Nurlu beldelerde huzur bulduk
RİSÂLE-İ NURLARIN İLK TELİFİNE BAŞLANAN YER OLMASI DOLAYISIYLA ISPARTA VE ONA BAĞLI BARLA, İSLÂMKÖY, SAV, KULEÖNÜ GİBİ BELDELER HER ZAMAN GİTMEK İÇİN CAN ATTIĞIMIZ YERLER.
İzmİr’den Isparta’ya doğru yola çıkıyoruz. Çamdibi Yeni Asya Temsilcisi Nail Aladağ ve Ali İhsan ile Murat Beylerle beraberiz. Kaptanımız Nur taksi Adnan Bey. Risâle-i Nurların ilk telifine başlanan yer olması dolayısıyla Isparta ve ona bağlı Barla, İslâmköy, Sav, Kuleönü gibi beldeler her zaman gitmek için can attığımız yerler.
Murat kardeşimiz ilk defa gidiyor. Bizim de ilk defa göreceğimiz yerler var.
Isparta’da, Bediüzzaman Hazretlerinin ikamet ettiği, şimdi ‘müze’ olan evi ziyaretle başladık. Fitnat Hanım’ın evi olarak bilinen bu evde Üstad Hazretlerinin 1953 model Chevrolet otomobili de duruyor. Cemaatle öğle namazını burada edâ ettik. Üstadın orijinal Risâle-i Nur eserlerinin ve şahsî eşyalarının (cübbesi, ibriği, çaydanlığı, termosu gibi) bulunduğu bu yerde Zübeyir, Bayram, Ceylan Ağabeyleri hatırladık. Onların bu asrın müceddidine nasıl zor şartlarda hizmet ettiklerini düşündük. Allah ebedî âlemde onlarla birlikte olmayı nasip eder inşallah diye duâ ettik. Risâle-i Nur’lardan ders yaptık.
Daha sonra Sav’a doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerinde kiraz ve erik ağaçları dolu bahçeler var. Bu bahçelerden birinin önünde meyve yiyoruz. Küçük Hasan da bize hizmet ediyor. Kendisine ‘Can Kardeş’ dergisinden hediye ediyoruz. Sav Köyü ‘bin kalemle’ Risâle-i Nurların yazıldığı belde. Tekniğe meydan okuyan bu köy halkı Risâle-i Nur’lardan binlerce nüsha yazmış. Kabristanında Nur talebeleri yatıyor.
Sav’dan sonra Kuleönü’ne geçtik. Burada “Büyük Ruhlu Küçük Ali Ağabey”in oğlu Hasan Özaltın Ağabey ile görüştük. Kendisi 17 yaşında iken Üstadı tanımış. Askere (Urfa’ya) giderken Bediüzzaman Hazretleri, kendisi ile eserleri göndermiş. Aynı zamanda ‘Sarıbıçak Mustafa Ağabey’ de amcası oluyormuş. Risâle-i Nur’larda hem babasının, hem amcasının ismi geçiyor. “Babam 40 sene Risâle yazdı” diyor. “Üstadın elini öpüp duâsını aldık. 130 parça eseri var. Kendisi bu asrın sahibidir. Üstad bize ‘Her zaman sebat edin’ derdi. ‘Deccaliyet mutlaka bitecek’ diye müjde verirdi. ‘Yalnız ve yalnız rıza-i İlâhîyi esas maksat yapmak gerektir’ derdi” diye hatıralarını naklediyor. 1955’te amcası, 1974’te babası vefat etmiş.
Kuleönü’nden sonra İslâmköy’e doğru yolumuza devam ediyoruz. Her uğradığımız beldede insanlarımız bizi çok sıcak karşılıyor. Anadolu insanının misafirperverliği dünyaya örnek olacak. İslâmköy’ün girişinde eski bir ev... Burada yine Üstadın talebelerinden ‘Saatçi Hasan Ağabey’ oturuyor. Kapıyı o açtı. Beli bükülmüş, devamlı rükûda. Resim çekmemize müsaade etmedi. Bize Risâle-i Nur’dan ‘Divan-ı Harb-i Örfî’ kitabından bir ders okudu.
Sahabelerin en zor şartlarda Peygamberimizin (asm) etrafında halka olup hayatlarını verecek derecede imana ve Kur’ân’a hizmet ettikleri gibi bu insanlar da Bediüzzaman’ın yanında her şeyi göze alarak karakollar, hapisler ve türlü türlü sıkıntılara göğüs germişler, “Isparta Kahramanları” ünvanına lâyık olmuşlar. Allah onlardan ebeden razı olsun.
İslâmköy’de ikindi namazını köyün meydanındaki camide kıldık. Namazdan sonra imam, hoparlörden ‘pazar duâsı’ yaptı. Her pazar kurulduğunda bu şekilde duâ yapılması âdet haline gelmiş. Bize İslâmköy’de Ali Karayürek Ağabey yardımcı oldu. Kendisi 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in okul, hatta sıra arkadaşı. Bizi Hafız Ali Ağabey’in evinin olduğu yere götürdü. Hafız Ali Ağabey daha önce çiftçilik yapar, iki ineği ile çifte çubuğa gidermiş. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ve Risâle-i Nurları tanıyınca her işi bırakmış, talebe yetiştirmeye başlamış. Denizli hapsindeyken Üstadın bedeline canını vermiş. Kabr-i şerifi Denizli’dedir. Evi Kur’ân kursu olarak yeniden inşâ edilmiş. Böyle bir zatın evinin Kur’ân’a hizmette kullanılması tam uygun olmuş.
Bizi gezdiren Ali Ağabey, “O yıllarda radyodan haberleri dinlemeye çalışırdık. Avukat Bekir Berk’in ismini duyardık” diyor. İslâmköy’den çıkmadan köylülerle sohbet edip çay içiyoruz. Son zamanlarda tarlalarından aldıkları mahsûlâtın mazota yetmediğini söylüyorlar. “Eksek bir türlü, ekmesek bir türlü” diye bize dert yandılar. Cenâb-ı Allah şu güzel yurdumuza inşallah hayır ve bereket versin diye duâ ederek İslâmköy’den ayrıldık.
Barla, Risâle-i Nur’ların ilk telif yeri. Üstad, burada 8 sene ikamet etmiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında sürgün olarak geldiği bu beldede Risâle-i Nur’lar lemeân etmiş. Bütün dünyaya yayılmış.
Barla’da Üstadın ‘müze’ haline getirilen medresesini ziyaret edip ders yapıyoruz. Çınar ağacının altından akan pınardan soğuk sular içiyoruz. Hemen yanındaki camide vakit namazını kılıyoruz. Namazdan sonra imam hem tesbihat, hem de Risâle-i Nur’lardan ders yapıyor. Bu âdet bu şekilde sürüp gidiyormuş. Hemen karşıdaki evlerin sokağa bakan odalarını dükkâna çevirmişler. Risâle-i Nur’la ilgili tablolar, kitaplar ve Isparta’ya has gül kokulu tespih ve gül suları satılıyor. Adeta mesire yeri gibi olmuş. Otobüslerle Türkiye’nin her yerinden ziyarete geliyorlar. Çoğunluğu genç.
Bediüzzaman Hazretleri “Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de” demiyor muydu? İşte gençler onun dâvâsını benimsemiş, Risâle-i Nur’ların nuru ile nurlanmış. Allah ona ve talebelerine Cennetü’l-Firdevs’te Peygamberimizle beraber olmayı nasip etsin.
|
Hakk’a kulluk
İnsanlar ya Hakk’a boyun eğerler veyâ yaratıklara… Hâlık’a kulluğu kabûl etmeyenler halka da maskara olurlar. Halbuki, yaratıkların insanın varlığı, hayâtının idâmesi, ihtiyaçlarının karşılanması ve istikbâlinin sağlanması konusunda gerçek mâ’nâda hiçbir müdâhaleleri yoktur. Dünyâmızda bugün yaşanan felâketlerin pek çoğu, maalesef, Hakk’a gereği gibi itâat etmemekten ileri gelmektedir.
Cenâb-ı Hakk’a kul olduğuna îmân eden, O’nun emirlerine uymayı hayâtının gayesi bilen, O’nun rızâsı dâiresinde ömür sermâyesini harcayan bir insan için kâinâtın hiçbir hâdisesi korkunç değildir. Olan biten ne varsa, hepsinin dizgini Hâlık-ı Zülcelâl’in kudret elindedir. En ufak bir hareket bile onun bilgisi dâhilinde, izni dâiresindedir.
Fakat, bu dünyâ hayâtı bir imtihân vesîlesidir. İmtihânda karşılaşılacak mes’eleler kolay değildir. Tabiî, karşılığı olarak takdîr edilen mükâfât da çok büyüktür. Başarısız olunması hâlinde kayıplar çok değerlidir ve bir daha telâfîsi mümkün olmayacaktır. Ayrıca, içine düşülecek çâresiz durum, hiç de önemsenmeyecek bir hâl değildir. Cehennem gibi bir cezânın yanında yeryüzündeki bütün sıkıntılar ve mûsîbetler hiç kalır… Cenneti, rızâ-i İlâhî’yi kaybetmek bütün kâinâtı kazanmaktan beterdir. Mü’min, Allâhu Teâlâ’nın her isminin, her sıfatının, her fiilinin bir tecellîsi olduğunu bilir. Yüce Yaratıcı’nın her vasfının bir gereği olduğunu, onlara göre hareket etmenin fıtrata uygun bulunduğunu, bu türlü hareketin ibâdet teşkil ettiğini idrâk eder. Peygamberler vâsıtası ile gönderdiği kitapların hükümlerine uymak nasıl bir zarûret ise, yaratılışta cârî olan kanûnlara riâyetin de bir mecbûriyet olduğunu iz’ân ile ona göre davranır.
İstisnâî durumlar bulunsa bile, kendisinin sözlü ve kevnî emirlere uymakla mükellef olduğunu düşünen bir kişi, başkalarının nasıl hareket ettiğine değil; şahsının nasıl davranması gerektiğine bakar. Elinden geldiğince her inceliğe uyar. Tâbir câizse, bir iğne deliği kadar ihmâle yer vermez. Netîceyi Cenâb-ı Mevlâ’nın takdîrine bırakmak, işte buradan sonra başlar. Beşer târîhini dikkatle incelersek, bu sıralamaya tâbi’ olanların muvaffak; basamakları atlayıp geçenlerin başarısız olduklarına çoklukla şâhit oluruz… Bu araştırmalarımızda, başarı örnekleri pek fazla görülmeyecektir. Çünkü, bu kurallara noktası noktasına uymak kolay değildir. Maalesef, insanlar ekseriyetle kolayı seçerler. Kolay görünen, aslında zordur; zorluğa tâlib olmaktır. Ancak, insanların altın mı, bakır mı olduklarını anlamak için pek çok kere sınanmaları yaratılış îcâbıdır. Zâten, nâdir olan şeyler değerlidir. Dünyâda kum kadar altın olsa idi, bir değeri olur mu idi?
İnsanlığa şeref kazandıranlar, târîhin her sâhifesini süslemezler, ne yazık ki!.. O mümtâz şahsiyetler Cenâb-ı Hakk’ın işâret fenerleri gibi, beşerin yoluna dizdiği ışık-insanlardır. Onların hareketleri örnek alınır. Hâlleri ilhâm verir. Erginlik ve kemâl yolunu gösterirler; hedefe yöneltirler. Üçü – beşi bir araya geldiklerinde, beşer târîhinin parlak tabloları ortaya çıkar. Bir asrı aydınlatırlar. Bâzen, bu aydınlık yüzyıllar boyu sürer…
Gök kubbede güneş ve ay, dünyâmız için ne ise, bu zevât da insanlık için odur. Onların izinden, aydınlığından faydalanan pek çok kişi korkunç uçurumları geçer, çölleri aşar, ummânda kulaç atıp selâmet sâhillerine erişir. İnsanlık bugün ahlâkda, fazîletde, ilimde, fende, hâsılı: maddî ve ma’nevî terakkîde ne kazanmışsa, onlara borçludur. Onlar, nev’îmizin iftihâr vesîleleridir. Onlarla şeref kazanmışızdır. Onlar sâyesinde, diğer yaratıklara üstün sayılmışızdır. İşte gerçek önderlerimiz bunlar olmadıkça, her hâl ve hareketimizde onların çığırında yürümedikçe başarıyı elde etmemiz hayâldir. Fikirde, felsefede, inançta, yaşayışta bize pişdârlık edenler ikinci gürûhdan oldukça daha çok çekeriz. Rüsvâylığa uğrarız. Rezîllikten kurtulamayız. Gerçi hak ve hakîkat kimin elinde olursa olsun, haktır ve hakîkattir. Bu değişmez. Ama, bir hakkın yanında binlerce bâtıl, bir gerçeğin koynunda sayısız hurâfe bulunuyorsa; dikkatle seçmek, ihtiyatla almak lâzımdır.
Bizim tâlihsizliğimiz, görme ve işitme hislerimizin zayıflığı kadar; îmânımızın, idrâkimizin, iz’ânımızın da zayıflığıdır. Bu za’fiyet hemen, âcilen tedâvî edilmediği sürece daha çok bataklara saplanır, yolumuzu kaybe-der, âciz ve bîçâre sürünür dururuz. Hani, “kılâvuzu karga olanın..” diye bir atasözü var ya! Tam bu darb-ı mesele mâsadak oluruz… Hayâtımızı baştan gözden geçirelim. Hedeflerimizi yeniden tesbît edelim. Yolumuzu ve rehberimizi tekrar değerlendirelim. Zamanımızın azlığını, vazîfemizin ehemmiyetini, sorumluluğumuzun büyüklüğünü hâtırlayalım. İmrendiğimiz o mümtâz kişilerin de insan olduğunu, aynı kabiliyet tohumlarının mevcûdiyetimizde bulunduğunu düşünelim. Muvaffâkiyet garantidir inşaallah!
|