Bir insanın bazı güzel huyları, gıpta edilecek bazı istidatları, kabiliyetleri onu hiç tehlikeye atar mı?
Bir kişinin çok kültüre sahip olması, bunun bir sonucu olarak bir eğitimci olması, çevresini irşad etmesi ve dolayısıyla etbalarının çok olması bu insanın geleceği için bir tehlike oluşturur mu? Veya bir insanın iyi bir hatip olması, etkili bir yazar-çizer olması, hatta takva sahibi olması, din-i mübîne hizmette bulunması aranılan ve herkesin erişemeyeceği bir hâl olmakla beraber, bu özellikler ve güzellikler bir mü’min için tehlikeli bir durum olabilir mi?
İlk etapta insanın aklına “Böyle sual mi olur? Böyle bir durumda tehlike niye olsun ki? Böyle her insanın elde etmek için çırpındığı ve gıpta ile özlemini çektiği hallere erişen bir mü’min için herhangi bir tehlike neden söz konusu olsun ki?” gibi sorular geliyor.
Velâkin her şey göründüğü gibi değil. Şeytan ve nefs-i emmâre boş durmuyor. Şeytanın mü’mini yoldan çıkarmak için kurduğu plan ve tuzaklar hep aynı olmuyor. Bazen alttan, bazen üstten, bazen soldan, bazen de sağdan oluyor. Sağdan olanı en sinsî ve en tehlikeli olanıdır. Ve insanı tuzağına düşürüp aldatabilmenin en kolayıdır.
Sağımızdan yaklaşarak önce kulağımıza fısıltı halinde, daha sonra da akıl ve kalbimize yüksek sesle tavsiye ve telkinlerde bulunur nefis ve şeytan. Bu noktada şeytan, mü’minin yaptığı haseneleri, iyilikleri nazara verir; kabiliyetlerini, istidatlarını dillendirir; yaptığı ve yapmakta olduğu dinî hizmetleri öne çıkarır.
Bu tehlikeyi görebilme basiretinden yoksun olan ve bunun nefsin ve şeytanın bir aldatması, bir desisesi olduğunu fark edemeyen her ehl-i din, şeytanın bu tuzağına kolayca düşebilir.
Allah korusun, böyle bir tuzağa düşen insan artık hemen amelinde enesinin esiri olarak, belki de farkında olmadan ucb ve gurur gibi nehyedilen duygulara kapılır. Böyle istenmeyen bir durumla karşı karşıya gelen ve artık böyle bir hâlet-i ruhiyede olan her insanda, çoğu zaman farkında olmadan çevresindeki insanları hor ve hakir görme; onlara üstünlük taslama, onların fikir ve düşüncelerini nazara almama gibi yaklaşımlar, hâl ve tavırlar zuhur eder.
Görülüyor ki, Yüce Allah’ın kuluna tahdis-i nimete vesile olsun diye verdiği bazı güzel duygu ve lâtifeler, Onun rızası dahilinde istimâl edilmezse, insanın dünyevî ve uhrevî hayatını tehlikelere atacak durumlara sebebiyet verebiliyor.
Bu gibi vartalara düşmemek için, Cenâb-ı Hakk’ın “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse, o da kendi kusurun sebebiyledir” fermanını düşünmeli. Onun verdiği güzel hasletleri, kabiliyetleri, lâtifeleri birer övünç vesilesi kılıp, gurur ve kibire kapı aralayacak söz ve davranışlardan şiddetle kaçınmalı. Haseneleri, iyilikleri yapmak, din-i mübine hizmette bulunmak ve Allah’a kulluk vazifelerimizi yerine getirmek için bize akıl, şuur, basiret verip, çeşitli kabiliyet ve istidatlarla bizi teçhiz eden o Yüce Yaratıcıya sonsuz şükretmek gerekir.
Ayrıca dinî hizmetlerde nefse bir paye vermeden, ucb ve gurur gibi hallerden sakınmanın en şifalı reçetesi tevazu, samimiyet ve ihlâstır. Nefsin havasını indirecek, şeytanı susturmanın en kestirme yolu, yapılan bütün hizmetlerde rıza-i İlâhinin dışında hiçbir şey gözetmemektir.
Bu meyanda Efendimizin (asm) şu hadis-i şerifi, en iyi yol göstericidir: “Allah bu dini günahkâr bir adamın eliyle de kuvvetlendirir.” (Hadîs-i şerif; Buhârî, 8:88.)
13.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|