Hatırlarsanız dostlar, çok değerli okurlar!
Geçen haftadan size verilmiş bir sözüm var…
Kurtarırdı bu borçtan belki “unutmak” sözü,
Unutmadım, öyleyse farz oldu tutmak sözü…
Sözüm; gezilerime sizi ortak etmekti,
Müstecab duânızı böylece hak etmekti…
Öyleyse arz edeyim bir çeşni kabilinden,
Umarım anlarsınız şu fakirin dilinden…
Bilirsiniz şiirle ifade-i meram zor,
Aslolan maksat bazen bir beyite sığmıyor…
Sunayım bölük pörçük, bir oradan bir burdan,
Yalnız hakikat olsun, hem haber versin Nur’dan…
Anlatamam her şeyi tam enine boyuna,
Dokunmam şahısların sabununa suyuna…
İstanbul’dan Yalova, sonra göründü Bursa…
Onlar orada kalsın, gelin gidelim Nurs’a…
Avusturyalılarla Hizan’a vasıl olduk…
Ah, Nurs’a kavuşunca, sormayın nasıl olduk…
Ah, lisanım kalbime keşke tercüman olsa,
Keşke sizinle Nurs’a gitmeye imkân olsa…
Sabahın namazıyla yola koyulduk Van’dan,
Karşıladılar bizi Nurslular sıcak, candan…
Ağaçlar, akarsular arasından geçerek,
Ve susadıkça serin sularından içerek…
Dolaştık Nurs Köyünü, bakarak doya doya,
Avusturyalılar hep aldılar kameraya…
Kabristan ziyareti İnşallah makbul oldu,
Sûreler ve duâlar uhrevî mahsul oldu…
Bu kabristan ehlini nasıl getirsem dile…
Sofi Mirza Efendi, Nuriye Hanım ile…
Büyük evlât Abdullah ve küçük Mehmet bile…
Huzura gark olmuştur Nursî’den bir aile…
Varıp ziyaret ettik Nursî’nin hanesini…
Küçükken ders gördüğü mescid dershanesini…
Nur Said’in dünyaya gözünü açtığı yer,
Aynı mevcut haliyle gidip görmeye değer…
Parçalanmış kapıdan varıp girdik içeri,
Dediler: Görün işte onun doğduğu yeri!..
Yıkıldı yıkılacak gibi duruyor ama,
Yüz otuz yıldır öyle korunuyor, hiç korkma!
Muzaffer bir edayla göğüs geren bir duvar,
Haykırıyor: “Ey yolcu, seni bana çeken var…”
“Marifet ne bendedir, ne bu ahşap yapıda,
Ne elini sürdüğün kırık dökük kapıda…”
“Asıl olan bu evden dünyaya doğan Nur’dur…
Burada hissettiğin ondan gelen huzurdur…”
Ve Nurs’ta iki katlı dershane-i Nuriye…
Kapılar açık durur, misafir olun diye…
Nurs’ta Bediüzzaman Camii inşaatı,
Bayrama dönüşecek onun bitiş saati…
Dar, patika yollardan döndük hüzün içinde,
Ömrümüze renk katan sayılı “gün” içinde…
Hafızamızda kaldı birkaç levha asılı,
Asla silinmeyecek, sürecek yıllar yılı…
Tesbih çekerek giden bir nine, pir-i fanî,
Biz ona yönelince yüzünü döndü ani…
Üstad’ın simasını çağrıştıran bu sima,
Meğer çok yakınıymış, anacağız daima…
Hele küçük bir kızın bize kaysı vermesi,
Bir misafirperverlik örneği göstermesi…
Bir de iki yaşında bir çocuğun duruşu,
Bağdaş kurup bizimle sohbete oturuşu…
Bir başka küçücük kız, ders verdi bize cidden;
Dedi: “Her zaman size, duâ edeceğim ben.”
İsmet Okur, Üstad’ın yaşayan akrabası,
On iki adet olan çocukların babası…
Levha ki, onun bize cevap olan sözüdür,
O cevap, arz ettiğim levhaların özüdür.
“Üstad’ın akrabası ben değil, sizlersiniz!
Siz onu adım adım, okuyup izlersiniz.”
23.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|