Akıl ve kalbimizle insan gibi yaşayıp imtihanı kazanmaya çalışırken şeytanın dünyamızdaki temsilcisi olan nefsimiz bizleri bu idealden uzaklaştırmak için elinden geleni yapmaktadır. Bizler, iman-küfür mücadelesine sahne olan insanlığın bir ferdi durumundayken, aynı hadiseyi kendi iç dünyamızda da yaşamaktayız.
Küçülmüş bir dünya mesabesinde olan özel hayatımızda da iman-küfür mücadelesini bütün şiddetiyle devam etmektedir. Bu sebepledir ki, Allah’ın yüce Habibi Muhammed (asm), biz inananlara dar dairedeki mücadeleyi öncelikle tavsiye etmiştir. Bu duruma göre dünya hayatımızda küçük dairede büyük meşguliyetlerimiz, büyük dairelerde ise küçük uğraşmalarımız olmalı, hayatımızı buna göre tanzim etmeliyiz.
Ne var ki, büyük dairedeki gürültünün fazla olmasından dolayı nazarlar hep buraya çevrilmekte, bundan dolayı da biz insanlar dar dairemizdeki önemli işlerimizi çoğu zaman ihmal etmekteyiz. Bu halet-i ruhiyeden kendimizi kurtarmadığımız sürece, üstesinden gelemeyeceğimiz problemlerle uğraşmak zorunda kalacağız.
Biz insanlar bize verilen akıl ve kalp nimetiyle hayatın gerçeklerini bulmalı, duygularımızın bizi yanıltan rüzgârların esintilerinden kendimizi korumalıyız. Bu mükemmel aletleri güzel kullandığımız zaman, dar dairedeki görevleri yapmakla huzuru yakaladığımızı görecek, geniş dairedeki kontrolsüz uğraşmaların huzursuzluğa sebep olduğunu idrak edeceğiz.
Şu da var ki, yaratılışımız gereği insan toplulukları içinde yaşamak zorunda oluşumuz, bizlerin tamamen dış olaylara bigane kalmamıza engel olmaktadır. Burada iç olaylarımızla dış olaylar arasındaki dengeyi sağlamanın önemi karşımıza çıkmaktadır. Birinci planda iç dünyamızı tuttuğumuz ve dış dünyadaki olaylarla uğraşırken iç âlemimizi ihmal etmediğimiz zaman dengeyi büyük ölçüde sağlamış olacağız. Diğer bir ifadeyle, dış dünyaya kendi iç dünyamızın penceresiyle bakmamız gerekmektedir.
Kendini düzeltmeyenin başkalarını düzeltemeyeceği ve kendi görevini ihmal edenin başkalarına yardım edemeyeceği gerçeği de bizlere insanların öncelikle kendilerinden başlamaları gerektiğini ifade etmektedir. Kendisinden başlayıp, kul olma şuuruyla yaşayan bir insan, meydana gelen her büyük gibi görünen hadisede İlâhî birçok hikmetler görecek, Kâinatın büyük Yaratıcısına dayanmanın ve teslim olmanın huzurunu hayatına hakim kılacaktır.
Biz insanların en büyük problemi, bizlere biçilen rollere göre davranmamamızdır. Bizler, çok kıymetli maddî-manevî cihazlarla donanmış insanlarız. Ancak bu önemli zenginliklerimiz bizlere emanet olarak verilmiş ve bunları emanet sahibinin izni dairesinde kullanmak zorundayız. Kendi irademiz ve gücümüz açısından hayatımıza baktığımız zaman kendi kendimizi idare edecek güç ve kuvvete sahip olmadığımızı ve ancak Kudretine sınır olmayan Rabbimize dayandığımız zaman rahatlayabileceğimizi anlayacağız.
Allah’a olan inancımızın kuvveti nisbetinde dünya hayatımızı dahi huzurlu bir hale getirebilme imkânımız bulunmaktadır. O’na tevekkül ettiğimiz zaman bin bir sıkıntılarla dolu olan dünya hayatı yaşanabilir hale gelecektir. O’nun rızası ve iradesi olmadan hiçbir şeyin hareket edemeyeceği gerçeğini iyice anladığımız zaman, günah ve cinayetleriyle meşhur olup ortalığı velveleye verenlerin bir hiç hükmünde olduklarına ve onlardan korkmamamız gerektiğine karar vereceğiz.
Hayatımızın ve bütün hayatların işleyişlerine hükmeden Kâinatın Sultanına bağlanan ve ihlâsla O’na kul olan insanlar dünyanın en huzurlu ve bahtiyar insanları olma şansına sahiptirler. İnsanlığın tek kurtuluşu, tahkiki imanı elde etmek ve bu imanla hayatını sürdürebilmektedir. Aksi takdirde insanoğlu, ne dünya hayatına ne de ölüm sonrasındaki ahiret hayatına faydası olmayan yaşantılarla huzursuzluğun girdaplarına kendini mahkûm edecek, daha dünyada iken Cehennem hayatı yaşamaya başlayacaktır. Oysa kuvvetli bir iman, insana dünyada dahi Cennet hayatını yaşatma istidadına sahiptir.
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|