İSTERSENİZ “dinsiz felsefe” deyin, isterseniz başka bir isim takın bu zamanın menfaat üzerine dönen hayatlarını yönlendiren anlayışa. Neresinden bakarsanız bakın, insanlığın hiçe alındığını, süflî duyguların ön plana çıkarıldığını görürsünüz.
İnsanlığın değil, “hodgâmlığın” yani benmerkezciliğin cereyan ettiği bir dünyada insan olarak yaşamak hiç de kolay görülmemektedir. Tahribâtın kolaylığı bozguncuların işini kolaylaştırmakta, tamir etmenin zorluğu ise insan olan insanların işlerini oldukça zorlaştırmaktadır. Adeta kömür dağında elmas aramak gibidir, insan olan insanları aramak bu zamanda. Bu sebeple ümitli olmak, gelecek açısından endişelenmemek ilk bakışta zor görünmektedir. Ancak insânî duyguları hayata geçirme azmi içinde olanlar, zor zamanda zoru başarmanın zevkini yakalamanın peşine düşmektedirler. Bu durum, az da olsa, çok değerlerle mücehhez olmuş insanların varlığını mümkün hale getirmektedir.
Büyükmüş gibi görünenlerin ne kadar alçaklarda olduğunu, bir hiç şeklinde görünen nicelerinin ise aslında çok yücelerde olduğunu görebiliyoruz bu karmaşık zamanda. Maddî imkânların insanları nasıl insanlıktan çıkardığını, mânevî değerlerin ne kadar dejenerasyona uğradığını ve bu vahim durumları görenlerin insanlıklarını kurtarmak için nasıl büyük bir telâşla sağa-sola koşuşturduğunu da görebiliyoruz…
Kur’ân’ın insana vaad ettiği huzur dolu hayatların gaflet perdeleriyle örtüldüğü bu zamanda, o insanı insan eden değerler arayışına çıkmak herkes için hayatî bir mesele haline gelmiştir aslında. Ama bakarkörler gerçekleri görmemekte direnince ortalıkta huzur denilen nesneden eser kalmamakta, yarasa tabiatlı insanlar kendileri için karanlıkları tek çıkış yolu olarak görmektedirler.
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir Peygamberin (asm) ümmetinin çoğunluğu teşkil ettiği bir toplumda, “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?” mantığı ile hareket eden insanların ekseriyeti teşkil etmesi, toplumu yaşanmaz hale getirmiştir ne yazık ki…
İnsana değer verilmesini vaaz eden, zayıf ve fakirlerin korunması ve kollanması şartını “zekât ve sadaka” ile ortaya koyan, insanların karşılıklı saygı ve sevgi prensibiyle hareket etmeleri gereğini hayata geçirmeye çalışan bir İslâm dini anlayışı varken, hayatı menfaatlerin çarpıştığı bir alan olarak bilen, “Altta kalanın canı çıksın” anlayışıyla hayatı yorumlayan ve dinsiz felsefelerle dünya hayatını dizayn etmeye çalışan yaklaşımların ilgi gördüğü yerde elbette toplum insânî değerlerden mahrum kalacaktır.
İslâm’ın ve Kur’ân’ın yüce hakikatlerinin ehemmiyetini bilen insanlara bilhassa toplumun çok ihtiyacı vardır. Bilen insanların mutlaka bildiklerini en iyi bir şekilde hayata geçirmenin peşine düşmeleri gerekmektedir. Tek hayatlı insanların zahiri süs, batını kof olan yaşantılarından uzak durmalı, nefis ve şeytanın bu yöndeki aldatıcı tuzaklarına düşmemek için azamî gayret içinde olunmalıdır.
Geçiciliği her halinden anlaşılan bir dünya hayatının cazibesine kapılmak bir intihardır, bile bile cehenneme talip olmaktır. İnsanlık dünya hayatının cazibeliği konusunda oldukça büyük bir imtihan geçirmektedir. Fena ve fani değerlerin aldatıcı çekiciliğinden kendilerini kurtarabilenler, bir rüya şeklinde olan dünya hayatlarından uyandıklarında imtihanı kazanmanın dünyalara değişilmeyen huzuruyla kendilerinden geçer gibi olacaklardır.
İstemezsek de ölüm mukadderdir bütün canlılar için. Bizlerin her şeyimiz sandığımız dünyevî zenginliklerimizin, ölümden sonraki hayatta hiç işimize yaramadığını ve hatta bazılarımız için ebedî hayat nokta-i nazarından zararlara tahavvül edeceğini mutlaka göreceğiz. Mutlak sonu gördüğümüz zaman artık son pişmanlıklar fayda vermeyecektir. Ebedî hayatın başlangıcında sorguya çekildiğimiz zaman, kendimizi haklı çıkaracak hiçbir mazeret sergileyebilme imkânımız da olmayacaktır. Orada sadece gerçeklerle yüzleşeceğiz.
14.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|