Singapur’dan Nur Vakfına bir garip yolcu
"Güzel oku; her zerrede coşkun birer mânâ var.
Derd ehline bu mânâda canlar sunan eda var.
Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine
Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var.
Derin, güzel düşünceyle incelersen bunu sen
Zaifleşmiş ruhlar için dağlar gibi gıda var."
mısralarıyla Denizli kahramanı Hasan Feyzi Nurlara olan iştiyakını ve insanlığın ona olan ihtiyacını dile getiriyor. Beşerin fen ve fünuna döküldüğü bu zamanda herkeste bir taharri-i hakikat meyli doğmuş. Ve hakikatı arayan ve arayışları Nurlarla huzur ve sükûn bulan Marimar’ın ihtida öyküsünü dinleyince okuyucularımızla da paylaşmak istedim.
Abdulhamid Marimar Singapur’da Müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Annesini daha küçükken kaybeder. Babası annesinin vefatından onu sorumlu tutar ve ona hep kötü muamele yapar. Buna daha fazla dayanamaz ve evden kaçar. Marimar’ı bakımevine alırlar. Hıristiyan bir aile Marimar’ı evlât edinir ve Hıristiyan olarak yetiştirir. Gençliğinde bir kabadayıdır Marimar. Gürültü, kavga ve olaylarla geçer gençliği. Günün birinde bir parkta ak sakallı, beyazlar giyinmiş, misk kokular saçan bir ihtiyarla karşılaşır. İhtiyar oracıkta Marimar’ın özgeçmişini anlatır ve ona kurtuluşunun ancak İslâmiyette olduğunu söyler. Bunun üzerine Marimar tekrar Müslüman olur. Singapur’da çeşitli cami ve vakıfları gezer, oralarda kalır. Aradığı İslâmiyeti bulamaz.
Otuz beş yaşlarında çalışmak için Melbourne’a gelen Marimar’ın arayışları devam eder. Çeşitli cemaatlere, vakıflara, camilere gider. Huzur İslâmiyettedir, ama Marimar ne aradığı İslâmiyeti, ne de huzuru bulabilmiştir. Derken, yolu Nur Vakfına düşer. Ve vakfa girer girmez “İşte aradığım huzur burada” der Marimar. Risâle-i Nur’la tanışır burada. Dikkat ve tefekkürle mütalâaya başlar nurlu eserleri. Nur derslerinin müdavimi olur. Ciddî ve müdakkik bir muhataptır derslerde. Nur Vakfındaki kardeşlerinden sıcak bir ilgi ve şefkat görür Marimar.
Uçak mühendisliği belgesini alır. Ve iki hafta sonra geçirdiği kalp kriziyle hayata gözlerini yumar. Müslüman olmanın, Kur’ân’ı ve Risâle-i Nur’u okumanın bahtiyarlığıyla göçer bu dünyadan. İmanla kabre girmenin ve şirket-i maneviyenin haberini almış olarak gider âlem-i berzaha.
Cenazesi Nur Vakfındaki kardeşlerince kaldırılır. Ve bütün masrafları vakıf karşılar. Hayattayken pederane bir şefkat gördüğü kardeşleri, son yolculuğunda da yanındadırlar Abdulhamid Marimar’ın.
Necip Fazıl diyor ya:
"Son günüm olmasın dostum, çelengim, top arabam /
Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam."
Marimar da bir dâvâya inanmışların, gönül vermişlerin omuzları üstünde yürür Hakka, inanmış ellerce indirilir istirahatgâhına.
Abdulhamid Marimar’ın ihtida öyküsünü dinledikten sonra kabrini ziyaret etme arzusu uyandı bizlerde. Fatma Dönmez Ablamız, kızları Melek, Merve ve ablam Zeynep’le Müslüman mezarlığına gittik. Ruhanilerin meclisi, şehri epey kalabalık olduğundan biraz zorlandık Marimar kardeşimizin kabrini bulmak için. Kabrinde yeşeren filizler Marimar için cennetteki baharının habercileriydi sanki. Ruhuna Fatihalar gönderdik.
Abdulhamid Marimar kardeşimizin kabrinin biraz gerisinde, geçen yıl vefat eden Melbourne’un kırk yaş altı en zengin işadamı Mustafa İlhan yatıyordu. Bir yanda hayatı yoksulluk içerisinde geçmiş Marimar, bir yanda zengin işadamı Mustafa İlhan. Ölüm mal, mülk, soy sop dinlemiyor. Her şey kabir kapısına kadar arkadaşlık ediyor. Gerisi beyaz kefen ve cansız cisme dayelik eden toprak.
|
RUHAN KAYA
14.07.2008
|
|
Kutsal toprakların kutsal kafilesi
Osmanlı padişahlarının her yıl hac mevsiminde Sürre Alayıyla, Mekke ve Medine’de yaşayan herkese hediye gönde-rilmiştir. Haremeyn-i Şerifeyn (Mekke ve Medine) ahalisine, zahidlere, mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke Şeriflerine ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara gönderdikleri para, değerli armağanlara ve eşyalara sürre; her yıl Recep ayının 12’sinde Hicaz’a gitmek üzere törenle çıkarılan ve padişahların armağanlarını taşıyan topluluğa Sürre Alayı ve Sürre alayının gideceği yerlerdeki çöl bedevileri Sürre Alayı’na saldırırdı. Sürre Alayı’nın güvenliği konusunda ne kadar özen gösterilirse gösterilsin, beraberinde kıymetli hediyeler taşıyan bu hacı kafileleri zaman zaman çöl bede-vilerinin saldırısına uğrardı. ‘Urban’ adı verilen eşkıyalar, ellerindeki silâhlarla kafilelere saldırır, hatta bunu kendilerine maişet kaynağı olarak görürdü. Bu soygun olaylarından biri Osmanlı’nın karışık olduğu IV. Mustafa döneminde meydana geldi. Sürre Alayı’nın baskına uğradığını duyan dönemin padişahı Sultan Mustafa, üzüntüsünden bir destan kaleme aldı;
“Niyet ettik Beytullah’a gitmeğe / Hacerü’l Esved’e yüzler sürmeğe /
Arafat’ta hem vakfeye durmağa / Takdir her tedbiri bozar dediler.”
Sürre Alayını emniyetle ulaştırmakla vazifelendirilen zata da Sürre Emini denir. Sürre veya surre: Para çıkını ve para kesesi demektir. İlk sürre alayları, Abbasiler devrinde (750-1258) gönde-rilmiştir. Her şeyin en güzelini Haremeyn-i Şerifeyn’e lâyık gören Osmanlılar da, sürre alaylarının en güzellerini gönderdiler. Osmanlı devletinde bilinen ilk sürre alayı, hakkında çok kesin bir bilgi olmasa da, Çelebi Mehmet (1403-1412) tarafından gönderildiği kabul edilir.
Yavuz Sultan Selim döneminde Hicaz bölgesinin Osmanlı sınırlarına dahil olmasıyla birlikte sürre alayları daha sistemli bir şekilde gönderilmeye devam ettirilmiştir.
Sürre Alaylarının bütün hazırlık dönemindeki çalışmalar Darü’s-Saade Ağasının koordinatörlüğünde yapılırdı. Öncelikle Kâbe örtüsü, altın oluk, Hicaz’a gönderilmesine karar verilen para ve diğer kıymetli eşyalar İstanbullu zenginlerin zekâtları Darü’s-Saade dairesinde toplanırdı. Bu işlemler tamamlandıktan sonra Darü’s-Saade Ağası, Name-i Hümayun’u alır ve Enderun’a giderdi. Bu arada saray Erkânı ve dâvetlilere yemek verilir, yemekten sonra Padişah divana gelir ve burada Divan-ı Hümayun azaları ve dâvetliler tarafından tazimle karşılanırdı. Harem ağalarının başları üstünde getirilen altınlar ve nukut ile dolu meşin keseler, Sürre-i Hümayun defteri ve Mekke Emirine yazılan Name-i Hümayun Padişahın huzurunda ve onun gözü önünde Kızlarağası tarafından Sürre Emin’ine teslim edilirdi. Doğruluğu, güvenilirliği, zühd-ü, takvası, dindarlığı ile tanınan asker veya ilmiyye sınıfından ve üst rütbeli birisi tarafından Sürre Emini’ne hil’at giydirilir ve yer öpülürdü. Bir taraftan da Divan-ı Hümayun’da Kur’ân-ı Kerim okunur, tekbir ve tehlil ile Peygamberimizin (asm) üzerine salâvat-ı şerifeler getirilirdi.
Sürre Alayı düzenlenirken parayı ve hediyeleri Hicaz’a götürecek develerden birisi çok güzel bir şekilde süslenir, bu deveye “Mahmil Devesi” denirdi.
Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe sarayına taşınmasına kadar, Sürre-i Hümayun’un Topkapı Sarayından çıkması bir gelenekti. Sürre-i Hümayun, Bab-ı Hümayun’dan çıkarak Alay Köşkü, Hocapaşa ve Bahçekapı yolundan Kireç İskelesine inerdi. Hocaahmed mezarlığına uğrayan konvoy, Miskinler Tekkesinin girişinde bulunan sadaka taşlarına yolculuğun selâmeti açısından sadakalar konurdu. Sürre Alayının geçtiği yerlerde halk toplanır, tekbir ve duâlarla uğurlanırdı.
İstanbul halkının katılımı ile asıl merasim, Üsküdar Meydanında yapılırdı. Sürre Alayını Üsküdar İskelesine getiren çektiri, burada toplanan 10 bin civarında İstanbullu (İstanbul’un o yıllardaki nüfusu dikkate alınırsa bu sayı çok büyük bir rakamdır.) duâlar, tekbir ve tehliller ile alay karşılanırdı. Bu arada meşhur hafızlar tarafından Kur’ân-ı Kerim’den hac ile ilgili âyetler okunur, duâlar edilirdi. Sürre Alayı ile birlikte büyük bir kalabalık halk günümüzde Kadıköy’ünde, İbrahimağa tren köprüsü ve alt geçidinin yanında bulunan Ayrılık Çeşmesi’ne kadar yürürdü ve burada uğurlanırdı.
Hakkında şiirler yazılan, şarkılar yapılan “Bağdat Yolu”, Ayrılık Çeşmesinden Bağdat Caddesinin Kızıltoprak bölümüne kadar uzanan bu yoldur.
Sürre Alayları, 1864’den itibaren denizden vapurla gönderilmeye başlandıktan sonra Üsküdar’da yapılan uğurlama merasiminden sonra halk Sürre Alayı ile birlikte, Şemsipaşa ve Kızkulesi’ni takiben Harem İskelesine ulaşır, burada Sürre Alayı gemiye yükletilir ve uğurlanırdı.
|
HALİL ELİTOK
14.07.2008
|
|
Bende kalan çocukluğum
Siyah beyaz fotoğrafların ardına saklanmış çocukluğum… Yılların değiştiremediği, hep içimde avuttuğum... Bazen hüznüm, bazen mutluluğum. Bazen kızdığım, bazen de gurur duyduğum… Sen geçen zamanımı değerli kılan yanımsın.
Çocukluğum, hep öyle kal. Yine en sevdiğin çikolataları, şekerleri al… Yine saçlarını rüzgârlara sal ve koş bir kelebeğin ardından… Sevinçlerin yarım kalmasın, oyuncaklarını kimseler almasın.
Sen ara sıra ruhumun kıyılarına vuran yanımsın. En güçlü ve korkusuz tarafımsın. Hayatımın oyuna dalıp eve dönmeyi unuttuğum akşamlarısın. Ve geçmişten kalan tarifini yapabileceğim en güzel hatıralarımsın.
Yaramazlıklarım, şımarıklığım, kaçışlarım, saklambaç oyunlarım, eriyince üzüldüğüm kardan adamlarım, çizgi film kahramanlarım… İçinde kendimi bulduğum masallarım…
Zaman ne çok şeyi geride bıraktı... Müstakil evimiz ve çiçekli bahçemiz yok artık biliyor musun? Anne karnındaki rahatı ve sıcaklığı zaten hiç hatırlamazdın ama sobanın sıcaklığı ile ısınan yuvamızdaki kestane kokusu ve muhabbet ışıltılarını hiç unutmadım. Hızla kopan takvim yapraklarıyla birlikte o günler de gitti ama sen hep benimle kaldın çocukluğum.
Çocukluğum… Tatlı hatıralar içinde boğuluşum… Uçurtmalarımla birlikte beni göklere yükselten mutluluklarım.. Zamanın geride bırakamadığı, değişime uğratamadığı tek şey içimdeki çocukluğum..
Kaç bahar geçti ömrümden, kaç sonbahar, kaç kış... Ben her bahar çocukluğumdaki gibi kırlarda dolaşmayı sevdim. Ama bu defa papatyaları koparmadan dalında sevdim. Her sonbaharda yine kuru yaprak yığınlarına basarak yürümeyi sevdim. Kar yağdığında karla oynamaktan vazgeçmedim... Yağmur yağdığında pencereden bakarak yağmuru seyretmeyi çocukken de severdim.
Bir defa okuldan eve dönerken çamura saplanmıştım. Ben ayaklarımı kaldırmaya çalıştıkça çizmelerim de ayağımdan çıkmış, iyice çamur içinde kalmıştım. Çaresiz ağlamaya ve yardım beklemeye başladım. Bir de bunun üstüne bir kaz sürüsü beni ısırmak üzere gelmesin mi? Feryadımı duyan komşu amca yetişmese ne kazlardan, ne de çamurdan uzun bir süre kurtulamayacaktım.
Şimdi etraf her çamura bulandığında bu çocukluk hatıram aklıma gelir. Hep düşünürüm de çocukken yaşadığımız bazı küçük zorluklar bizi ileride yaşayacağımız büyük imtihanlara hazırlamıştır.
Hayatta zaman zaman içinden çıkılmaz çetin imtihanlar yaşarız. Böyle anlarda hemen Yunus Aleyhisselâmın denize atıldığında düşmüş olduğu hal aklıma gelir. Fırtınalı bir denizin ortasında, karanlık ve her yerden ümit kesik bir vaziyette büyük bir balığın midesinde... Fakat kul iman ve ihlâs sahibi ise en zor durumda bile muhakkak açık bir kapı, bir kurtuluş çaresi vardır. Cenâb-ı Allah şartları musahhar eder, birşeyleri vesile kılar ve kulunu zor durumda bırakmaz.
Çocukluk devresi bizi bir hazırlık sınıfı gibi geleceğe hazırlıyor. Ama hep bizde, içimizde kalıyor.
|
MEHTAP YILDIRIM
14.07.2008
|
|
“Üstün Hizmet Ödülleri” daha fazla özen istiyor
Köşe yazısı yazıyorsanız ister istemez her yıl tekrarlanan gündemler de sizin makale konularınız arasında yer alıyor. Geçtiğimiz yıl verilen TBMM ödülleri, bu yıl Temmuz ayında verildi. Eski yazımızdaki bazı eleştirilerin hâlâ geçerli olduğunu üzülerek gördük.
TBMM tarafından her yıl bir kişiye, ülkemize yaptığı katkılar anlamında onur ödülü veriyor. Bu güne kadar sırası ile Prof. Dr. Gazi YAŞARGİL, Prof. Dr. İhsan DOĞRAMACI ve son olarak ünlü tarihçi Prof. Dr. Halil İNALCIK’a bu onur ödülü verildi. Gerçi 9 Nisan 2007 tarihinde yayınlanan ve kısmen YÖK Başkanlığı dönemindeki aşırı merkezi uygulamaları sebebi ile eleştirdiğim İhsan DOĞRAMACI için “TBMM Üstün Hizmet Ödülleri” başlıklı köşe yazımda, “Hiç kimsenin bir çocuk doktoru olarak Doğramacı’ya meslekî anlamda yetersizlik veya birçok nişan sahibi birine verilecek ödülü sorgulayacağını sanmıyorum. Böyle ödüller verilirken, Gazi Yaşargil’de olduğu gibi, ödüle lâyık görülenlerin toplum vicdanında tasdik görmesi ile TBMM Onur Ödülü’nün değer ve itibarı korunmuş olur” kaydını koymuşum. Bu anlamda, Prof. Dr. Halil İNALCIK’ın ismi meslekî bazda bakıldığında genel kabul görmüş gibi duruyor. Yine bu anlamda Onur ödülleri tespitinde genel bir istikrar ve standardın bu anlamda sağlandığı görülüyor.
Yukarıda bahsettiğim yazıyı gözden geçirdiğimde başka yaptığım bir eleştiriyi hatırladım. TBMM Üstün hizmet ödülleri ilk verildiğinde 26 (2006), sonra 47 (2007) bu yıl için ise benim tahminim 100’e yaklaşabilir demişim. Fakat sayı 74’de kalmış.
Buradan daha fazla ayrıntıya girmeden geçen yıl yaptığım eleştiriyi yenilemek istiyorum. Bugüne kadar ödül alan herkesin, ülkemiz ve milletimiz için çok değerli hizmetleri, büyük bir feragat ve fedakârlıkla yaptığına inanıyorum. Bununla birlikte heryıl bir önceki yıl verilen ödül sayısının ikiye katlanması gibi bir üslûbu doğru ve yerinde bulmuyorum. Böyle giderse gelecek yıl değil 100’ü 140’a kadar gidecek ödül vermek gerekebilir. Dolayısıyla yaklaşık 3 saat sahnede kalan Sayın Başkanın 4-5 saat sahnede kaldığı bir kapıdan koşarak girip, ortada Başkanın elinden ödül kapan hayırsever bir anı fotoğrafı çektiremeden diğer kapıdan çıkıp gideceği, ne olduğu belli olmayan “sıradan” ödüller haline gelebilir.
Bunun için iki alternatifli yol görüyorum.
•Tercihan 10 kişi/kurum veya en fazla ilk verildiği yılda olduğu kadar (26) sayısını geçmemek üzere ödül verilmeli ki, hem Kültür-Sanat Kurulunun bir fonksiyonu olsun hem de bu teşekkürün bir değeri olsun.
•İkinci bir yol TBMM ödülleri Üstün Hizmet Ödülü ve Hizmet Nişanı şeklinde iki kategoriye ayrılsın. Üstün hizmet ödüllerinin sayıları önceden ilân edilen kadar verilir, hizmet nişanı kriterlere uyan herkese verilir.
Bunların dışında benim acımdan, bu törenin (Ödüllere sayı sınırlaması konulduktan sonra) neden akşam saatlerinde ve TBMM Genel Kurulunda yapılmadığını anlayabilmiş değilim. Yine bu kadar kişiye ödül vermek istiyorsunuz, çağırıyorsunuz da neden akşam Meclis bahçesinde bir kokteyl vermiyorsunuz? Bu vesile ile ödül alanların birbirleri ile tanışması ve kaynaşmasına da vesile olunabilir.
Ödül töreninden, notlara gelince.
•Ödüle lâyık görüp, tören öncesinde ölen eski Milletvekili, Şair ve Yazar Erdem Bayazıt’ın ödülünün gözyaşları içerisinde çocukları aldı.
•Konyalıların yakından tanıdığı Şair Yazar Feyzi Halıcı, ödülünü alırken önce sahneye çıkmak istemeyen oğlu DSP Ankara Milletvekili Emrehan Halıcı, AKP Konya Milletvekili Hasan Angı’nın ısrarı sonucu sahneye çıktı. Emrehan Halıcı, Toptan’ın elinden ödülünü alan babasını tebrik etti.
•Ödüle lâyık görülen edebiyatçı Yavuz Bülent Bakiler, Meclis’in Türk dilinin iyi kullanılması konusunda çalışma yapmasını istedi.
•Yüksek mimar olan Şükrü Sürmen ödül almaya tekerlekli sandalye ile geldi.
http://www.milliegemenlik.gov.tr sitesinden TBMM Onur ve Üstün Hizmet Ödülünü alanların tam listesine ulaşılabilir.
|
14.07.2008
|