“Tefekkür gafleti izale eder.”
Bediüzzaman
Define avcılığına çıkanlara hayret ediyorum. Çünkü hayatın bizzat kendisi bir hazine değil mi? Yaşadığımız hayatın her ânı, bulunacak her hazineden daha kıymetlidir. Hayatımız da keşfedilmeyi bekliyor ve bunu hak ediyor. Ama elden çıkmadan kıymeti bilinmiyor.
Bir zamanlar bir dosta, başarılı ve huzurlu bir hayatın sırrını sorduğumda; “Gafletten uzak ol, Allah’a yakın ol” demişti. Bunu nasıl sağlamalıyım dediğimde ise; “Kur’ân’a dost ol, onu bizzat sana yazılmış gibi Rabbimizden bir mektup bil” demişti. “Güzel sözler baldan bile tatlıdır” derler. Büyüklerin sözleri bir başka oluyor. Onların her hâli gibi sözleri de büyük oluyor. Güneş gibi hayatımıza ışıklar saçıyor.
“Uyan ey gözlerim gafletten uyan” diye başlayan o meşhur ilahinin sözleri de ne hoştur. Hem de ne uyarıcıdır.
Uykular da çeşit çeşit. En kalın örtünün üzerine çekildiği ve en zor uyanılan uyku, herhalde bu gaflet uykusu olsa gerek. Evet, bu öyle bir uykudur ki, yalan dünyanın yasak meyvelerini yeyip kendinden geçmektir. Az sonra olacaklardan habersiz, başını deve kuşu gibi gaflet kumuna sokup yaşamaktır. Niçin bu dünyada bulunduğumuzu unutmaktır. Vurdumduymazlıktır, aymazlıktır. Kendini haktan ve Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran kıymetsiz şeylerle uğraşmaktır. Nefsin heves ve arzularına uyup, Allah’ı ve O’nun emirlerini unutmaktır.
Niyazi-i Mısrî, hiçbir endişe duymadan, körü körüne yaşanan gafilâne bir hayat için şu uyarıda bulunur.
“Günde bir taşı binâ-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu vîrân bîhaber” der.
İhtiyaç olan ya da olmayan pek çok şeyle hayatımız kuşatılmış durumda. Başını kaldırıp ileriye, ötelere ve ahirete bakacak kaç kişi çıkabilir acaba içimizden…
Biri çıkıp sorsa; “Sizin için şu an hayatta önemli olan şey nedir?” diye, ne cevap verirdik acaba? Pek çok şey sıralayacağımız kesin ama bunların kaçta kaçı gerçeğin ifadesi olacaktır.
Hayatımızın seyri ve rengi epey zamandır değişti. Hayatın pusulası şaşınca denizlerden dönmeyen gemiler olduk. Açıklarda kaybolduk. Geç olmadan gafletten uyanmalı ve hayatın rotasını o ulvî ve İlâhî hedefe doğru yöneltmeliyiz.
Gafletin beslendiği damarlardan biri de ülfet, yani alışkanlık. Yahya Kemal’in dediği gibi: “Ülfet belâlı şey…” Ülfet, her biri bir kudret mûcizesi olan varlıkları hiç dikkate almamak. Onları göre göre artık üzerinde düşünmez hâle gelmek. Oysa bu tehlikeli, hem de hastalıklı bir durumdur.
Oysa her yanı ve her ânı mucizelerle dolu bir hayatımız vardır. Bu hayatın mânevî zevkini ve tadını yeterince çıkaramıyorsak eğer, bunun da sebebini yine kendi alışkanlıklarımızda aramamız gerekir. Kemal Özer:
“Dalgayı haber veren yakamoz
Kimin gözüne çarptı kıyıda?
Çiçeğe durduğunu kim ayırt eder,
Tepeden tırnağa giyinmeden ağaç?
Kimin dikkatini çeker küçük bir bulut,
Güneşi kapamadan önce?” diyor.
Herkesin görmedikleri vardır. Çünkü bakmak ve görmek başkadır. Birçoğumuz maalesef üstünkörü bakarız ve gafletimizi artırırız. Hâlbuki perdeler açılmayı, örtüler kaldırılmayı bekler ki, gerçek güneş gibi kendini göstersin, her göze ve her kalbe…
Güneşin doğuşunu, gelinciğin açılışını, serçenin ötüşünü sürekli görüyor ve işitiyor olmamız, bütün bu günlük olaylardaki harikulâdelikleri gözümüzden gizler. Oysa biraz dikkat ve biraz değişik bir bakış açısı belki de çoğumuzun özlediği bir hayattan daha ötede bir harikalar diyarında hâlen yaşamakta olduğumuzu bize gösterecektir.
Bu bakış açısını bir defa yakaladıktan sonra, karşınıza ne çıkarsa çıksın o şey bütün göz alıcılığıyla belki de sizi şaşırtacak ve hayrete düşürecektir. Hayret ki, ârifliğin şaşmaz bir kıstasıdır. Hayret etmeyen gözden ve bakıştan sana sığınırım Allah’ım.
Ziya Osman Saba’nın “Hayret” adlı şiirini bir duâ gibi okumanın tam zamanıdır:
“İlk defa bakıyorum Rabbim her şeye,
Yeryüzünü yeniden görür gibiyim.
Bakıyorum renkler var: Mavi, yeşil, mor,
Gökyüzünde bulutlar uçup gidiyor.
Anlıyorum her işte meramını
Sevmeyi, ölmeyi, ömrün devamını
Anlıyorum, şu kuş neden yuva yapıyor
Anlıyorum, Allah’ım kalbim niçin çarpıyor.”
Allah’ım, bakıp da görmeyen gözden, işitip de duymayan kulaktan, yarattığın nice incelikleri anlamayan bir akıldan ve Seni bilip iman etmekten nasipsiz bir kalpten, bütün hücrelerimle ve zerrelerimle yine Sana sığınıyorum.
Bir iskeletin et giyerek canlandığını görüp de, bunu akıl almaz bir mucize olarak kabul etmeyecek kimse yoktur. Cansız bir iskeletten hiçbir farkı olmayan odunlar yeşerir de çiçek açar, yaprak verir, renk renk meyvelerle dolar. Fakat ülfet bırakmaz ki, bunu gören gözün sahibi, hayret ve muhabbet içinde secdeye kapansın.
Denize açılan bir kanalizasyon borusunun ortasından bembeyaz bir süt fışkırdığını gözümüzle görecek olsak inanmayız. Oysa kediden balinaya kadar koca bir canlılar âleminde bundan çok daha muhteşem bir hadise her an cereyan etmekte, inceden inceye ölçüp biçilerek hazırlanmış, tertemiz bir gıda, kan ve fışkı ortasında üretilerek sayısız yavruların imdadına tam zamanında gönderilmektedir. Fakat ülfet bırakmaz ki, akıl bu inanılmaz hadisenin her an her yerde cereyan ettiğini düşünsün ve yeryüzünün her köşesinden rahmetin oluk oluk nasıl fışkırdığını görsün.
Dünya üzerinde yaşayan bütün insanları birden günde yüz bin defa, tepeden tırnağa sağlık kontrolünden geçirebilecek bir sistemin var olabileceğini kimse hayal bile edemezken, Senin ilminle ve kudretinle Rabbim, vücudumuzda her saniyede dünya nüfusundan çok daha kalabalık sayıda hücremiz aynen böylesine hassas bir kontrolden geçirilir. Gaflet ve ülfet etmeyenler bunu görür ve Senin rahmetinden ve inayetinden bilirler ey Rabbim.
Bilmem kaçta kaç ihtimalle kimin ne kazanacağını merak edip televizyon ekranına kilitlenenlere, minarelerden her gün beş vakit yapılan dâvet çok daha fazlasına insanları çağırıp duruyor. İnsan bir an olsun başını kaldırıp da yüz binler köşk ve yüz binler hurilerle süslü dünya kadar ebedî bir mülkü kazanmanın kendisine ne kadar yakın olduğunu bir düşünüverse, gafletten ayılacak, ülfetten sıyrılacak. Ve sonra da, dünyanın gelip geçici birtakım küçük menfaatleri uğruna çabalayıp dururken elinden hangi fırsatların bir bir kaçıp durduğunu görsün de onların derdine yansın.
Ülfet ve gafletten kurtulmanın yolu tefekkürden, düşünme egzersizi yapmaktan geçiyor. Uzun müddet alçıda kalan bir kolu tekrar eski sıhhat ve işlerliğine kavuşturmak için fizik tedaviye başlamak gerekiyorsa, ülfet ve gaflet illetine yakalanmış duygu ve kabiliyetlerimizi de açmak için devamlı egzersizlere ihtiyaç vardır. Bunun da en kısa ve kestirme çaresi, dünyaya yeniden gelmektir. Yeniden doğar gibi yaşamaktır.
Bütün bilgi ve tecrübelerimizi bir an için unutup Güneşi ilk defa görmek, martının uçuşunu ilk defa seyretmek, ağacın dirilişine ilk defa şahit olmak, namazı ilk defa kılmak, Kur’ân’ı yeni nazil oluyormuş gibi dinlemek…
Yahut tam tersi: Güneşi, martıyı, baharı son defa görüyormuşçasına seyretmek, namazı son namaz gibi kılmak, Kur’ân’ı son nefeste işitir gibi dinlemek…
Hangi ilimle meşgul olacağını soran birisine İmam-ı Gazali’nin verdiği cevap da bu yöndedir: “Ömründen bir hafta kaldığını bildiğin takdirde hangi ilimle meşgul olur idiysen ona çalış.”
Kaynaklar:
Ü. Şimşek, Hayat Meydan Okuyor.
A. Başar, Nurdan Kelimeler.
(Genç Yaklaşım, Temmuz-2008
sayısından alınmıştır)
05.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|