelendirilmiş, c) Atatürk’ü anma toplantısına katılmamanın tek meşru mazeretinin “ölüm” olduğu, bu olayın Tugay mensupları arasında “infial” yarattığı belirtilerek, d) Muhatabın, eşinin toplantıya katılmasını sağlayamadığı için TSK’da hizmet göremeyeceği sonucuna varılmaktadır.

Yazar, bu “kişiye özel” yazıyı, yorumuna dahi gerek bulunmadığını belirterek yayınlamış ve komutanın dinsel inanç özgürlüğünü sınırlayan bazı davranışlarına değinerek, bu davranışları “yazıklar olsun” diyerek kınamıştır.

Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün 14.3.1996 tarih ve 005038 sayılı yazısı ile bu yazının TCK’nın 268/3. maddesini ihlâl edip etmediğinin belirlenmesi için hazırlık soruşturması açılması istenmiştir.

II. Hukuksal değerlendirme

A- Yazıda hakaret suçunun işlendiği varsayılsa dahi 268/8 uygulanamaz. Gerçekten, 268. madde “askerî resmî heyetlere hakaret” eylemini suç saymıştır. Bu açıdan, hakaret suçunun işlendiği varsayılsa dahi, komutana hakaret, askerî resmî heyete hakaret sayılamaz. Suçun işlenmesi, bir heyetin tüm katılanlarına hakaret edilmesine bağlıdır. Bireysel hakaretler kişisel dâvâ hakkını yaratır (Erman-Özek, Kamu İdaresine Karşı İşlenilen Suçlar, İst. 1992, 419-420). Yazı bir askerî heyetin katılanlarına yönelik olmadığına göre, 268’in uygulanması olanağı yoktur.

B- Yazıda 2. Zırhlı Tugay Komutanına yönelik bir hakaret yoktur. Gerçekten, yazar somut bir olayı sütununda yayınlamış ve komutanın somut olaya benzer bazı davranış ve kararlarına örnekler vererek, “yazıklar olsun” deyimini kullanarak, bu davranışları kınamıştır.

Basın yoluyla haber verilmesi ve eleştiride bulunulması, gazeteci için “hakkın icrası” niteliğini taşıdığı için hukuka uygunluk sebebidir. Bu kapsamda, basın yoluyla veya gıyapta alenen eleştiri, haber vermek, ihbar, şikâyet hukuka uygunluk sebebidir. (Erman-Özek, 431) —(Devamı yarın)

19.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

“Arapların bir Atatürk’e ihtiyacı var mı?”



Ülkücü ve sağcı kesimin yazarlarından Ferruh Sezgin, laikliği kendi dünyasında önemsemesine rağmen yine de kendisiyle yapılan bir konuşmada şunları söylemekten kendisini alamamaktadır: “Laiklik elden giderse yerine gelecek olan düzen Yahudi’yi rahatsız edecektir!”

Öyleyse Türkiye’de canhıraş sürdürülen laiklik kavgasının arkasında kim veya kimler var dersiniz? Bilindiği gibi, bir kesim illaki laiklik tanımına kendi damgasını vurmak istemektedir. AKP’nin kapatılma dâvâsının merkezinde de bu laiklik tanımı vardır. Ki, AKP’nin laiklik karşıtı fikir ve eylemlere odak olduğunu savunan kesim laikliği din ve devlet ayrımı olarak görmüyor. Yani ona göre teknik bir mesele değil. Aksine bir ideoloji ve hayat tarzı. Yani hayat biçimi. Ve onu bütün topluma dayatmak istiyorlar. Kavgaları da bu. Bush da onlar gibi 11 Eylül sonrasında insiyaki bir biçimde ‘Onlar bizim hayat biçimimize saldırıyorlar’ demişti. Meselenin bir başka boyutu ise hilâfet meselesi. Bilindiği gibi bazı paşaların da adı karıştığı darbe girişimleri ve yapılan nümayiş ve düzenlenen etkinlikler arasında ‘hilâfetin kaldırılması’ meselesi ve onun hep hatırda tutulması da var. Dindarlar çoktandır hilâfeti unutmuşlardı ama karşıtları unutmuyor. Ne biçim iş ise taraftarları unutuyor ama karşıtları unutmuyor. Laiklik için asıl tehlike bu olsa gerek!

Ve ilginçtir bu ulusalcı kesimlerde bir de paranoya var. Güya Batılılar hilâfetin ihya edilmesi istiyorlar ve İslâm dünyasının başıbozuk haline ancak bu şekilde düzen verilebileceğini düşünüyorlar. BOP tutmayınca hilâfeti ister olmuşlar. Daha neler! Evet, Arap Birliği teşkilâtı Anthony Eden gibilerin marifeti idi. Onların öncülüğünde veya telkinleri sonu kuruldu. Yeşil Kuşak da Amerikalıların inisiyatifiyle hayata geçmiş bir teşebbüs idi. Buna rağmen, Batılılar hiçbir zaman hilâfet yanlısı olmadılar. Özellikle de neoconlar. Hatta 2003 Irak savaşının başlangıcına bakıldığında açıkça görülecektir ki, Wolfowitz gibiler burada bir nev'î Kemalizmin uygulanmasını istediler ama bu gerçekleşmesi mümkün olmayan post mortem bir tutkuydu. Buna mukabil, Bremer’in Danışmanı Noah Feldman bunun parlak bir fikir olmadığını ve tutmayacağını öngörmüştür. Bunun yerine ılımlı bir İslâmî anlayışın kaçınılmaz olduğunu ifade etmiştir. Zaten Saddamcılık Karanlıklar Prensi Richard Perle’nin kalemdaşı David Frum’a göre, haddizatında başarısız ve tutmamış bir Irak Kemalizmi denemesiydi. Ondan önce de bu denemeyi Irak Kralı Faysal, Sati Husri ile denemiş ama yine sonuç alınamamıştı.

***

Şimdi bizden Mustafa Hilmi Yıldırım ve Araplardan Mısırlı Mustafa Faki, Batılıların Türkiye üzerinden İslâm dünyasına düzen verebilmek için yeni bir hilâfet rejimi pazarlamaya çalıştıklarını ileri sürmektedirler. 15 Temmuz 2008 tarihli yazısında Mustafa Faki (El-Hayat) buna benzer iddialarda bulunmaktadır. Mustafa Hilmi ve Mustafa Faki’ye göre, birileri yeni Osmanlıcılık veya yeni hilâfet rejimi tasarlıyor ve bunu mayalandırmaya çalışıyor. Faki, daha önce de “Arapların bir Atatürk’e ihtiyaçları var mı?” başlıklı bir makale kaleme aldığını hatırlatıyor. Hilâfetin gölgesinde Araplarla, Türklerin inişli çıkışlı ilişkiler yaşadıklarını ve bunun travmatik bir ilişki türü olduğunu ifade ettikten sonra görüşlerini şöyle özetliyor: “Son sıralarda Batılı ve Avrupalı bazı kalemlerin birden bire hilâfetin faziletlerini keşfettiklerini ve hilâfetin kaybına gözyaşı döktüklerini müşahade etmekteyiz. Bu anlayışta olanlara göre Avupa’nın hasta adamı olduğu dönemlerde bile Osmanlı bir istikrarı temsil ediyordu. İslâm ve Müslümanların siyasî şemsiyesi idi. Onun sukutu ve yıkılmasıyla barajın önü açılmış (Pandora’nın kutusu) ve barajın altından ırkî ihtilâflar ve kavgalar ve terör neşvü nema bulmuş ve adeta sökün etmiştir. Yeni bir Babil yaşanmıştır. Zaaf günlerinde ve güneşi batmakta olduğu günlerde bile Osmanlı geniş İslâm ailesini temsil ediyordu. İhtilâf anında onun otoritesine başvurmak kabil ve mümkün idi. Onun vasıtasıyla serkeş milletleri ve unsurları yola getirip; tedip etmek mümkündü…”

Dolayısıyla Faki, Batı’nın Osmanlı’ya hasret gittiğini söylüyor. Evet, Osmanlı’yı yıkanlar yerine bir sistem ikame edemediler. Mustafa Faki, İhvan-ı Müslimin’in hilâfet boşluğunu doldurmak için kurulmuş bir hareket ve yapı olduğunu hatırlatıyor. Nihaî amacı siyasî olarak hilâfeti diriltmek olsa bile öncelikli amacı hilâfetin içtimaî ve sosyolojik vazifelerini deruhte etmekti. Zaten Anadolu Selçuklu devletinin yıkılış döneminde olduğu gibi yıkılış ve yok oluş devrelerinde devletin fonksiyonlarını bir dereceye kadar cemaatlar üstlenmektedir. Dolayısıyla İhvan, Hilâfetin sosyolojik boyutunu tazammun etmiş sayılabilir. Kur’ân üzerinde devlet surunun hilâfetle kalkmasından sonra Bediüzzaman, “Kur’ân etrafındaki surlar yıkıldı, şimdi o kendisini bilvekâle değil doğrudan doğruya savunuyor” demiştir. İşte o günleri yaşıyoruz. Mustafa Faki, modern Türkiye cumhuriyeti içinde derinde İslâmın, yüzeyde ise laikliğin hükümferma olduğunu söylüyor. Belki de laiklik kavgasının asıl nedeni de bu olmalı. Türkiye’de bazı kesimlerin şöyle düşündüklerini de nazara veriyor: “Batı’nın kuyruğunda olmak, şarkın başında olmaktan evlâdır...”

Batı’nın hilâfete yaklaşımına gelince. Aslında hilâfeti savunanlar akil adamlar. Türkiye’yi rakip ve düşman gören neoconların öyle bir şey istemeleri eşyanın tabiatına aykırıdır. Noah Feldman gibi bazı zevat bunu savunuyor ama bilhassa bu isimler kendi çevrelerinden ve özellikle Yahudilerden büyük eleştiriler alıyorlar. Geçenlerde Türkiye’ye gelen Abraham Foxman bunlardan birisi. Kaldı ki Ortodoks bir Musevi olarak Feldman sadece hilâfeti değil İslâm hukukunu savunuyor ve Osmanlı ulemasına da övgüler düzüyor. Şimdi o İslâm hukukuna şapka çıkardı ve Osmanlı ulemasına övgü düzdü diye bizim onları yermemiz ve karalamamız mı gerekiyor? Meseleye mebtur, parça yani yarım yamalak bakmak ve bağlamının dışına çıkarmak elbetteki doğru değildir. Hilâfet meselesini hem Mustafa Hilmi hem de Mustafa Faki peşin ve indi fikirle okuyor. Bu mesele bana merhum Necip Fazıl’ın bir batılı mankenin başörtüsüyle poz vermesi karşısındaki takındığı tutumu hatırlatıyor : ”Batı’dan gelse de güzel…” Kaldı ki dana altında buzağı görecek bir durum da yok.

Faki, büyük abi pozisyonunda olmasa bile Türkiye ile dengeli, yapıcı ve samimî ilişkilerin tesisini arzu ediyor. Büyük bir bölge ülkesi olarak Türkiye’nin varlığı göz ardı dilemez. Boşluğu da oldurulamaz ve nitekim bugüne kadar da bütün çabalara rağmen doldurulamamıştır da.

19.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır