TEHLİKENİN BÜYÜĞÜ İSTANBUL'DA
Millî Mücadele hareketi zafere, başarıya ulaşıncaya kadar İstanbul'da kalarak mücadelesini sürdürmek isteyen Bediüzzaman Said Nursî, büyük takdir gördüğü Millet Meclisi tarafından da Ankara'ya dâvet edilir.
Fakat o, bu dâvete hemen icabet etmez. Cevap olarak da şu izahatta bulunur: "Ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum." (Tarihçe–i Hayat, s. 124)
Said Nursî, işte bu gerekçeyle 1922 yılı sonlarına, yani zafere ulaşılıp Lozan görüşmeleri başlayıncaya kadar İstanbul'da kalır; sonra Ankara'ya gider. (Bkz: 9 Kasım 1922 tarihli Zabıt Ceridesi/Meclis Tutanağı.)
Durum gerçekten de öyle midir? Yani, İstanbul'daki tehlike Anadolu'daki tehlikeden daha mı büyüktü?
Evet ve hiç tereddütsüz öyleydi.
Ne var ki, bu açık ve yalın gerçeği yine de kavramakta zorlananlar olabilir. Onun için, bazı ayrıntılara girerek yaşanan vahameti açıklamakta fayda var.
* * *
Şu önemli hususu hemen ifade edelim ki, İstiklâl Harbi müddetince Anadolu'ya sevk edilen bilumum silâh ve mühimmatın kaynağı İstanbul'dur.
Asırlardan beridir, Osmanlı'nın hemen bütün silâh ve mühimmatı İstanbul'da imal edildiği gibi, en büyük silâh depoları ve cephanelikler de İstanbul'daydı.
İşte, harp san'atını gayet iyi bilen bu milletini isimsiz kahramanları, işgal altındaki İstanbul'da bulunan bütün bu cephanelikleri gizlice boşaltarak Anadolu'daki Kuva–yı Millîye birliklerine ulaştırmaya çalışmışlardır. Bir kısmı karayoluyla giden bu mühimmatın ağırlıklı kısmı ise, İnebolu Limanı üzerinden deniz yoluyla sevk edilmiştir.
İstanbul'un bu yardımı olmasaydı şayet, Anadolu'da kim nasıl, ne ile ve nereye kadar harbedecekti? Netice, şüphesiz çok daha farklı olabilirdi.
* * *
Öte yandan, İstanbul'u işgal eden kuvvet, hiç tereddütsüz Anadolu'yu işgale girişen kuvvetlerden çok daha büyük, üstün ve etkili bir durumdaydı.
Zira, Anadolu'nun muhtelif bölgelerine musallat olan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan kuvvetleri arasında koordineli bir işbirliği yoktu. Birbirinden kopuk ve bağımsız şekilde hareket ediyorlardı. Her biri kendisi için çalışıyordu. Bu da onların kuvvetini zayıflatıyordu.
Bununla beraber, Anadolu'daki mücadele, daha ziyade cephe savaşı şeklindeydi. Dolayısıyla, mukavemet kolaydı.
İstanbul'da ise, durum çok da vahimdi. Zira, bütün işgalci devletlerin kuvvetleri ittifak etmiş ve İngiliz öncülüğünde bir Yüksek Komiserlik birimi kurmuşlardı.
Ayrıca, daha ilk etapta sayısı yetmişi bulan harp gemileri ile İstanbul Boğazı dahil hemen bütün limanlar işgal edilmiş, karaya silâhlı birlikler çıkarılarak şehirin bütün kontrol noktaları ele geçirilmişti.
Zalimane işgal ve baskı bir yana, İngilizler, ayrıca basın–yayın yoluyla da telkinlerde bulunarak kendini halka, âlimlere, entelektüel tabakaya ve hükümet erkânına kabul ettirmeye çalışıyordu.
Padişah, Sadrâzam ve Şeyhülislâm başta olmak üzere, üst yönetimin tamamı İngilizlere—istemeyerek de olsa—boyun eğmiş ve adeta işgalcilerden habersiz hiçbir iş yapamaz hale gelmişlerdi. Hatta öyle ki, Samsun'a gidecek olan Bandırma Vapuru'yla seyahat edecek muvazzaf paşaların listesi dahi, işgalci İngilizler'e onaylatıldıktan sonra nihaî şeklini almıştır.
* * *
Önemli bir başka nokta da şudur: Kuva–yı Millîyi birliklerinin Anadolu'da çarpıştığı işgalci güçler, İstanbul'a nazaran az ve zayıf durumdaydılar. Üstelik, coğrafî şartları yeterince bilmediklerinden, ürkek davranıyorlardı. Mukabele gördüklerinde, derhal geri çekilme ihtiyacını duymaktaydılar. Yunan askerleri hariç, diğerlerinin tamamı çabuk püskürtüldü.
Batı Anadolu'dan harekete geçen Yunan kuvvetlerine mukabil, İstanbul'da ise, Yunanistan'ı beşe katlayan İngiliz ve müttefik işgal kuvvetleri vardı. Bunlar, şayet İstanbul'u işgal ile burada tutunabilselerdi, hiç şüphesiz Anadolu'ya da el atacak ve ortaya çok daha dehşet verici bir manzara çıkacaktı.
İşte, büyük işgal ittifakının hem silâh, hem de yayın ve propaganda yoluyla ele geçirmeye çalıştığı İstanbul'u daha tehlikeli bulan Bediüzzaman Said Nursî, hayatını tehlikeye atarak burada mücadele etti. Yaptığı bu mücadele ile, hem işgalcilerin planlarını bozdu, hem de İstanbul'da taban bulmalarını imkânsız hale getirdi.
Bediüzzaman'ın bu olağanüstü hizmetini takdir eden Ankara hükümeti, ısrarlı dâvetlerle onu Ankara'ya celp etmek istiyordu. Said Nursî ise, tehlike bütünüyle bertaraf olduktan sonra İstanbul'u terk etti. Ankara'ya gitti, Meclis'te kendisine "Hoşâmedî" merasimi yapıldı.
(Devamı var)
Tarihin yorumu = 5 Temmuz 1964
Darbecilerin idamı
Demokratlar'a yapılan zulmü az bularak iki defa darbe teşebbüsünde bulunan Albay Talat Aydemir, askerî mahkeme tarafından yapılan yargılamada idam cezasına çarptırılmıştı. Aydemir'in cezası 5 Temmuz 1964'te Ankara'da infaz edildi.
Aydemir ve arkadaşlarının, ilk darbe teşebbüsü 22 Şubat 1962'de oldu. Bu başarısız darbenin iki gerekçesi vardı: Birincisi, 27 Mayıs darbecilerinin ordu içinde yapmış oldukları atama ve tutuklama tasarrufu... İkincisi ise, birkaç ay evvel (Ekim 1961) yapılmış olan genel seçim sonucundan duyulan rahatsızlık.
Aydemir öncülüğündeki bu darbe teşebbüsü akim kaldı. Cuntacılar, alelusûl yargılandı ve küçük cezalara çarptırıldı.
Ne var ki, "darbecilik sıtması"na tutulan Aydemir, bir yıl sonra (21 Mayıs 1963) yeni bir darbe teşebbüsünde daha bulundu. Hatta, bazı askerî birlikte tank ve toplarla harekete dahi geçtiler.
Darbeciler radyo istasyonunu da bastılar ve burayı zorla ele geçirdiler. Dahası, "Askerî ihtilâl oldu" diye de anons yaptılar ve bu yönde yayına başladılar. Ancak, yine başarılı olamadılar, bastırıldılar, yakalandılar ve bu kez en ağır bir şekilde cezalandırıldılar.
Aylar süren yargılamalar neticesinde, Aydemir ile Gürcan idama mahkûm edildi.
05.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|