23 Temmuz, İkinci Meşrutiyetin ilânının 100. yıldönümüydü. 26 Temmuz ise ondan üç gün sonra Sultanahmet meydanında gerçekleşen ve Üstad Bediüzzaman’ın da “Hürriyete hitap” başlıklı konuşmasını yaptığı mitingin 100. yıldönümü.
Üstadın, bilâhare Selânik’te yapılan mitingde de tekrarladığı, ardından metnini Nutuk isimli kitabında yayınladığı ve yıllar sonra da Divan-ı Harb-i Örfî eserinin sonuna koyduğu bu hitabe şu günlerde de dikkatle okunup derinlemesine tahlil edilmesi gereken önemli mesajlar taşıyor.
Vatan evlâtlarına yaptığı “Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz (yanlış yorumlamayınız), tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin (kokuşmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın” uyarısı bu enteresan mesajlarından yalnızca biri.
Ve metnin 1950’den sonraki tekrar neşrinde bu cümlenin altına koyduğu ilginç haşiye de:
“Evet, daha dehşetli bir istibdat ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.” (D.H.Ö., s. 77)
Peki, hürriyetin doğru yorumu ne? Said Nursî hürriyetin kurallara ve şeriatın âdâbına uymak ve güzel ahlâkla tahakkuk edip neşvünema bulacağını ifade ederek bunun ölçüsünü veriyor.
“Hürriyet-i şer’iye” tabiri de bunun ifadesi.
Bu çerçevenin dışına çıkan, sefahet, gayrimeşru lezzetler, israflar, tecavüzler ve nefsin isteklerine uymada serbestiyet şeklinde algılanıp öyle uygulanan bir hürriyet anlayışının ise milleti çocuk ve sefih durumuna düşürüp, eski esarete müstehak olduğunu ve gerçek hürriyete lâyık olmadığını göstermek suretiyle, alçakların istibdat ve esareti altına sokacağını söylüyor Üstad.
Demokrasinin ancak ahlâklı, kültürlü, iç disipline sahip toplumlarda yaşama ve gelişme imkânı bulması; buna karşılık dikta ve darbe rejimlerinde toplumsal ahlâkın hızla bozulup dejenere olması bu tesbitleri doğrulayan vakıalar.
Baskı rejimleri, insanları ikiyüzlü olmaya olmaya zorlamak, devletin işleyişinde ve gerek kurumsal, gerekse toplumsal ilişkilerde şeffaflıktan uzak kapalı devre bir sistemi hakim kılarak her türlü yolsuzluk ve yozlaşmaya zemin hazırlamak gibi sonuçlarıyla ahlâkî değerleri çürütüyor.
Müstehcen neşriyatın en çok askerî darbe dönemlerinde gelişmesi de tipik örneklerden biri.
Beşinci Şua’da “Süfyan”ın tahribatı anlatılırken yapılan izahlar, bu bağlamda dikkat çekici:
“Serkeş ve sarhoş ve sersem nefisleri başıboş bırakarak, hürmet ve merhalet gibi nuranî zincirleri çözer; hevesat-ı müteaffine (kokuşmuş hevesler) bataklığında birbirine saldırmak için cebrî bir serbestiyet ve ayn-ı istibdat bir hürriyet vermek ile dehşetli bir anarşistliğe meydan açar ki, o vakit o insanlar gayet şiddetli bir istibdattan başka zabt altına alınamaz.” (Şuâlar, 512)
Onun için Üstad hürriyete hitabında diyor ki:
“Bu inkılâp, doğurduğu hürriyeti eğer meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihya edecektir. Eğer veba-yı ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa (veba gibi yayılan şahsî garaz hastalığına yakalansa), istibdad-ı mutlaka dönecek, o çocuk (hürriyet) ölecek.”
Demek ki, bu çerçevede tarifi yapılmamış, ahlâkî ölçülerle sınırları tayin edilmemiş bir hürriyetin, her hal ve şartta, soyut bir kavram olarak dahi uzun ömürlü olabilmesi mümkün değil.
Kayıtsız şartsız, hele nefsin arzu ve isteklerine teslimiyet anlamındaki bir “hürriyet” anlayışının getireceği sonuç ise, ürettiği anarşi ve kaosu kontrol altına alma bahanesiyle istibdadın kendisini yine tahkim etme fırsatı bulması oluyor.
İkinci Meşrutiyetle farklı bir virajı alan demokratikleşme sürecinin bir türlü rayına oturamaması ve birbirini izleyen farklı istibdat versiyonlarıyla sürekli kesintiye uğraması bundan.
Onun için, 100 yıl önce “İsrafil’in surunun ölmüşleri dirilten sesi”ne benzettiği hürriyet ve adaletin milleti tekrar hayatlandırdığını belirten Üstadın, “Sakın, sefahet ve lâubaliliklerle tekrar öldürmeyiniz” ikazı bugün de önemini koruyor.
26.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|