“DENİZ ve nehirlerin yüzlerce dağ sellerinden faydalanmaları, dâima kendilerinin onlardan daha aşağı seviyelerde bulunmaları yüzündendir. Böylelikle onlar bütün dağ derelerine hâkimdirler. Bilgin olan kimse de başkalarından üstün olmak istediği zaman, kendisini onlardan aşağı seviyeye indirir. Önlerine geçmek isteyince de arkalarına düşer. Bu sûretle bulunduğu mevki insanların üstünde de olsa, altındakiler onun ağırlığını hissetmezler. Yeri, önlerinde olduğu vakit ise, onu bir engel saymazlar.”1
Bu sözler 25 asır önce yaşamış Lao Tze’ye ait. İlim sahibi olmanın vazgeçilmez bir özelliğidir tevazu. Çünkü ilim gururu, kibiri, insanlara tepeden bakmayı kaldırmaz. İnsan ancak tevazuyla yükselir. Âlim bu tevazûunu da aslında yükselmek, insanlar nazarında bir mevki ve derece kazanmak için değil, öyle olması gerektiği, daha doğrusu Allah için yapar. Gerçek ilim adamlarının özelliği budur. Milyonların gönlünde taht kuran büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri de onca ilmine rağmen tevazuundan asla vazgeçmemiştir. Daha on beş yaşlarındayken devrinin ulemâsını dize getirecek, her soruya cevap verebilecek, fakat suâl sormayacak, büyüklüğünü herkese kabul ettirebilecek derecede bir üstünlüğe sahip olduğu halde, risâlelerinde sıkça şu ifadeleri kullanmaktan geri kalmamıştır: “Ey nefsim!” “Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup dünyaya tâlip bedbaht nefsim!”2 “Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemtâ sersem nefsim!” Bu ifadeler onu daha da yüceltmişti. İlimde olduğu gibi fazilet ve güzel ahlâkta da bir harikaydı Bediüzzaman. Ama nefsine zerre kadar prim vermiyor, ona göz açtırmıyor, bizim kale dahi almadığımız küçük kusurları dahi büyültüyor, nefsini kınıyor, tenkit ediyordu. Bediüzzaman, üstadlığına rağmen talebe olmakla3 iftihar ederdi. Talebelerini kardeş, kendini de onlar gibi bir kardeş görür; kardeş ve arkadaş olmakla da iftihar ederdi. Hüsrev, Hafız Ali, Tahirî gibi talebelerini kastederek, “Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevâzû ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seviyesini umum kardeşle-rimize teşmil ettirsin”4 diye duâ ederdi. Bu iftiharı, “Ben ruh u canla size her vaziyette arkadaş olmak istiyorum”5, hatta “Ey Risâle-i Nur’un kıymettar talebeleri ve fedâkâr kardeşlerim!”6 diyecek kadar ilerdeydi.
Kendini övmeye kalkan kardeşlerine ise şöyle derdi: “Şahsımda hiçbir ehemmiyet yok. Bana karşı hüsn-ü zannınız yanlıştır. Sizin ihlâsınız var. Ben belki ihlâsa muvaffak olamıyorum. Hizmette de size yetişemiyorum.”7
Mahkemelerdeki müdafaalarında da şu ifadeleri kullanıyordu: “Kusur varsa, bütün o kusur benimdir. Nur talebeleri hâlis ve masûmdur… Çünkü o zâtlar, kusurlu değil, belki hizmet-i îmaniyede benden ileri ve benim hatalarımdan müberrâdır…”8
Büyük olmanın yolu işte böyle tevazûdan geçiyor.
Dipnotlar:
1- Dost Kazanma Sanatı, s. 174. 2- Sözler, s. 156. 3- Tarihçe-i Hayat, s. 289. 4- Şuâlar, s. 267. 5- A.g.e., s. 271. 6- Kastamonu Lâhikası, s. 57. 7- Şuâlar, s. 347. 8- A.g.e., s. 338.
09.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|