Elde olmayan teknik aksamalar sebebiyle yayınlanamayan yakın tarihle ilgili yazı serisinin son iki bölümünü takdim ediyoruz.
İFTİRALARA SEYİRCİ KALINMAZ
Hayatı boyunca hükümetlerin takip ve tazyikine maruz kalan Said Nursî'nin çilesi, nice teessüfler ki vefatından sonra da bitmedi. Onu mezarında bile rahat bırakmadılar.
Öte yandan, onun vefatıyla birlikte dâvâsının da biteceğini sanan muarızları, Nur hizmetinin devam ettiğini görünce, bunu takdir etmek yerine daha da hiddete geldiler. Nur Risâlelerini okuyor diye, binlerce insanı tutuklayıp mahkemeye sevk ettiler.
Ancak, bundan da bir şey elde edemediler. Hizmet kervanı, istikametli yolunda yürümeye devam etti.
Aradan otuz–kırk yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra, artık takipler bitmiş, mahkeme dâvâları sona ermiş, Nur Risâleleri serbestçe basılıp okunmaya başlamıştı. Görünürde bir rahatlama vardı.
Ne var ki, sıkıntılar, saldırılar, manialar bitmemişti. Karanlık tezgâhların hazırlamış olduğu taarruz, sadece şekil değiştirmişti; o kadar…
Zaten, Said Nursî Kur'ân'ın dürbünüyle bakarak yaşanan gelişmeleri bir şekilde hissedip görmüş ve talebelerine de haber vermişti. Özetle diyordu ki: Kardeşlerim! Gün gelecek, bütün bu yaşadığımız mahkeme tazyikatı sona erecek. Fakat, münafıklar boş durmayacak ve bu kez dindar görünenleri kullanarak saldırmaya devam edecekler. Bunun farkında olun ve ona göre de tedbirli, temkinli, ihtiyatlı davranmaya çalışın. (Bkz: Denizli Mektupları)
İşte bugün açıkça görüyoruz. Gizli münafıklar, Said Nursî, eserleri ve talebeleri hakkında olmadık isnat ve iftiralar uydurarak, bu nuranî hakikatleri lekelemeye çalışıyorlar. Gariptir ki, kullandıkları insanlar, nisbeten âlim ve dindar görünümlü kimselerdir. Yani, tam da Üstad Bediüzzaman'ın tarif ederek haber verdiği türden insanlar.
Evet, açıkça görülüyor ki, Nur dâvâsına yönelik elli sene devam eden mahkeme safhasından sonra, aynı mihrak tarafından bu kez haksız isnat ve iftiralarla şiddetli bir karalama kampanyası başlatıldı.
Allah'ın izniyle, bir önceki taarruz dalgaları gibi bu tehlike de tam bir muzafferiyetle aşılacak ve atlatılacak.
Bizim hayretimize dokunan husus ise şudur: Said Nursî'ye dost ve yakın gibi görünen bazı kişi, grup ve hatta hükümetler, ileri sürülen bunca isnat ve iftira karşısında sessiz ve suskun kalmayı tercih ediyorlar. Kendilerini yahut liderlerini müdafaa etmek için mangalda kül bırakmadıkları halde, sıra Said Nursî'ye gelince, adeta kör ve sağır numarasına yatıyorlar.
Bu da, haliyle bazı biçareleri etkiliyor. Bilhassa yeni nesillerin hukukuna tecavüz hükmüne geçiyor. Said Nursî ve dâvâsını yanlış anlıyorlar, dolayısıyla yanlışa sapıyorlar.
Şüphesiz her şey nasip meselesidir. Ancak, sebepler dünyasında yaşadığımız için, her şey bir sebep ve hikmete bağlı şekilde cereyan ediyor.
Fert olsun, cemiyet veya hükümet olsun, herkes bildiğinden ve yaptıklarından, bazen da yapmadıklarından sorumludur.
Seksen–doksan yıldır Türkiye ve dünya gündeminde olan Said Nursî ve eserleri hakkında bizler üzerimize düşeni yapmaya gayret ediyoruz. Dileriz, sorumluluk mevkiinde olan başkaları da, artık olup bitenlere hiç olmazsa seyirci kalmaktan bir an evvel kurtulsunlar.
Tarihin yorumu = 23 Temmuz 1894
İstanbul'da Temmuz zelzelesi
İstanbul, 1894 yılı Temmuz'unda tarihinin en büyük ve en yıkıcı sarsıntılarından birine sahne oldu. İlk şok dalgası 10 Temmuz günü başlayan ve yaklaşık yirmi gün müddetle Temmuz ayının sonlarına kadar devam eden artçı şoklarla, koca İstanbul şehri adeta bir harabeye döndü.
Bazı kayıtlarda, ilk sarsıntının en az bir dakika devam ettiği belirtiliyor. Bir de bu şiddetli sarsıntının artçı şok dalgaları birbirini öylesine takip edip gitmiş ki, İstanbullular günlerce evlerine giremeyip meydanlarda yatmak mecburiyetinde kalmışlar. Bilhassa At Meydanı, Eski Hipodrom ile Sultanahmet Camii çevresindeki meydanların insan kalabalığıyla dolup taştığı rivayet ediliyor.
Binlerce insanın ölümüne ve bir o kadar da ev ve işyerlerinin yıkımına sahne olan zelzele, sadece İstanbul'u sarsmakla sınırlı kalmadı. Bu sarsıntıdan İzmit'ten Tekirdağ'a kadar olan bölgenin tamamı en yüksek seviyede etkilenmiş oldu. Öyle ki, Gebze'nin de bilhassa sahil kesimi en az İstanbul merkezi kadar zarar gördü.
Zelzele sükûnet bulduktan sonra, Sultan II. Abdülhamid'in de üstün gayretleri sayesinde hummalı bir imar ve inşa faaliyeti başlatıldı.
1999'da İstanbul'u da sarsan Büyük Marmara Depremi, o tarihten yaklaşık yüz sene sonra vuku buldu.
23.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|