Bir Millî Mücadele kahramanı olarak
Bediüzzaman Said Nursî
İlim ve irfan sahasında daima zirvelerde dolaşan Bediüzzaman Said Nursî, vatan ve milletin hakkı–hukuku söz konusu olduğunda, yine en ön safta mücadele etmekten çekinmemiş hamiyetli bir kahramandır.
Hakikat–i hal bu merkezde olmasına ve "doğru tarih"i yansıtan bütün bilgiler, belgeler, kayıtlar, vesikalar bu hakikati haykırıyor olmasına rağmen, günümüzde tam tersi iddialarda bulunan birtakım tuzu kuru nâdanlara rastlıyoruz.
Esasında, iddiadan çok iftira, bilgiden ziyade hezeyandır bunların yaptıkları. Makale yerine küfürnâme, kitap yerine hezeyannâme yayınlıyor ve kendilerine yakışır şekilde bir tür "karalama kampanyası"nı yürütüyor bu (me)denî nâdanlar.
Asıl maksat ve niyet karalama olunca da, yazılıp söylenenlerde hakikatin izine, yüzüne rastlamak mümkün olmuyor.
O halde, hem bu yalan, isnat, iftira ve karalama süprüntülerini bertaraf etmek, hem de yeni nesilleri tarihî gerçeklerden haberdar edebilmek için, "doğru tarih"i dosdoğru şekilde konuşturmak gerekiyor.
Evet, yalancıları susturmak için, hakikate şahitlik yapan doğru tarihi konuşturmaktan başka çare görünmüyor.
Madem öyle, haydi Bismillah...
Zulüm ve işgalin karşısında
Birinci Dünya Harbinin başından tâ 1916 yılı Mart'ına kadar 90 kadar talebesi ve 4500 kadar da emri altındaki milis kuvvetiyle Kafkas Cephesinde mücadele veren Said Nursî, Rus ve Ermeni çetecilere çok ağır kayıplar verdirdikten sonra, nihayet kendisi de ağır yaralı şekilde Ruslar'a esir düşer.
Vatan ve millet uğrunda talebeleriyle birlikte hayatını tehlikeye atan Said Nursî'nin kahramanca mücadelesini azılı düşman kumandanları da takdir ederken, kendi ülkemizde rastladığımız kimi Nursî düşmanları ise, bambaşka bir telden çalmayı tercih ediyor.
Ne var ki, onların kasdî saptırmaları ve sergilenen kahramanlıkları görmezden gelmeleri, gerçeğin özünü değiştirmiyor.
Said Nursî'nin Sibirya ve Kostroma'da geçen elim esaret hayatı iki yıldan fazladır.
25 Haziran 1918 tarihli Tanin gazetesi, Üstad Bediüzzaman'ın esaretten firar ederek İstanbul'a vâsıl olduğunu haber veriyor.
Bu tarihte, her yönüyle mühim ve kritik hadiselerin cereyan ettiğini görmekteyiz: Birinci Dünya Savaşının artık sonlarına doğru gelinmiş. Filistin–Suriye Cephesinden peşpeşe inkızar ve mağlubiyet (Şam, Halep, Musul, Kerkük) haberleri geliyor. Ölüm döşeğinde olan Sultan Reşat, son günlerini yaşıyor. Onun vefatı ve Sultan Vahdeddin'in tahta gelişi 3/4 Temmuz günlerine rastlıyor.
Osmanlı Devletinin bir nevi teslimiyetini tescil ettiren Mondros Ateşkes Antlaşması ise, 30 Ekim (1918) günü imzalandı. Hemen ardından, sıra ülkemizin bütünüyle işgal ve istilâsına geldi.
Bütün bu çalkantılar yaşanırken, Said Nursî de İstanbul'da Şeyhülislâmlığa bağlı İslâm Akademisinde çalışmaktadır.
Bediüzzaman, Mondros'taki antlaşma şartlarını öğrenir öğrenmez, arkasından gelecek dehşetli istilâ dalgasının farkına varır ve buna karşı ilmî/fikrî neşriyata başlar.
Dört sene evvel Ruslar'la silâh yoluyla cihad eden Said Nursî, şimdi de İstanbul ve Anadolu'yu sinsice işgale hazırlanan İngiliz ve müttefiklerine karşı neşriyat yoluyla mücadeleye girişir.
Şimdiki ulusalcı şarlatanların ters–yüz etmeye çalıştığı bu şanlı mücadele tam dört sene (Kasım 1922'ye kadar) aralıksız şekilde devam eder.
(Devamı var)
Tarihin yorumu = 2 Temmuz 1570
Kıbrıs'ın fethi
Şeyhülislâm Ebussuud Efendinin fetvâsı ve Sultan II. Selim Hanın fermânıyla Kıbrıs'a doğru yola çıkan Osmanlı donanması, adanın tamamını fethetmek üzere çok yönlü bir askerî hakekâtı başlattı.
Kıbrıs'ın tümüyle fethi, bir seneden fazla zaman aldı. Nihaî fetih, ancak 1 Ağustos 1571'de mümkün olabildi.
Fetihten önce, Kıbrıs adası ve çevresinde tam bir kargaşa, güvensizlik ve huzursuzluk havası hakimdi. Adayı ele geçiren Venedik korsanları, gerek Osmanlı ve gerekse diğer ülkelerin yolcu ve ticaret gemilerine sataşıyor, gemilerle taşınan değerli mal ve eşyaları gasp ve garet ediyorlardı. Korsanlar, bir taraftan da Kıbrıs'ta bulunan İslâm eserlerine, mâbedlerine zarar veriyor, tahribat yapıyorlardı.
Uzun zamandır yaşanan bu sıkıntılar had safhaya vardığında, Kànunî'nin oğlu II. Selim Han, adanın üzerine bir sefer–i hümayun ile gitmek istedi. Ancak, bu seferin yapılabilmesi için, Şeyhülislâmın fetvası gerekiyordu.
İstişare meclisi toplandı ve fetih için akla gelen gerekçeler sıralandı. Şeyhülislâm Ebussuut Efendi, şu iki gerekçeye dayanarak fetih fetvasını verdi:
1) Bir belde ki, vaktiyle İslâma ait olduğu halde, küffar orayı ele geçirdikten sonra mescid ve medreselerini harap ediyorsa ve o mâbedleri başka maksatlarla kullanmaya yelteniyorsa...
2) Din–i İslâma ihanet ile, o muhitte bulunanlara zulüm ve haksızlık yapılıyorsa, orayı fetih için yapılacak sefer meşrûdur.
Padişah, verilen bu fetvadan sonra sefer fermanı yayınladı. Ordu–yu hümayun derhal harekete geçti.
Kıbrıs'a giden ordunun başkomutanlığına Lala Mustafa Paşa, donanma komutanlığına ise Piyale Paşa getirildi. Bir yıldan fazla süren mücadelenin ardından, nihayet son kale/şehir olan Magosa da düştü ve Kıbrıs'ın tamamı Osmanlı hakimiyeti altına girdi.
Bu hakimiyet, 93 Harbine kadar kesintisiz devam etti. 1878'te, adanın kontrolü—Osmanlı'ya yardım karşılığında—İngiltere'ye verildi. İngiltere ise, adanın topraklarını sistemli bir şekilde Rumlar'a peşkeş etti.
130 yıllık Kıbrıs gàilesi, ne yazık ki hâlâ devam edip gidiyor.
02.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|