İHLÂS, enaniyeti terk, kendini kusurlu bilme, hodfüruşluk etmeme, yani söz ve davranışlarla kendini satmama, nazara vermeme, imana, Kur’ân’a hizmetin esasları arasında yer alıyor.
Onca ilim ve faziletine rağmen kendini aradan çekip doğrudan doğruya Kur’ân’ı ve içerisindeki hakikatleri nazara veren Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeğe tam ayna olmuştu. Şöyle diyordu o:
“Bunu katiyetle îlân ediyorum ki: Risâle-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım; tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o nurun kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Benim karmakarışık vaziyetim; ona sirayet edemez, ona dokunamaz. Zaten Risâle-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlâs ve terk-i enaniyet ve dâima kendini kusurlu bilmek ve hodfürûşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risâle-i Nurun şahs-ı mânevîsini ehl-i îmana gösteriyoruz. Bizler kusurumuzu görene ve bize bildirene—fakat hakikat olmak şartıyla—minnettar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu,—fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’alara ve dalâlete yardım etmemek kaydı ile—kabul edip minnettar oluyoruz.”1
Mahviyet ve tefanî sırrını önce kendi şahsında yaşar Bediüzzaman ve sonra da anlatır. Bir çekirdek gibi çürür, kurur ve Risâle-i Nur ondan fışkırır. Onun için de bütün kıymet, hayat ve şerefi o çekirdekten çıkan Risâle-i Nur ağacı ve Kur’ân’ın bu mânevî mû’cizesine geçmiş bilir.2
Kendini kendine beğendirmediği, nefsinin ayıp ve kusurlarını gösterdiği ve nefs-i emmâreyi başkalarına beğendirme arzusu kalmadığı için Hàlık-ı Rahîme yüz binler şükreder. Kabir kapısında bekleyen bir adamın, arkasındaki fânî dünyaya riyâkârâne bakmasını acınacak bir hamakat ve dehşetli bir hasaret olarak görür.3
Yine o kendini kuru bir üzüm çubuğuna benzetir. Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetlerinin o kuru çubukta aranmaması gerektiğini söyler. Kur’ân’ın malı olan risâlelerin, Kur’ân’ın meziyetlerinin reşhalarına mazhar olduklarını göstermeye kendini mecbur bilir.4
Kendisi gerçek bir mürşid, büyük bir üstad, eşine ender rastlanır bir âlim olduğu halde kendini talebelerinden üstün bile görmez, “Ben size nisbeten, kardeşim; mürşidlik haddim değil; Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım” der. Ve kusurlarını nazara vererek şefkatkârâne davranıp duâ ve himmetlerine muhtaç olduğunu söyler. “Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var” der ve şahs-ı mânevînin meziyetlerini nazara vererek şu önemli hususu hatırlatır: “Tesânüdümüzden hâsıl olan bir şahs-ı mânevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize yeter. ”5
Demek hakka hizmet enaniyetten, benlikten sıyrılmayı, doğrudan doğruya hakikatleri göstermeyi gerektiriyor.
Dipnotlar: 1- Emirdağ Lâhikası, 1 : 49. 2- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 108. 3- Sikke, s. 107; Emirdağ Lâhikası, 1 : 68. 4- Barla Lâhikası, s. 10. 5- Kastamonu Lâhikası, s. 56.
14.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|