Günlük hayatın koşuşturması içinde, insan genelde kendini dinleme imkânı bulamıyor. Hayat, düşünce, yaşantı, toplumsal hayat gibi çeşitli meseleler genelde bir yalnızlık ânında, bir yağmur misali insanı yakalayıverir. Başka bir deyişle, kendisini yalnız hissettiği bir zamanda, o amansız hesaplaşma güdüsü onu pençesine alıverir. İşte bu, “takke düştü kel göründü” deyişinin resmidir.
Şüphesiz, bu yalnızlık anları kişiden kişiye değişir ve özellikle de edebiyatçı, san’atçı kimliği olan ve kültürel faaliyetler içinde bulunanlar bunu daha derinden, içleri kanarcasına hissederler. O an iç ve dış ilişkiler bütün çıplaklığıyla meydana dökülüverir de, mantığın soğuk demir parmaklıklarından kurtulan duygular, gönül tahtından kanatlanarak âlemi duyumsarlar. Ben de bugünlerde bu duygular içindeyim. Hele ki, son bir iki ay içinde kültür-edebiyat-san’at camiasında meydana gelen ölümler ve bu ölümlerle ancak “taziye edebiyatı” nev’înden hatırlayabildiğimiz bu önemli şahsiyetler, içimde garip bir eziklik duygusu yaşatıyor.
Söz gelimi ünlü eleştirmen Fethi Naci’nin ölümü… İlânlara bakarsanız, Fethi Naci’nin (İsmail Naci Kalpakçıoğlu) ölümü şok etkisine sebep olmuş. Sormak lâzım: Nasıl bir şok acaba? Yani ölümüne kadar ona gereken değer verilip edebiyat bölümlerinde derslerde kendisinden örnekler alındı ve yaptıklarıyla toplumsal öneme hep sahip oldu da o yüzden mi şoka sebep olmuş ölümü? Elbette hayır. Bu, sadece “dostlar alış verişte görsün” düşüncesinin sırıtmasından başka bir şey değil. Durum, Fethi Naci’nin “Gücünü Yitiren Edebiyat” eserinin belirttiği acı gerçeklikten başka bir şey değil. Dahası, gittikçe sözel kültür ve dahi bunun son dönemdeki yansıması dijital kültürün sığ limanlarından zevk alan ve esaslı bir kültür ve san’at faaliyetlerine yabancılaşan, neredeyse bir sayfalık yazıyı okumaktan âciz olan yığınlara dönüşümün getirdiği bir “kitap” medeniyetinden “hipap” anarşisine geçişin ortaya çıkardığı bir tablodan öte bir şey değil bu durum.
Günümüzde Nihad Sami Banarlı’nın, “Kitaplar, Niçin okudum sizi? / Siz ki göstermediniz / Bana, saadetlerin çalkandığı denizi... / Niçin kitaplar, niçin? / Hangi sahifenizi / Muskalaştırmalıydım? / Murada ermek için / Ve bir gün görmek için” diye yazıp levhalaştırdığı şiirindeki ıztırabı duymayan bir kültür, edebiyat ve san’at işçisi var mı acaba? Evet, Prof. Dr. Mahmut Kaplan’ın “Öksüz Kubbe Bomboş” şiirinde belirttiği, “Bülbül visal rüyalarında baygın / Gölgeler büyüdü sularda / Alev sardı gönüllerde yangın / Döküldü gözyaşları art arda” türünden duygular, bana edebiyat dünyasının içine düştüğü terk edilmişlik manzarasını hatırlatır. Örnek mi istersiniz, “sanatalemi.net” sitesinde değerli edebiyatçı-yazar Mehmet Nuri Yardım’ın verdiği “Neclâ Pekolcay vefat etmiş, duyan var mı?” başlıklı habere bakın: “San’at dünyamızın Haziran-Temmuz aylarındaki yaprak dökümünün en hüzünlüsü Doç. Dr. Neclâ Pekolcay’ınki idi diyebilirim. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi emekli öğretim üyelerinden, İslâmî Türk Edebiyatı kürsüsü kurucusu olan, edebiyat tarihçisi Neclâ Pekolcay 83 yaşındaydı. İlk kadın akademisyenlerimizdendi ve ne yazık ki kaybı, edebiyat san’at çevrelerinde pek duyulmadı. Basında hakkettiği yeri almadı (Yeni Asya değindi, H. F). Sessiz sedasız bir şekilde ebediyete göç etti. Haftalar sonra bu elim vefatı duyanlar ‘Aaa, ne zaman vefat etti, hiç haberimiz olmadı.’ dediler. Haklılar, çünkü yakın çevresi ne yazık ki, bu ölümü duyuramamıştı. Sadece bir iki gazetede kısaca yer aldı, hepsi o kadar… Cenazesinde yetiştirdiği birçok talebenin bulunmaması dikkat çekti.”
Kim bilir, bu değer anarşisi içinde hayattayken emeğinin karşılığını alamayan ve dimağında vefasızlığın doğurduğu acı bir tadı ve sessiz çığlığıyla hayata gözlerini yuman daha nice Necla Pekolcaylar, Erdem Beyazıtlar, Fethi Naciler, Dilaver Cebeciler vardır.
Bu sesi duyan var mı?
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|