Buhranlara karşı...
Şaşkınlığa ve bîçareliğe karşı...
Yetersiz ve beceriksizliğe karşı...
Adaletsizliğe, keyfîliğe, malûllüğe ve tarafgirliğe karşı...
Şükürsüzlüğe, israfa, savurganlığa karşı...
Kaytarıcılığa, tembelliğe, vurdumduymazlığa, sorumsuzluğa karşı...
Her türlü dertlere, sıkıntı ve problemlere karşı...
Depresyonlara karşı. Her şeye karşı...
Çözüm üretmek gerek. Rahat ve huzuru sağlamak. Pes etmemek. Sırat-ı müstakîmden uzaklaşmamak.
Toplumun ve insanlığın “sigortası” konumundaki Kur’ânî hareketin mensupları olma bahtiyarlığına eren alperenler! Bu size düşüyor!
Yakın tarihin şeref levhalarında ise “Bediüzzaman” ünvanlı bir sembol kişi, “Risâle-i Nur” diye şaşmaz ve şaşırmaz bir ilim hazinesi mevcut.
Bu iki sembol, sadece bu toprağın insanına değil, bütün âlem-i İslâma ve âlem-i insaniyete çözüm getirmiş.
Bir asra yaklaşan mânevî mücadelenin, mukaddes cihadın tek bir gayesi ve programı olmuş: İçinde bulunduğu topluma çözüm üretip onu sunmak.
Dağarcığında bu kudsî reçeteleri olanlar, felsefenin hegemonyasına giren güruhun zaten devamlı menfî mânâda kullandığı materyalist felsefenin tesiriyle kurulan tuzakları, yazılan senaryoları bırakıp, ümitsizlik ve karanlık tabloları yokluğa mahkûm edip bir ışık yakmayı denemeliler.
Biz, ben, sen, yanımdaki, karşımdaki, mesâi arkadaşım, can yoldaşım, dâvâ dostum, vatandaşım, dindaşım, yurttaşım… İşte her kimse. Her kimsek, bunu, yani “çözüm üretmeyi” denesek. Krizleri fırsatlara çevirsek.
Toplumun bazı kısımlarının ve bazı kurumların “cinnet” haline karşı, “duâlarla” müsbet mânâda katkıda bulunsak.
“Topu taca atmanın” veya başkalarına yuvarlamanın kendimizden uzaklaşma ve kaçış olduğunun idrakine varsak. Kaçmanın bir geçerli yol olmadığının idrakinde olabilsek.
İnsafı öne çıkarabilsek. Fedakârlığı kendimizde denesek. Başkalarını değil kendimizi ve nefsimizi sigaya çekebilsek.
Masanın ön tarafındaki hâlet-i ruhiyeyi, arka tarafına geçince unutmasak. Âmirken memur gibi gayretli ve dikkatli ve sorumluluk duygusuyla çalışırken, memurken âmir gibi ilk önce kendi nefsimize hükmetmeyi kabullenebilsek.
Bütün bunlar ve daha niceleri bu topraklarda var. Resmiyetinde var, sivilinde var, şahsiyetinde var, cemiyetinde var, hanelerde var, iş yerlerinde var. Ama çözüm yolları ve çare de var.
Asrın sahibinin “dâvâ kahramanı” Zübeyir Ağabeyin, altmışlı yılların uç veren bir menfîliğini tahkik etmek için gönderdiği bir “son şahidine” şöyle dediğini, son şahidinden bizzat dinlemiştim:
“Durumu tahkik edip Zübeyir Ağabeyin huzuruna bilgi vermek için varınca bana sert ve kesin bir dille: ‘Kardeşim, kıyl ü kâl etme (Yani; o bunu dedi, ben şunu dedim. Bunu dediler, şunu dediler deme) Bu konudaki çözüm teklifini söyle. Bu problemi nasıl çözeriz? Onu bana söyle’ diyerek beni dedikodudan uzaklaştırdı. Ben de bu konudaki teklifimi sundum. Olayı öylece kapattık.”
Kuraklık, Türkiye’yi ve dünyayı müthiş şekilde tehdit ediyor. İmansızlık hâne duvarlarını zorluyor. Keyfîlik, adaletsizlik ve masumlara saldırı çılgınca sınır tanımadan devam ediyor.
Erbâbına düşen, çareye giden yolları, çözümü, sevgi çiçeklerini, muhabbet meyvelerini, fedakârlık hallerini, diğergamlık tavırlarını, sabır, sadakat, doğruluk ve metanet ibrişimleriyle işlemekten, süslemekten geçiyor.
Tarih böyle diyor. Tarihe kayıtlar böyle geçiyor. Zaman şeridi böyle işliyor. İnşaallah ileriye doğru yine böyle işleyecek. Bundan asla şüphemiz yok. Düşmanlığın rağmına, dostluk ve muhabbet kazanacak. Dostluğun, muhabbetin, sevgi ve hasbîliğin o engin ve mânevî sofralarında hep birlikte olmak dilek ve temennisiyle.
11.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|