Türkiye sıcaktan kavrulurken Melbourne’da kışı yaşıyoruz. İşte Rabbimin bir mûcizesi. Kışlar çok sert geçmiyor Melbourne’da. Baharda ayrılmıştık Türkiye’den baharı yaşayamadan. Ama takdir-i İlâhî Melbourne’da kışta baharı yaşatıyor bize. Gerçi Melbourne’da bizdeki gibi belli aylarda belli mevsimlerden söz etmek zor. Çünkü bir haftada veya bir gün içerisinde dört mevsimi yaşayabiliyorsunuz. Kar yağmıyor şehir merkezine. Dağlara kar düşüyor, insanlar kar görmek ve oynamak için dağlara çıkıyor.
Biz de son beş yılımızı İzmir’de geçirince kara hasret kaldık. Bu hasreti memleketimiz olan Kırşehir’de dindirme şansımız olmadı kışları Kırşehir’e pek uğramadığımızdan. Dağlara kar yağdığını duyunca düştük yollara Melbourne’daki kardeşlerimizle. Kâinat sayfasındaki o beyaz tabloyu müşahede edip, karın o barid perdesi altındaki hikmetleri mütalâa ettik.
Dağa çıkarken harika bir ormandan geçiyoruz. Ağaçlar sündüsmisal cennet hurileri gibi arz-ı endam ediyorlar mütefekkir nazarlara. Gövdeleri çok uzun olan, muntazam bir şekilde dizilmiş, adeta resmigeçit merasimindeki ağaçlar Maşaallah, Barekallah dedirtiyor bizlere. Orman yemyeşil. Kocaman ve yemyeşil yaprakları olan ağaçlar bakanları hayran ediyor Rabbimin cemaline. Allah güzeldir ve güzelliği sever. Güzelden gelen güzeldir. Ve hüsün elbette bir âşık ister. İşte bütün bu güzellikler cemale meftun olan biz insanların nazarlarını celbediyor. Ormanın içinde bir yolda ilerliyoruz. Manzara o kadar harika ki, kendimizi arabadan dışarı atıp adımlamak istiyoruz ağaçlar, yeşillikler arasından uzanan yolu. Ama maalesef yürüyüş yolu yok. Yol araçlar için. Kısmetimize razı olup aracımızdan seyrediyoruz bu muhteşem manzarayı.
Yolumuz üzerindeki Stevenson şelâlesine uğruyoruz. Rabbim, bu ne muhteşem tablo. Kocaman yapraklı, desen desen, çeşit çeşit bitkilerin arasında ilerliyoruz şelâleye doğru. Bir su sesi duyuluyor, ama suyun kendisi henüz görünmüyor. Epey yürüyoruz ve sonunda suyun 82 metrelik bir yükseklikten aktığı şelâleye varıyoruz. Eşsiz bir tablo. Rabbimin cemalinin tecellilerinden sadece bir tanesi. Durup dakikalarca seyrediyoruz suyun aziz aziz çağlayarak akışını. Dağlardan çıkıp bir kayadan akan buz gibi suyu yudumluyoruz. “Elhamdülillah” diyoruz ağız ve yürek dolusu.
Arabamızla Lake Mountain’e doğru yol alıyoruz. Dağa kar yağdığına dair bir işaret arıyoruz yollarda. Epey ilerledikten sonra nihayet yolun kenarlarında kar birikintilerini görüyoruz. Ve derin bir nefes alıyoruz dağda kar var diye. İlerledikçe kar birikintileri artıyor. Ve nihayet dağdayız. Oldukça kalabalık. Çocuklar için bilhassa bir bayram yeri havasında. Kimisi dağda geziyor, karlarda yürümenin zevkine varıyor. Kimisi kayıyor, kimisi kartopu oynuyor. Biz de dağda yürüyoruz. Çok dik ve sarp değil bu dağ. Dağın zirvesine kadar yürüyoruz. Karda yürümek zor ve yorucu olsa da pes etmiyoruz.
Melbourne Yeni Asya okuyucuları böyle güzel bir ortamda birlikte olmanın mutluluğunu yaşıyor. Burada dikkatimizi çeken hususlardan bir tanesi çok farklı milletlerin oluşuydu. Geleneksel kıyafetleriyle gelmiş olmaları dikkatimizi çekiyor. Yahudi çocuklarının kafasında dinlerine özgü küçücük takkeler var. Bir de kendi ülkemizi düşünüyorum. Burada her millet geleneklerini muhafaza ediyor. İster dağda, ister bağda olsun. Geleneksel kıyafeti neyse onu giyiyor karda bile.
Ya güzel ülkemin güzel insanları? Türkiye’de böyle bir yere tesettürünüzle gitseniz hemen gerici yobaz damgasını yersiniz. Bir çift bakış bile yeter size bunu anlatmaya. Geleneksel bir kıyafet kompleks doğurur bizim bazı insanlarımızda. Bu kompleksin sahiplerini “Kendi yürüyüşümüzü terk ettik, başkasının yürüyüşünü de öğrenemedik” diyerek eleştiriyor Üstad. Şu anki hal-i pürmelalimiz bu sözün somut bir örneği. Ne maziden gelen güzelliklerimizi koruyabildik, ne de Batılıların eline geçen ve aslında bizim olan değer ve güzelliklere erişebildik...
21.07.2008
E-Posta:
[email protected]
|